6 Haziran 2011 Pazartesi

geç kalmış haber özetleri :)

Haziran başı itibariyle, İzmir’in dağlarında çiçekler açmış mı bir bakayım dedim...

İyi ki de demişim, hem gezdim, hem de Pasaport’ta oturmayı çok seviyorum. Buraya gelince, “yazma” havası kendiliğinden zuhur ediveriyor.

Efendim, değişken ruh halim iki dakka sabit durabilseydi eğer, cumartesi günkü Radikal’den seçtiğim haberlerle size bir Pazar neşesi yazmak niyetindeydim. Ama fakat lakin, sinüs eğrisinden hallice seyreden ve yaşlandığım zaman etrafımda kimseyi bulamayacak olmam yönünde ciddi endişelere sebep olan dengesizliğim yine gösterdi kendini.

Benim yine canım sıkkın. Sürekli sıkılıyor efendim, durduramıyoruz. Büyürsem geçer diyorum, fakat ya büyümüyorum, ya da büyüyünce geçmiyor. Bilemiyorum.

Büyümek sanırım, Sayın Bülent Arınç gibi olmayı gerektiren bir şey. Nitekim kendisi, “Sussaydı Ümit Boyner’den özür dileyebilirdim” buyurmuş. Özür dilenecek bir şey yaptığının farkında olup bunu böyle “delikanlıca” ifade edebilmek bağlamında Sayın Arınç’a en derin saygılarımı sunmak boynumun borcu; bu büyüklüğü mesela “Referandum öncesi de konsomatris demişlerdi” diyen Ümit Boyner’de göremiyoruz. Kendisi sadece, ruhsuz ve somut bir tespit yapmakla yetinmiş. Halbuki Sayın Arınç gibi olmak, “Evet ya ben de çok konuşuyorum bazen gerçekten...” diyebilmeyi gerektirir. Üzgünüm Sayın Boyner, kavgayı siz uzatıyorsunuz... Bundan sonra herhangi bir olayda “Seçim öncesinde de pornocu demişlerdi” derseniz, bilin ki bu kavga daha da uzayacak ve sebebi yine siz olacaksınız.

Laf aramızda, Sayın Arınç yine özür diler dilemesine de, şimdi Sayın Boyner dediği için dilemiş gibi olacak ya, onu istemiyor. Ben de öyleydim mesela ergenken, bir düşünün siz de öylesinizdir mutlaka. Mesela sabah yüz yıkama alışkanlığı gerçekten kazandığımda eşşek kadar olmuştum afedersiniz, neden, ablam istisnasız her sabah “yüzünü yıkadın mı” diye sorduğu için... İnat değil mi, sırf her gün soruyor diye yıkamazdım. Ama ne zaman ablam bu sorgu sual işini bıraktı, olay tamamen benim kişisel inisiyatifime kaldı, yüz de yıkadım, diş bile fırçaladım kimse demeden. Yani diyeceğim, bu tamamen “ergen ruh haliyle” ilgili bir şey.

Sayın Arınç Beyefendi’nin, internetin özellikle ergenlerin kullandığı şekline kafayı bu kadar takmış olmasının sebebi de, doğrudan bu ruh halidir bana kalırsa. Buna “amatör ruh” da diyebiliriz elbet, siyaseten daha doğru olur.

(Bu arada az önce yanımdan İzmir Emniyet Müdürlüğü Deniz Polisi’nin Polis 1 adlı çok şık teknesi geçti. İçindeki polisler de üniformalıydı ama –bu şaka değil- sen adamlara böyle güzel bir tekne, böyle güzel deniz polisi kadrosu veriyorsan lacivert polis mayosu da vereceksin arkadaşım. Polisinki de can. Üniformayla mı atlasın denize?)

Paralel ruh hali Sayın Başbakanımızda da mevcut hamdolsun. Ama o 14-15 değil de, daha çok 16-17 yaşındakiler gibi. Zira daha siyasi, meydanlarda kaset maset filan olayına gidiyor. Beni bozar, hayatta da o topa girmem. Ama neyse ki ergenliğini ortaya döken The Economist olayı da patladı son günlerde; yoksa tezimize örnek bulamayacaktık. Sayın Başbakan’ın tavrı, iki gün önce kendisine gülümseyen kızı başkasına kaptıran liseli tavrı değilse daha da klavye yüzü görmeyeyim. Eh, liseliler “çete” demez tabii, ne kadar edepsiz olabildiklerini biliyoruz, yukarıda değindik. İşte Sayın Erdoğan 14 değil 17 yaşında olduğundan, “jargona” biraz daha aşina.

