9 Ocak 2013 Çarşamba

Bir temcit pilavı olarak emsal kararlar.

(Peşin bilgi: Aşağıdaki yazıda iyi bir baro kütüphanesi ihtiyacından söz ettim. Kalkıp "Baronun kütüphanesi var bi kere taam mı!" diyecek olanlar için önceden söyleyeyim: Biraz önce telefon edip sordum, Beyoğlu kapalıymış, sadece Çağlayan açıkmış. Mesai saatleri dışında ne haliniz varsa görün, içinde de zaten adliye köşelerinde sıkışmanız bizi ilgilendirmiyor.)

Avukatlık mesleğini başkalarının gözünde havalı kılan şey, Amerikan filmleriydi. Karizmatik salonlar, yakışıklı adamlar, mini etekli kadınlar, jüri önünde sahne şovları filan... Sonra hepimiz, öyle bir dünya olmadığını öğrendik.

Lisans öğrencisiyken zihnimizde bir ton ideal vardı, öyle bir savunma yapacaktık ki hakim afallayacaktı. Mesleğe başladık, bunun böyle olmadığını gördük, ama başta ikna olmadık. "Ama bu çok açık bir şey, bir gerçek, hakim bunu nasıl görmez" dedik. Görmedi.

Sonra hepimiz, önümüze hangi konu gelirse gelsin, istediğimiz yönde bir iki Yargıtay kararıyla "iş kotarmaya" alıştık. Kitaplar en son, o da iyi ihtimalle, staj bitirme "tezi" yazarken açıldı. Bu arada evet, aslen ödevden hiçbir farklı olmayan birkaç sayfalık çalışmaya da tez dedik. Biz o tezi çok önemsedik, fakat aslında karşılarında ter döktüğümüz insanlar belki hayatları boyunca gerçek bir tezi baştan sona okumuş değillerdi. Buradan, mesleki "saygınlığını" tezini sunan meslektaşını aşağılamak üzere kurgulamış olan birtakım meslek büyüklerime selam ederim.

Eğer bir dosyada sıkışmış isek, bizim bir şey düşünmemize gerek yoktu, bütçemiz dahilinde bir hocaya gidip kendisinin mütalaasını alabilirdik. Hakimin -mesela- koskoca Tekinalp'i dinlememe ihtimali yoktu.

Buradaki acınasılık bir tek benim mi umrumda? "Hakim bizi dinlemez, dilekçemizi de okumaz, ama hoca yazarsa okur."

Bakın ben burada hocaların akademik emek ve saygınlığından bahsetmiyorum. Bir konu üzerinde profesörün görüşü elbette ki benimkinden daha derin ve akademik olacaktır, yahu profesörlüğün varlık sebebi bu, ne olacaktı? Eğer yazıma kulp takacaksanız yanlış yerdesiniz. Ben size takabileceğiniz yerleri madde madde sayayım:

1. Davanızı tek başına uzman görüşüne dayandıracaksanız, e hocaya yetki belgesi verin işi o yürütsün kuzum? Uzman görüşü bir dayanaktır, başka bir şey değildir. Argümanı siz üretirsiniz, hocadan destek alırsınız.

2. "Hakim bizi dinlemese bile hocayı dinler" gerçeği maalesef var, fakat bunun bir sorumlusu hakimlerse diğer sorumlusu da avukatlardır. Siz "nasıl olsa düşünmüşü var" diye bir şey düşünmeyip her şeyi akademiklerden beklerseniz, olacağı budur.,

3. Hakimlerin akademikleri dikkate alması yanlış değil. Yanlış olan, avukatları almaması ve avukatların da dikkate alınmak için çaba göstermiyor olması. Sayın meslektaşım, madem hakim milleti hoca görmeyi seviyor, sen neden dilekçeni bir iki bilimsel atıfla süslemiyorsun? Bunun yapmak bu kadar mı zor? Kopyala + yapıştır yapmaya bu kadar mı alıştın?

Arkadaş aç iki sayfa kitap oku ya. Bak bakalım elalem ne demiş. Belki senin davacının dayandığı emsal kararı eleştiren bir yayın vardır, belki yeni bir akıl yürütme şekli öğreneceksin, belki daire hakiminin yazdığı bir kitaptan alıntı yapmak içine yarar...

Hem "hukuk sistemi çok rerörerö yeaa, çok fazla hukuk fakültesi açıldı, eğitim çok kalitesizleşti" vs. diyorsun, hem de o kaliteyi yükseltmek adına yaptığın hiçbir şey yok. Konuşmaya gelince mangalda kül kalmıyor, iki sayfa dilekçe yaz deyince ise hooop kopyala yapıştır.