Yalnız söylemlerdeki özgünlük konusunda, Sayın Bahçeli tahtını kaptırmamaya çok kararlı. (Gerçi yıl olmuş 2011, 3. Selim bile tahtını kaptırmış, Bahçeli de pek güvenmesin kendine... Dostça uyaralım.)

Sayın Bahçeli, bu kez de “PKK-MHP çatışması istiyorlar, bu oyuna gelmeyeceğiz” demiş Kırşehir’de.

Ben size bir şey diyeyim mi, o konuşan Bahçeli filan değil. Olamaz. Kemal Sunal – Fatma Girik filmi olan Japon İşi’ndeki Başak Bebek gibi bir şey o. Ya da aslında bu olay, yani bunu diyen bir Bahçeli duymak, Türkiye’de merdiven altında on yıllardır devam eden klon çalışmalarının açık tezahürüdür.

“PKK-MHP çatışması istiyorlar, bu oyuna gelmeyeceğiz” diyen bir Bahçeli... Yo dostum yo, bu püskevit filan da değil, bambaşka bir şey... Ya da biz bugüne kadar bambaşka bir Devlet Bahçeli tanıdık, gerçek Devlet Bahçeli demir maskesiyle onyıllardır bir adada çürümeye bırakılmıştı... Oktay Vural, Mehmet Şandır ve bilemediğim 2 kahraman şilahşor gidip onu kurtardılar ve siyaset sahnesine geri getirdiler. Başka da bir açıklama getiremiyorum... Demir Maskeli Devlet... Haziran 2011’de tüm meydanlarda....

Bir değişim öyküsü de Diyarbakır’da yaşanıyor sessiz sakin. Diyarbakır Başsavcısı Sayın Durdu Kavak, Dicle Üniversitesi’nde Kürtçe şarkı dinlemiş! İnanabiliyor musunuz sayın seyirciler! Bu ülkede milyonlarca insanın konuştuğu bir dilde şarkı dinleyebilen bir savcımız var! Hayaldi, gerçek oldu!

“2006’da olsa buradakileri tutuklatırdım” diyen Sayın Kavak, sözlerini “Gördüğünüz gibi tüm uzuvlarımla tam bir beyefendiyim” diye sürdürmüş.

Ben bu noktada bir şey söylemek istemiyorum. Sayın Kavak’a ve kendisinin uzuvlarıyla muhatap olan herkese hayatta başarılar dileyerek hızla uzaklaşıyorum. Siz devam edebilirsiniz.

Yalnız bu uzuvlarla muhatap olma konusu enteresan. Düşündüğümüzden çok daha derinlik arz ediyor. Nitekim, Sayın Fethullah Gülen’in İzmir’deki eski berberi, İzmir 1. bölge 3. sıradan milletvekili adayı olmuş.

Şu an oturduğum yere gelirken kendisinin koca afişini gördüm, evet, bıyığı gerçekten de mesleğine yakışacak kadar muntazam bir bademlik arz ediyor. Bu anlamda kendisine kusur atfedemiyorum. Beyefendi belli ki iyi berber.

Bu konuda Vilson Hocamla telefonda biraz sohbet ettik. “Göksuncum düşünsene, kendisi koskoca Fethullah Gülen’in bir uzvu, bedeninin bir parçası üzerinde sınırlı da olsa bir tasarruf yetkisi kullanıyor, o aday olmayacak sen ben mi olacağız” dedi haklı olarak. Ben hiç öyle düşünmemiştim. Sonra olayı bir adım daha ileri taşıyarak, Sayın Gülen’in başka bir uzvu üzerinde yine sınırlı da olsa tasarruf yetkisi kullanabilen başka bir meslek grubunu andık karşılıklı. Ara sıra edepli biri olabildiğim için sohbeti burada kesmek istedim, fakat uzuvlarla muhatap olmanın çok farklı şekilleri var. İzmir 3. sıra adaylığından çok daha önemli konumlara getirilenler hakkında çok büyük bir merak içine düşüverdim. Ne yapayım, bir saç kesimi İzmir 3. sıra ise, insan oradan pay biçmez mi?

Uzuvlar üzerinde tasarruf yetkisini tek kullanan milletvekili adayları değil elbet. Polisler de var. Yalnız burada şöyle bir fark var; ilk durumda yetki bizzat o hakkın sahibi tarafından veriliyor. Sözkonusu polis olunca ise, vatandaşlar olarak üzerimizdeki tasarruf hakkının aslında bize ait değil devlete ait olduğunu, ya da belki daha doğru ifadeyle, devlet menfaatlerinin bizim kendi üzerimizdeki tasarruf hakkından daha üstün olduğunu anlıyoruz.

Vatandaşlar olarak bu durumu öyle kabullenmişiz ve tasarruf hakkımızı devletin re’sen kullanabilecek olmasını öyle içselleştirmişiz ki, aman bu hakkı ben kendi ellerimle vermeyeyim diye nereden kıvıracağımızı, “siyaseten doğruyu” nereden bulacağımızı şaşırmışız. Nitekim Hopa’da kaburgası kırılan İbrahim Aksu’nun babası Sayın Kadir Aksu, aynen “Bizim Hopa’nın polisleri değil, dışarıdan gelen polis ekibi dövüyor. Yerli polisimiz müdahale etseydi böyle olmazdı. Olayı Erzurum, Giresun, Ordu’dan gönderilen çevik kuvvet ateşledi” demiş.

Şimdi, olayın Çevik Kuvvet tarafından ateşlenip ateşlenmediği apayrı bir konu. Benim dediğimin bununla alakası yok.

İyi de kardeşim, polis polistir. “Bizim kendi cellatımız yapmadı, komşu köyün cellatı yaptı” demekten farkını gösterene 37 ekran renkli televizyon hediye edeceğim. Kaldı ki, bu da kendi çapında bir nefret söylemi içermiyor mu allahaşkına? Bizim polisimiz yapmadı ne demek ya, eğer devlette 1 Mayıs polisi ayrı, adliye polisi ayrı, Giresun çevik kuvveti ve Hopa’nın yerel polisi ayrıysa, ya biz Hopa’ya yerleşelim ya Hopa bize gelsin. Bu mudur yani.

Hopa polisi yapmamış... Muhtemelen Kadir Amca “Yau bu basın masın iki güne gider, bu polisle yine ben kalırım bi başıma...” diye düşündü ki yüzde yüz haklı. Söylemine tırnak kadar kızılamaz, çünkü Kadir Amca böyle bir kaygı içindeyse yüzde bir milyon haklı. İnsanlara bu korkuyu salanlar utansın, başka ne diyeyim. Asabım bozuldu... “Aşşaa maallenin polisleri” yapmışmış... Te Allaam ya...

Neyse ki ülkede güzel şeyler de oluyor. Oral Çalışlar’ın köşe yazısının konusu Mustafa Balbay. Sayın Balbay’ın hapishanede çekilmiş bir fotoğrafı da var köşenin orta yerinde. Eğer Google’dan bulursam sizinle de paylaşacağım, karmanızı severseniz bir bakın. O entellektüel havaya bakınca içiniz açılacak. Raflarda onlarca kitap, bir köşede çiçekli minderin üstüne oturmuş yarınlara umutla ve aydınlıkla bayan Mustafa Balbay, sağ alt köşede bir ucundan buğulu bir şekilde görünerek görselliğin dramatik etkisini artıran çaydanlık... Dertli gönüllere giren, işte benim Zeki Müren... Haa şimdi gördüm, kırdığı dizinin üstüne de ince belliyi konduruvermiş... İşte halk çocuğu, işte halkın aydınlık yüzünün temsilcisi, işte entellektüel Türkiye’nin güvencesi, işte –alt fotoğrafta- 5 litrelik bidonlarla kol çalışan halkçı Ertuğrul Özkök!

Sayın Balbay’ın adının karıştığı andıçlarla gerçek bir alakası var mıdır ve varsa nasıldır gerçekten bilmiyorum. Fakat görülen o ki, andıçlara karışmakla bir şey olunmayacağını anlamış, kendisini poz verme işine vermiş. Pek çok ünlümüzün muzdarip olduğu “içeride kitap yazmazsa ölecek” hastalığına da tutulmuş, Silivri Üçlemesi geliyormuş yoldaymış. İçeriden çok değerli eserlerini gönderen pek çok aydın elbet vardır, fakat artık bu tür işler Tuğba Özay’la anılıyor; lütfen bunu birileri Sayın Balbay’a hatırlatsın. Tüm samimiyetimle iyi niyetliyim.

Bir samimiyet göstergesi daha, aman diyeyim, bir yerlerden alıntı yapacaksa bile Q harfini zinhar kullanmasın. Zira İsmail Beşikçi’nin gerekçeli kararı çıkmış; kendisi Kandil’i Qandil diye yazmış olduğu için 15 ay hapis almıştı. Mahkeme başkanı hariç, diğer iki üye diyor ki “Kandil Dağı olarak adlandırılan yerin başharfinin Türkçe alfabede bulunmayan q harfiyle yazımının dahi PKK’nın dile getirdiği Kürtçe alfabe talebinin propagandası amacıyla yapıldığı...”