Barolar da pek işe yaramıyorlar kusura bakmazsanız. Avukatlık salt para kazanma mesleği değildir arkadaşlar, küfrettirmeyin kendinize. Savunma özgürlüğü diyorsunuz ki haklısınız, ama savunmanın niteliği için bugüne kadar "gerçekten" ne yaptınız? İstediğiniz kadar özgür savunun, nitelik yoksa özgürlük neye yarar?

Bir kısmı için konuşuyorum, savunma özgürlüğünden bahsedenlerin asıl derdi para kazanmaya devam edebilmek. Avukatlık mesleğinin artık yapılamaz hale gelmesi, bir kısmınız için "hak" kavramına ilişkin hiçbir şey ifade etmiyor. Haklı olduğumu siz de biliyorsunuz.

Barolardan nerelere geldik ama ne bileyim, Ümit Kocasakal gibi birinin "savunma özgürlüğünden" bahsedebildiğini düşündükçe ruhsatımı-diplomamı iade edesim geliyor. "Pardon ben her şeyi yanlış anlamışım kusura bakmayın" diyerekten, işi gücü bırakıp çiçek yetiştirmekle uğraşmak istiyorum.

Neyse. Benim mesleğin niteliğinin yükseltilmesine ilişkin iki milyon düşüncemden biri şudur ki, baro bünyesinde "doğru düzgün" bir kütüphane şart.

Armağanların, en azından temel kaynakların, hukuk dergilerinin, ulusal ve uluslararası elektronik veritabanlarının, tez merkezinin, her konuda her şeyin elimizin altında olduğu kocaman bir kütüphane - çalışma ortamı. 7/24 internet erişimli, açık raf sistemli, bir sürü masalı, ses yalıtımlı, iyi çalışan bir e-sistemli, üniversite kütüphanesi ayarında bir yer.

Lisans üstü eğitim alan avukatların kendi okullarında kütüphanesi zaten var, fakat okulda çalışmak ayrı, baronun bu imkanı sağlaması apayrı. Bu, mesleğin niteliğine sahip çıkmaktır. Ayrıca, okulla ilişkisi kesilmiş olanlar içtihatlara mahkum mu kalsın?

Mesela Yeşim Hoca geçenlerde bizimle bir Yargıtay kararı paylaştı, culpa in contrahendo ile ilgili. İçinde Alman doktrininden tut, hangi yazarın ne dediğine kadar, sayfalarca bilimsel akıl yürütme var. Sizce bunu Yargıtay kendisi oturup araştırmış olabilir mi? Bizim bilmediğimiz paralel bir Yargıtay var da kimi dosyalarla o mu ilgileniyor? Bırakın allaaşkınıza.

Diyeceğim o ki, siz araştırın abicim. Okunur okunmaz başka bir konu, fakat iyi bir araştırma eşeği sağlam kazığa bağlamaktır. Hem Yargıtay okuyabiliyor kimi zaman. Emsal oluşturmak peşindeyseniz, Yargıtay'ın zaten önceden söylemiş olduklarını ısıtıp ısıtıp önlerine sürerek bir sonuç almak çok mümkün olmayabilir.

İyi çalışmalar,
Göksun.

6 Ocak 2013 Pazar

Saygı duyarım...

Bu din iman konularında yazmaktan artık hoşlanmıyorum ama bunu görmezden gelmek istemedim. Neden hoşlanmadığım ise bambaşka bir konu, fakat şöyle özetleyebilirim: Öncelikle konu hakkında konuşanlar bana samimiyetsiz geliyor. Buna rağmen konuşmak da "En samimi benim ülen!" diyormuşçasına, feci bir elitizm algısı oluşturuyor. İkisini de hayatımda istemiyorum.

Ekşisözlük'te "avrupa'da dinin %5 oranla en önemsiz değer olması" diye bir başlık var. Başlıktaki ilk "entry" konuyu özetliyor zaten, fakat yine de başlığa tıklarsanız sözlük yazarlarına da saygıda kusur etmemiş oluruz.

Avrupa Komisyonu, AB üyesi ve adayı ülkelerde en önem verilen değerlerle ilgili bir anket yapmış. Buna ilişkin raporun ismi "Avrupalıların Değerleri" ve şu linkten bulunabilir: http://ec.europa.eu/public_opinion/archives/eb/eb77/eb77_value_en.pdf

Sonuçlara bakınca, birinci sırayı paylaşan iki değer görüyoruz. Bunlar %43'le insan hakları ve insan hayatına saygı.

Öncelikle şunu netleştirelim, bu ikisi aynı şey değil arkadaşlar. İnsan hayatına saygı ile yaşam hakkı farklı şeyler. Yani o hayat, o hayat değil.

İnsan hayatına saygı, yaşamın varlığı kadar içeriğiyle de ilgilidir. Yani siz birine "Senin yaşam hakkına saygı duyuyorum ama şu kıyafeti giymen şartıyla" diyemezsiniz.

İnsan hakları ise, yaşam hakkının ve bunun içeriğiyle ilgili hakların da içinde bulunduğu devasa bir bütündür. Buna yaşam dışında, adil yargılanmadan tutun, mülkiyete kadar, insan olmaya dair tüm haklar girer.

İkinci sırada ise, %40 ile barış geliyor.

Ülkemizde barış, değerden çok "şarta bağlı hak" olarak görülmekte. Nitekim biriyle barışacaksak, önce kendisinden "bizim egemenliğimizi kabul etmesini" bekliyoruz. Yapmayınca da, buna saygı duyup olan biteni sağduyulu bir şekilde değerlendirmek yerine, kendimizi "NASIL KABUL ETMEZSİN ULAN!!1!" diyerekten saçma bir saldırıya geçmekte haklı görüyoruz. Çünkü bizim dediğimiz üzerinde uzlaşılmıyorsa, sorun asla o dediğimiz şeyde olmuyor.

Üçüncü, %28 ile demokrasi. Demokrasi benim aklımı çok karıştıran bir konu; ilkesel olarak farklı bir şey düşünemem ama spekülasyona tanıdığı alan da görmezden gelinecek gibi değil. Demokrasi etiketli yazılardan diğer blog'dakiler daha yeni ve kapsamlı; şuradan görebilirsiniz: http://yazmazsaolecek.blogspot.com/search/label/demokrasi Bu blog'dakilerin linki ise şudur: http://koridorda.blogspot.com/search/label/demokrasi

Fakat netice olarak, demokrasinin özü insana olan saygıya dayanır. Bu sebeple yukarılarda olması zaten doğal bir sonuç.

Dğer sonuçlar ise sırasıyla şöyle gidiyor:

Bireysel özgürlük %23
Adalet %21
Eşitlik %20
Başkalarına destek %15
Hoşgörü %15
Kendini gerçekleştirme %11
Başka kültürler için saygı %9
Din %5
Bilmiyor %1

Bu kavramların bizdeki sıralamalarını, ilgili linkte bulunan çalışmanın 13. pdf sayfasında bulabilirsiniz. Fakat yüzdelerini değilse de, "anlaşılma şekilleri" aynı sırayla şöyle verebileceğimizi düşünüyorum.

Türban özgürlüğü
Mağdur edebiyatından beslenen bir intikam duygusu
Egemen tarafından uygun görülene bahşedilecek bir nimet
Kendi belirlediklerimize destek
Yerlerini bilip astar istemedikleri sürece sorun yok.
"Ben sana yapma demiyorum, hobi olarak yine yap..."
Seni uzaktan saymak saygının en güzeli
Her şey.
Ben bilmem beyim bilir - töbe yarabbim... - ocakta yemeğim var.

Yüzdeler bakımından özellikle dikkat çekenler ise şunlar:

- İnsan hayatına saygıda oranımız yüzde 50. Söze gelince, bu konuda bütün evet bütün anket ülkelerinden öndeyiz. Listede bizim dışımıda 50 yok, en fazla 49 var. Tebrikler.
- Fakat barış kategorisinde, saygıya 49 diyenler yine 40'lardan aşağı inmezken, biz saygıdan yıkılan TC vatandaşları 25'te kalıyoruz. Ki bu da, aynı liste içindeki en düşük orana tekabül ediyor.

Lütfen belirginleştirmeme izin verin: Bu ankette "İnsan hayatına saygım sonsuz" diyen insanların yarısı, barışı korunması gereken bir değer olarak görmüyor. Bu durumda birinci ihtimal, barıştan ayrı bir insan hayatının -demek ki- var olabildiği. İkincisi, bu insanların barışı bir değer değil fakat hak olarak görüp, sadece bu hakkı kazanan hayatlara saygı duymaları. Son ihtimal ise, bizim daha bu ayrımı yapmadan ahkam kesecek kadar "içi boş" insanlardan oluşan bir toplum olmamız. Buyrun istediğinizi seçin.

Din ise, raporda tablo dışında da üzerinde durulduğu üzere, en çok bizim ülkemizde önemli. Bizdeki sonuç %27, ikinci ülke ise 19'da kalmış. Yirmileri gören bir başka ülke yok.

İşte geldik zurnanın akort noktasına. Müslümanlık konusunda ukalalık yapmak istemiyorum, kaldı ki hristiyanlık konusunda zaten yapamam. Fakat siz kendini müslüman olarak tanımlayanlar, o iğneyi kendinize ne zaman batıracaksınız, çok merak ediyorum.

İslam'ın hoşgörü dini olması, insan hayatına saygı öngörmesi filan, birtakım teorik temeller... Belki gerçekten var, nitekim burada din kıyaslamasına girmiyorum çünkü bu bana saçma geliyor. Benim sorunum dinlerden çok inananlarla. İnananların, kendilerini sırf o dine mensup olmakla "şereflendiridikleri" yaklaşımıyla. Siz olaya böyle bakıyorsanız, pardon da ne insana saygısı abicim, sen direkt "benim seçtiğim peygamberi seçmeyen şerefsizdir" diyorsun. Kaldı ki o peygamberi gerçekten seçmiş olsan içim yanmaz. Etrafında gördüğün şeyi bir gram sorgulamadan kabul etmişsin, sonra kalkmış "müslümanlığın ilk şartı okumaktir" diyorsun. Sen de haklısın, oku emriyle kastedilenin ganyan cetveli olmadığını kimse söylememişse demek ki...

Kaldı ki, burada dinin amaç ya da araç başlıklarından hangisine girdiği çok önemli. Eğer bu bir araçsa, insana amacını sorarlar. Eğer amaç salt öteki dünya ise, bunun tek yolu dini kendini şereflendirme aracı olarak görmek midir? Bunu böyle anlayınca, Tanrı'nın yarattığı ve senin dışında kalan unsurlara karşı hiçbir görev ve sorumluluğun kalmıyor mu? Böyle düşününce çok güzelmiş.

Yok amacının içinde bu dünyaya ilişkin kaygılar da var ise, e buyur işte önünde koca bir dünya var, bu sendeki saygısızlık nedir? Kendini bu dünyadaki her şeyden ve herkesten değerli görmenin altyapısını bana açıklayabilir misin? Eğer din seni bu dünyadaki barış ve huzur ortamından sorumlu tutmuyorsa, kusura bakma ama sen inandığın şeyi bir gözden geçir derim ben.

Senin dininde cihat diye bir kavram var, insanları "doğru yola sevk etme" yönünde bir görevin olduğunu söylüyorsun, sonra kalkıp "misyoner" diye, işinde gücünde insanların kafasını kesiyorsun.

Eşitlik diyorsun, sonra "Afedersin Ermeni..." diyen adama alkış tutuyorsun.

Bunların bütün sebebi, kavramların "işe geldiği gibi" anlaşılması. Eşitlik, özgürlük, insan hayatına saygı gibi şeyler; "sen vaktiyle benim haklarıma saygı duymadım şimdi ben de seninkine duymayayım da eşitlenelim" şeklinde anlaşılıyor. Ki bu da, hiçbir kavramsal veya düşünsel temelden beslenmeyen, tamamen keyfi ve kof bir anlayış.

Bunu "enteller" de yapıyor yalnız, lütfen kusura bakmayın. Geçen gün Anda'yla bu entel taifesini şöyle andık, efendim neymiş, adam birini öldürüp 15 yıl sonra çıkıp tekrar aramızda dolaşıyormuş. E arkadaş, uzun tutukluluk sürelerinden, cezaevi koşullarından, oralardan buralardan dertlenen de sen değil misin? Tutuklu ya da hükümlülülerin bir kısmına ayrı öbür kısmına ayrı mı davranalım? Adam "adi suçlu" diye içeride ölsün mü? Adil yargılanma ve uygun cezaevi koşulları sadece siyasi suçlulara mı olsun? Peki onların hangilerine yapalım? Allah akıl fikir versin...

Tüm bu yüzeysellik ve sakilliğin sonucu olarak işte buyrun, vatandaş hayata saygı diyor ama başkalarını desteklemeyi o kadar da "iplemiyor." Ne olacaktı?

Bir çay koysaydınız iyiydi.