Başkan ise buna karşılık, AİHS 10. maddesindeki anlatım özgürlüğüne dayanmış. Peh...

Bizim okulda, Prof. Burcuoğlu’nun söylediği söylenen bir söz vardır; “Nereye dayanacağını bilmeyen hukukçu gider MK 2’ye dayanır” dermiş kendisi. Ha işte bu Başkan’ın da yaptığı bu... Dayanak bulamıyor, nereden kurtarsa bilemiyor, dayıyor AİHS 10’u. Ama diğer iki hakim akıllı maşallah, onlar da aynı maddenin 2. fıkrasını dayanak göstermişler. Demişler ki, toprak bütünlüğünün tehlikede olduğu hallerde bu özgürlükler sınırlanabilir... İşte böyle sayın seyirciler, Qandil yazanı 15 ay içeri atınca çok feci kurtuldu toprak bütünlüğümüz. Ya işte ben bu askerleri politikacıları cidden anlamıyorum, tutturmuşlar bi toprak bütünlüğü bi devlet bi bişey... Kardeşim işte bak Q’yi kullandırmayınca çat diye kurtuluyor bütünlüğün, sen daha neyin derdindesin ki allahaşkına?

Sanırım sorun Diyarbakır’daki Kürtçe levhalarda... Onları ve KCK sanıklarını da ortadan kaldırınca olacak bitecek bu iş. Sonra efendim, Sayın Başbakan Kürt bölgesinde konuşsun artık, özgürlük diye demokrasi diye... İster misiniz, AKP mitinglerinde açılan Kürtçe ya da başka dillerdeki dövizlerin sahiplerine bir şey olmasın da diğer parti mitinglerindeki döviz taşıyıcıları tutuklansın? Olur mu olur...

Allah kahretsin ben bunu nasıl düşünemedim, tabii ya... Daha sabah, AKP’nin İstanbul mitinginde döviz kullandırılmadığını okudum... İşte bundan! Ya ne olacaktı? Kendi taraftarlarını tutuklamak zorunda kalmasınlar diye...

Belki de bu yüzden, yani “görünür” ifade özgürlüğü “alenen” yalan olduğundan, son on-on beş yılda insanlar bilişim işlerine ister istemez ısındılar. Artık insanlar Sözlük’lerden Feysbuk’lardan tanışıyor, msn’de Skype’ta yazışıyor ve webcam aracılığıyla öpüşüyorlar. Gayet normal. Sokağa çıktığın anda ne zaman göz altına alınacağını bilemiyorsun. Gerçi devlet-i âlimiz bunun da bir çözümünü buldu, artık internette de güvende değiliz ama ben şimdi başka bir şey söyleyeceğim.

Sanal dünyaya bu kadar kaydırılan ve pratik zekası da her daim örnek olmuş bir toplumun, bu işten nemalanmayı öğrenmesi elbet uzun sürmeyecekti. İşte buyrun, bir inşaat bekçisi bilişim suçundan yakalanmış. Bu vatandaş, bekçi kulübesi olarak kullandığı barakadan internete bağlanarak, arkadaşlarının feysbuk ve msn şifrelerini kırmış, sonra da insanlardan para istemiş. Böyle böyle 15bin lira toplamış, sonra da bu parayı yine internette bahis sitelerinde bir güzel yemiş.

Evet, gençlerin pornocu olmasını gerçekten istemiyoruz. Bahisçi olsunlar, hem de hırsızlık parayla.

Bu da olmazsa ve eğer yeteri kadar “prezentabl kadınlar” iseler, akaryakıt istasyonlarında kasiyer olarak çalışabilir; müşterilerin kredi kartı bilgilerini kopyalayabilirler. Böyle de bir çete yakalanmış zira. Var yani, bu da var.

Sözlerimizi, Işıl Cinmen’in Cumartesi Radikal’de çıkan çok güzel yazısından bir alıntıyla tamamlayalım, ama siz alıntıyla yetinmeyin, yazının tamamını okuyun. Okuyun, kontrol edeceğim.

“Sen benim internette hangi siteye girdiğimle, hangi kitabı okuduğumla, kaç yaşında içtiğimle, kaç kere aşık olup kiminle seks yaptığımla uğraşırken ben çoktan, dünyayı bu yüzyılda yaşayanların arasında dahil olmuştum.”

Geri kalmamak dileğiyle, sevgiler,
Göksun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder