12 Mart 2014 Çarşamba

mahkemenin topçu kışlası kararı ne anlama geliyor?

selam,

bu sabah işe gelirken düşündüğüm şeyi somut olarak yaşamak çok tatlı: biz sosyal medyayı geçen yaza kadar hep yüzeyselleşme ile ilişkilendirdik. ama aslında buralar ne büyük bir aydınlanma mecraları.

facebook'ta bir arkadaşım, hürriyet gazetesinin "mahkemeden topçu kışlası kararı: onayı uygundur" başlıklı bugünkü haberini paylaşmış. başka bir arkadaşın sorması üzerine habere bakındım, buyrun mesele şudur:

bizim bildiğimiz şey tektir, "taksim projesi davası" der geçeriz. fakat hukuk aşırı detaylı ve bu yüzden asap bozan bir şeydir. taksim projesi dediğimiz olayın içinde, hem trafik düzenlenmesi, hem topçu kışlası, hem bu düzenlemeler ve binalar için yapılması gereken imar planı değişiklikleri, hem yine bunlar için gerekli koruma kurulları izinleri, hem muhtemelen şu an aklıma gelmeyen başka şeyler de var. bunların her biri ayrı bir hukuki işlemdir, yani aslında her biri ayrı birer dava konusudur.

gezi parkı'na topçu kışlası ya da başka herhangi bir şey yapılması için, öncelikle imar planının değişmesi gerekiyor. çünkü planlarda orası park ve idare, park olan yere bina yapamaz. yani plan değişikliği ve kışla yapılması farklı kararlar. planı belediye değiştirdi ve o ayrı bir dava konusu oldu zaten, kışla ise karışık mesele. koruma kurulları filan giriyor devreye.

topçu kışlası projesi için, öncelikle koruma kurulu'nun onayı gerekiyordu. kurul ise projeyi kamu yararına aykırı bularak reddetmişti. yüksek kurul ise, koruma kurulu'nu haksız bularak projeyi onaylamıştı.

yani yeni bir hukuki işlemimiz oldu: yüksek kurulun onayı. bunun iptali için yeniden dava açılması gerekiyordu, nitekim açıldı. işte bugünkü haber, o davanın sonucu.

hatırlarsanız, geçen sene topçu kışlası hakkında yürütmenin durdurulması kararı verilmişti ve hepimiz sevinmiştik. işte bu dava o dava.

yürütmenin durdurulması, bir "son karar" değildir. normalde, bir işlem hakkında dava açmak o işlemi durdurmaz. yani sen istediğin kadar itiraz et, eğer mahkemeden yürütmenin durdurulmasını istememişsen veya istemişsin de reddedilmişse, o işlemin yapılmasını durduramazsın. işte mahkeme, bizim sevindiğimiz o kararda aslında kışla sevicilere "benim bu davayı bitirmeme daha çok var, o arada sen bir dur allahını seversen zaten ortalık karışık" demiş olmuştu.

son kararı ise, "kışlada sıkıntı yok, bırakınız yapsınlar" şeklinde oldu.

fakat enseyi -şimdilik- karartmayalım. çünkü bu dava, kışlanın yapılmasını tek başına sağlayacak nitelikte değil.

biraz önce söylediğimiz gibi, ortada bir de imar planı meselesi var. tekrar edelim, imar planı değişmezse, kışla projesi onaylansa bile yapılamaz. çünkü o projenin gerçekleşeceği fiziki alan yaratılmamış olur.

imar planına ilişkin dava ise, şimdilik bizim lehimize sonuçlandı. yani istanbul idare mahkemesi, belediyenin planını reddetti. fakat karara itiraz edildi ve dosya danıştay'da. eğer danıştay "belediye haklıdır, tiz yapın plan değişikliğini" derse, haziran is coming arkadaşlar.

özetle böyle. şimdilik hiçbir şey bitmiş değil ama gevşemeyelim.

sevgiler,
göksun.




11 Mart 2014 Salı

13 ağır ceza ve bakanlığın yetki kavgası sezon 1 bölüm 1

selam,

şu 13 ağır ceza meselesini anlamaya çalıştım biraz, size de anlatayım.

13 ağır ceza, son ismiyle özel yetkili mahkeme, bildiğimiz ismiyle devlet güvenlik mahkemesi idi. ergenekon davası da bu mahkemede görülerek 5 ağustos 2013'te karara çıkmıştı.

yasal tutukluluk süresi 10 yıldı. yani on yıldır tutuklu bulunan ve haklarındaki karar kesinleşmemiş olan sanıklar, azami süre dolduğu için tahliye olabilirdi.

içinde bulunduğumuz 2014 mart ayında ise, kanun değişikliği yapılarak hem tutukluluk sınırı 5 yıla çekildi, hem de özel yetkili mahkemeler kaldırıldı.

burada araya girerek bir hatırlatma yapmama izin verin, tutukluluğun on yıla düşmesi dahi zaten daha üç günlük olaydır. hatırlarsınız, hizbullah sanıkları 2011 yılında bu şekilde tahliye olmuştu. buyrun ilgili haber: http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/01/04/hizbullahin.muebbet.saniklarina.tahliye/601834.0/

tabii böyle olunca, ergenekon'un 5 yıldan uzun süredir içeride olan sanıkları patır patır tahliye talebinde bulundular. fakat sıkıntı şu oldu ki, kararı veren 13 ağır ceza mahkemesi, özel yetkiliydi ve bahsettiğimiz kanun değişikliği bu mahkemeleri kapatmıştı.

işte olay burada kopuyor. hsyk ve adalet bakanlığı diyor ki, kapatılan mahkemeler artık karar veremez, sadece dosyalarını devreder. 13 ağır da diyor ki, beni meclis kapatamaz, duanla doğmadım ki bedduanla öleyim.

gelelim mevzuat kısmına.

1. anayasa md.159/8: “kurul, … adalet bakanlığının, bir mahkemenin kaldırılması veya yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlar …” (kurul dediğimiz hsyk işte.)

2. hsyk kanunu md.4/1: "4/1 maddesi “kurulun görevleri şunlardır: a) bakanlığın, bir mahkemenin kaldırılması veya yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlamak ...”

3. adli yargı ilk derece mahkemeleri ... hakkında kanun md.15/3: “coğrafî durum ve iş yoğunluğu göz önünde tutularak bir ceza mahkemesinin kaldırılmasına …, adalet bakanlığının önerisi üzerine hâkimler ve savcılar yüksek kurulunca karar verilir.”

görüldüğü üzere, bu mevzuatta söylenen açık: adalet bakanlığı önerir, hsyk bu öneri hakkında karar verir.

peki o halde, hsyk ve adalet bakanlığı neden 13 ağır'ın aslında "olmadığında" ısrarlı?

1. kurulmaya kanunla karar veriliyorsa kapatılmaya da kanunla karar verilir. çünkü usûlde paralellik ilkesi bunu gerektirir. (usûlde paralellik, "duamla doğduysan bedduamla ölürsün" demek oluyor.)

2. hsyk'nın yetkisi, coğrafi durum ve iş yoğunluğu gibi sebeplere dayanan kapatmalara ilişkindir. örneğin istanbul 23. sulh ceza mahkemesini kapatabilir. fakat bir mahkemeyi kategorik olarak kapatmak, dostum orada dur...

3. bu mahkemelerin yasal dayanağı cmk'nın 250. maddesi idiyse ve bu dayanak kaldırıldıysa, sen daha neye göre kime göre kendini var sayıyorsun?

4. varlığını kanuna dayandırırken sorun yoktu da, şimdi yokluğunu dayandırınca neden sorun var? kazanın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne neden inanmıyorsun?

5. vaktiyle dgm'ler kanunla kaldırılırken hiç itiraz gelmemişti, şimdi öym'leri kaldırmamın nasıl bir sakıncası olabilir?

size de bu tartışma nereden baksan tutarsızlık içinde değil mi?

bakın yorum burada çok önemli işte. yetkinin 13 ağır'da kaldığı görüşüne dayanak olabilecek hükümlerde, hep "bir mahkemeden" söz edilmiş. yani kategorik bir durum yok ortada, tek bir mahkeme var. aynen bakanlığın söylediği şey yani. fakat bu maddeden kategorik bir yetki çıkarmak istiyorsanız, madde gerekçelerine ve uygulama şekillerine bakmalısınız. bu konuda bir teamül oluşmuş olmalı ve o teamüle göre yönlenmelisiniz - aksini gerektiren bir durum yoksa.

(bu arada şunu da belirteyim, tahliye kararını veren 20 ve 21, öym değildi.)

bence buradaki sorun 13'ün ne olup olmadığı değil. tarihsel sıralamayla gidelim:

1. tutukluluk sürelerinin gündem değiştirme maksatlı bir kullanım aracı haline getirilmiş olması. lütfen yanlış anlaşılmayayım, elbette süre kısalmasın demiyorum. zamanlaması manidar diyorum. 2011'deki de öyleydi bugünkü de böyle.

2. herkesin ergenekon'a bağlanmış olması sebebiyle, zirve katillerinin dahi bırakılmış olması. bugün karşı gazetesinde barış terkoğlu'nun bu konuda bir yazısı var. kendisini severim/sevmem diyecek kadar okumuşluğum yok, ama bugünkü yazısı dikkate değerdi. özetle diyor ki, o kadar çok sanığı ve olayı, böyle bir operasyona hazırlık maksadıyla ergenekon'a bağlamış görünüyorlar. neden olmasın? öte yandan, bu fikre gerçekmiş gibi sarılmak da diğer sanıklar hakkında iyimser bir bakış haline geçmeye sebep olabilir. dikkat etmek lazım.

yine de, bu iddia çok ciddi ve üzerinde durulmaya çok değer. sedat peker'le ilker başbuğ'u, merdan yanardağ'la alparslan aslan'ı bir arada düşünmek kolay değil. bu bağlantılar ifşa edilmeden, olayın masumiyetine inanmak kolay değil.

3. mahkemenin "kanunu tanımıyorum" demesi nedir arkadaş ya? ha bana de ki "sen yürütmesin ben yargıyım ve bu yüzden kimse kimseye karışamaz" dese, haklı. ama buradaki durum farklı, mahkeme bir bakanlar kurulu kararını filan değil direkt kanunu tanımadığını belirtiyor.

acaba burada 13'ün öngördüğü sistem şu mu; cmk değişti tamam. dayanak ortadan kalktı. şu durumda bakanlık hsyk'ya kapatma önerisi vermeli ve hsyk da tamam deyip kapatmalı. mantıklı görünüyor.

ama işte uygulama şekline bakmak lazım. ben dgm'ler kapandığında bu işlerin nasıl olduğunu bilmiyorum, o yüzden kim haklıdır kim haksızdır diye karar verebilecek yetkinlikte değilim. 13 ağır'ın gerekçelerini bir tamam okumak ve konuyu bunlara göre tekrar düşünmek lazım.

şimdi acilen çıkmam lazım, 7 vapuruna yetişeyim ki 7.30'da boğa'da olayım.

çok sevgiler,
göksun.










11 mart 2014 salı, 14:24 itibariyle olan biten.

bu sabah çok fena uyandım, sensiz olmaz, sensiz olmaz...

ben zaten sabahları fena uyanırım çünkü geçireceğimiz gün belli. izafiyet teorisi hep fizikten gidiyor ama, bir günü türkiye'de geçirip ömründen 5 yıl kaybetmekle, aynı günü sakin ve düzgün bir bölgede yaşayıp ömrüne 5 yıl katmak gerçeği nasıl açıklanacak? fizikçilerin biraz sosyal politika filan da bilmesi lazım.

söğütlüçeşme'deyim, metrobüse yürüyorum. söğütlüçeşme parkı'nın etrafı, tcdd tarafından çitlerle kapatılmış durumda. park lan, park. insanlar gelip nefes alsın, ayakları toprağa değsin diye yapılmış bir yer. ama içinden geçemiyorsun. sadece belli giriş-çıkış noktaları var. çünkü senin kamun, sana yasak!

o çitlere asılmış aday afişleri var. ben zaten hiçbirine yakın değilim ama chp'ninkinin yüzü, allah affetsin, bana fena halde burhan kuzu'yu hatırlatıyor. hale bak ya diyorum, salt bir adamın korkusundan kalkıp içimize sinmeyen insanlara oy vermeye zorlanıyoruz. böyle demokraasi dostlar başına. umudunu tamamen iktidarın rezaletlerine bağlayan muhalefet mi olur? işte burada oluyor.

parka giriş yapıyorum. her yerde olduğu gibi, burada da suriyeli insanlar var. dileniyorlar, çünkü yapacak başka hiçbir şeyleri yok. bir de küçük kız çocukları var, herhalde 2.5 yaşında filan. incecik yağan yağmurun altında, pembe ayakkabılarıyla koşturup oynuyor.

o insanların yüzüne bakamıyorum. çünkü yok benim yüzüm.

ben ayağımda çizmem ve üzerimde paltomla işe giderken, onların orada dilenmemesi için hiçbir şey yapmazken, yok benim yüzüm.

fakat çocuk benim yanımdan, neredeyse çarpacak mesafeden geçince, artık kendimi tutamayıp ağlamaya başlıyorum. yüzüm yok, onun yerinde olan şey, her an akmaya hazır bir su birikintisi.

metrobüste ya kitap ya da tweet okurum. bu sefer seçimimi kitaptan yana yapıyorum. henüz olan bitenden haberim yok.

"neden artık yazmıyorum ki ben?" diye düşünüyorum, "ne güzel, geçenlerde geri dönmüştüm, neden tekrar bıraktım?"

bunu düşündükçe bile kalbim sıkışıyor. çünkü sedat peker bile bırakıldı. dün, adını sayısını dahi tutamadığım kadar çok insan ki bunlar hükümlü, pat diye sokağa salınıverdi. sabah aslında 1994'e filan uyandık. ya da yok ya, 94 de değil, daha kötü bir dünya. çünkü çıkanların "ötekileri" hala içeride. bir mahkeme meclisi tanımadı, ama haberleri doğru düzgün okumadım. "kardeşim sen yürütmesin bense yargı, benim kararıma karışma!" demişse haklıdır. bunu çoktan demiş olmalıydı zaten. haberle ilgilenirsem gelir onu da yazarım bilahare. (son dakika: yazıyı bitirmeden önce, hem bu konuda hem de kck tutukluları hakkında birer mail geldi. olay sırasına sadık kalmak için bu konuya aşağıda tekrar döndüm.)

son haftaların olaylarını şöyle bir gözden geçirdim, arkadaşım, gündem dediğin ömür alıyor, dayanamıyorum. daha bunun hdp linci var, berkin için hastane nöbetine gidenlere "müdahale" edilmesi var, var oğlu var.

sahi, berkin'e ne oldu acaba, dün kötü diyorlardı?

işe geldim, maillere bakıyorum. işte en dayanamadığım türden bir mail: açıktan söylenemeyen rte arabuluculuğu. böyle bir grup insan var; açıkça destekleyemiyorlar çünkü halen içlerine sinmeyen bir taraf var neyse ki, ama öte yandan gönülleri ısrarla ondan yana.

bu davranış modelini inanılmaz temelsiz ve manasız buluyorum. insan bu tavrı ancak ailesinden ya da dostlarından birine geliştirebilir çünkü. tam olarak "yapmış bir hata..." anlayışı bu. yapılan küçük (!) hatanın milyonlarca yuro ve onlarca can anlamına gelmesi bu insanları ilgilendirmiyor. hadi en yakın dostunun hatasını ailene affettirmeye çalışırsın bu makul ve yer yer gereklidir. fakat aynı tavır başbakana yönelince, insan arkasında elbette bir menfaat arıyor. öte yandan, aile ve dost örneğinde dahi, herkesin kırmızı çizgileri vardır ve o çizgiyi geçen tarafa rest çekilir. buralardaki çizgi ya yok, ya akıl almayacak bir yerde, ya da artık pembeleşmiş. bilemiyorum, allah affetsin.

o esnada "aaa... berkin..."

kalakaldım.

hiç beklenmeyen bir son değildi ama bu, berkin'in öldürüldüğü gerçeğinin etkisini azaltmıyor.

böyle günlerde, sosyal medyadaki arkadaşlarımızın rte arabulucusu ve sağ-sevici paylaşımlarını nedense göremiyoruz. sebebini sormadım ama sorsam "linç edilmekten korkuyoruz" cevabını alacağımı biliyorum. birden bire, sanki biz caniymişiz de, bu insanlar bizden korkup saklanma gereği duyuyorlarmış gibi olacak. ne mağdurluk arkadaş ya. bi bitmediniz. gerçi iyi de oldu, şu kafayla bir de sağ zırva hiç çekilmezdi. bu arada sol zırva olmazmış ya da sağ zırva demekmiş gibi bir düşüncem yok, öyle anlaşılmak istemem. ama bu konuda söylenecek olan saçmalıkları bir şekilde sınıflandırmam gerekiyordu. bunun için lütfen kusuruma bakmayın.

büyük troll'ler yine iş başındalar ama. mesela meryem gayberi. suriye'deki çocuklara üzülmeyenlerin berkin'e üzülmesini samimiyetsiz buluyormuş. http://i.hizliresim.com/xJy4gn.png

neyse ki bu sabah söğütlüçeşme'deki suriyeli çocuğu görmüşüm. yoksa berkin'e üzülemeyecektim. tez vakitte meryem hanım'a bir name yazıp, "berkin'e üzülme yeterlik koşulunu" sağladığımı bildirmeyi düşünüyorum.

twitter'da berkin'e ilişkin çok güzel ve acıklı paylaşımlar var. retweet'lerden filan bakarsınız zaten, şimdi tek tek anlatmayayım.

ama şunu görmeniz lazım: "belki vuran polisin berkin yaşında çocuğu vardır. o babanın eve getirdiği para, bu çocukların kanı.” http://www.radikal.com.tr/radikal2/cocugum_neden_burada_yatiyor-1161011

gözlerim sağda solda gezinirken, yeni şafak'ın "vicdan farkı" başlıklı haberini gördü. şu: http://yenisafak.com.tr/dunya-haber/vicdan-farki-10.3.2014%20-625014

suriye'de esma esad bir yerlerde bebek severken, başka bir yerde başka bebekler ölüyormuş. vay efendim esma esad çok duyarsızmış. (bu arada, gazete tabii ki esed diyor, bin yıllık kankalarının ismini yanlış biliyorlarmışsa demek ki.) o esma hanım'ın kendi sorunu ama, yeni şafak ve tabanı gerçekten bu kadar mı kör? mısırlı esma'ya ağlarken kendi ülkesinde 14 yaşında polis tarafından öldürülen çocuğu anmamak, gezi'de ölenlerden bu ölümü hak etmişler gibi konuşmak nedir? ben buna ağır terbiyesizlik diyorum.

ağır terbiyesizlik deyince, tam olarak aynı şey değil ama, bir de murat yetkin gerçeği var. efendim bugün çok ağır bir yazı yazmış, eh artık o adam da delirmişmiş tabii. buyrun: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/benim_ekmek_almaya_cikan_kardesimi-1180618

valla murat bey, ne öyle diyen ne böyle diyen, ama bunu demezken bir ertuğrul özkök de olmayan, efendi bir köşe yazarı olmaktan ibarettir. yorumsuzdur, tarafsızdır, siyaseten doğrunun sözlük karşılığıdır.

fakat kusura bakmasın, bugünkü yazısını "delirmiş" olmasına filan veremiyorum.

neticede ana akım medya insanıdır. doğrudan kendisinin alo'su belki yoktur ama bu ona uzanan alo'lar olmadığını göstermez. ki bu alo belki çok uzaklardan geliyor da olabilir, üsluptaki ani değişikliğin sebebinin bu olmadığını kim bilebilir?

ortalık yıkılırken, murat yetkin'in berkin elvan üzerine aniden üslup değiştirmesi = abdullah gül'ün elvan ailesini daha dün arayıp adeta "acı var mı acı" diye sormuş olması. fark göremiyorum, üzgünüm.

o esnada maillere bakmaya devam ettim. kemal kerinçsiz de çıktı malum, gözümüz aydın. boş durmamış, "mustafa kemal'in askeri, mahmut esat bozkurt'un hukukçularıyız. mücadeleye kaldığımız yerden devam edeceğiz" demiş, eksik olmasın. nedense, aklıma 6-7 eylül'de beyoğlu'nda yağmacılıktan kendini kaybetmiş lüzumsuz vatandaşlar geldi.

derken bir tweet gördüm, adliyede bir kadın vurulmuş. türkiye, buna o kadar şaşırılmayacak bir yer ki. ciddiyim umursamadım ki bu umursamayış tek başına bir trajedidir. berkin tweet'leri okumaya devam ettim.

sonra yemeğe gittim. trt 1'de anket sonuçları vardı: tüik'e göre halkımızın %60 küsürü mutlu, %11'i ise mutsuzmuş. canlarım yhaaa...

allahtan yemekteki başka bir arkadaş kanalı değiştirdi. o kanaldaki alt yazıda gördüm, adliyede öldürülen kadın boşanma duruşmasından çıkıyormuş meğer. oğlu öldürmüş. oğlu. kendisinin doğurduğu. babasından boşanıyor diye.

artık iyice uyuşmuş bir şekilde yerime dönüp mail vs okumaya devam ettim. işte o esnada ve tam bunları yazarken, yukarıda sözünü ettiğim yazılar geldi.

13 ağır cezanın meselesi düşündüğümden çok daha uzun, onu ayrı bir post'ta yazayım. özetle;

- 13 ağır, özel yetkili mahkeme.
- özel yetkili mahkemeler kanun değişikliğiyle kaldırıldı.
- ellerindeki işleri devretmeleri lazım, yeni karar veremiyorlar.
- yani salıverilme taleplerini karara bağlayamazlardı. fakat bağladılar, red yönünde.
- sonracıma, "mahkemeler kanunla kapatılamaz" meselesi koptu.
- anayasa, gerçekten de mahkemelerin hsyk tarafından kapatılacağını düzenliyor.
- fakat adalet bakanlığı diyor ki, "o kapatma bu kapatma değil. buradaki durum farklı. kanunla kapatılmıştır ve konu kapanmıştır."

bunu biraz sonra ayrıca yazacağım. anlık düşünceyle içinden çıkılacak iş değil bu.

diğer konu ise kck tutuklularıyla ilgili. dün ortada çılgın gibi tahliye rüzgarı eserken, biliyoruz ki bu kişilere dönüp de halin nedir diyen olmadı. bugün ise, 91 kck tutuklusu için verilen tahliye talebi, kendi avukatları tarafından geri çekilmiş. şurada: http://www.taraf.com.tr/haber-kck-davasinda-91-kisinin-tahliye-talebi-geri-cekildi-150409/

"mahkemenizin 3 gün gibi kısa bir sürede 7 bin 580 sayfa iddianameyi, yaklaşık 500 klasörlük ek delilleri inceleyerek vermiş olduğu 2014/251 değişik iş nolu kararında belirtildiği üzere, tamamı tape kayıtlarından oluşan ve bir örneği adli emanette saklanan delillerin; müvekkillerce yok edilmeleri, gizlenmeleri ve değiştirmeleri yönündeki mahkemenizin endişesini paylaşmaktayız. ... pkk/kck örgütünün halen faaliyetlerine devam ediyor olması, müvekkillerin tahliye edilmeleri durumunda örgütün dağ kadrosuna katılabilecekleri yönündeki tespitler, sanık vekilleri olarak bizleri de endişelendirmiştir. ... bu nedenle mahkemenizin ve yargıçlarının gereksiz yere meşgul edilmemesi, yoğun iş yükü altındaki yargıçların daha fazla mağdur edilmemesi için ... dilekçemizden ve tahliye taleplerimizden vazgeçtiğimizi beyan eder, talebimizin kabulünü dileriz."

ve saat 14:24.

tek bir dakika çalışılamayan bir iş günü daha.

teşekkürler türkiye.

20 Şubat 2014 Perşembe

kardeşe tecavüz, tahliye, annenin beyanı, filan.

selam alıp verecek halim kalmadı, kusura bakmayın.

biraz önce ekşisözlük'te gördüğüm bir başlık sayesinde haberim oldu; diyarbakır'da 9 yaşındaki kız kardeşine farklı zamanlarda 5 kez tecavüz etmekle yargılanan 18 yaşındaki gencin tahliyesine karar verilmiş. kaçma ve delil karartma imkanı olmadığı için.

(haber linki: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/43205/9_yasindaki_kardesine_tecavuz_eden_agabeye_tahliye.html )

buradaki mide bulantımı anlatmama gerek yok, başka bir şey demeye geldim. çünkü o kız çocuğunun şu an hepimiz zaten farkındayız - diye umuyorum.

"Duruşmada ilk söz alan anne L.A., oğlundan şikayetçi olmadığını belirterek, 'Oğlum tutuklu olduğundan dolayı mağdurum' dedi".

başka sözüm yok sayın hakim.

çünkü, kızına tecavüz eden oğlundan şikayetçi olamayan bir kadın var.
kızına tecavüz eden oğlu tutuklu olduğu için mağdur olan bir kadın var.
tecavüz edilen ve ona tecavüz eden çocuğu ile birlikte yaşamaya devam edecek olan bir kadın var.
evinde acaba başka nelere şahit olduğundan, duruşmaya gelip bunu diyebilmiş olan bir kadın var.

eğer bu kendi iradesi değilse korkutulmuş, yok kendi iradesiyse delirmiş ya da delirtilmiş bir kadın var.

ama sanığın kaçma ihtimali yok.

babanın beyanı? yok. ya da bilmiyoruz.
oğlundan şikayetçi olan ya da olmayan erkeği bilmiyoruz.
kızına tecavüz eden ya da etmeyen erkeği bilmiyoruz.
kadına mahkemede beyan verdirten ya da verdirtmeyen erkeği bilmiyoruz.
belki erkek hiç yok, onu da bilmiyoruz.

çünkü bu iş kadın üzerinden yürüyor, çünkü dikkat çeken o.
baba "şikayetçi değilim" derse olmaz, ama anne derse olur. çünkü kadın olan odur.

erkek mağdurum dese hakim "mağdur olacağına çalış, oğlunu tahliye etmiyorum" diyebilir, ama kadın mağdurum derse mağdurdur ve o sanık tahliye edilmelidir.

bu esnada çocuğa ne olur, işte onu allah bilir.

19 Şubat 2014 Çarşamba

önce lafa bakarım laf mı diye...

selam, daha biraz önce uzun bir yazı gönderdiğimin farkındayım ama elim kaşınıyor.

şu kadının beyanı esastır meselesine gireyim istiyorum. ama bu günlerdir o kadar fazla konuşuldu ki, lafı uzatmak niyetinde değilim. amacım, hukukla ilgisi olmayan arkadaşları hiç yormadan, onlara şöyle bir özet geçmek. bu iyiliğim de unutulmasın.

kısa bir giriş yapalım, biliyorsunuz sokakta olduğumuz haziran günlerinde bir kadın, kabataş'ta gezicilerin tacizine uğradığını iddia etmişti. sonra bu tacizin kamera görüntüleri olduğu öne sürüldü, hatta ismet berkan "izledim ben" diye beyanda bulundu. görüntüleri önümüzdeki cuma yayınlayacağız demelerinin üzerinden onlarca cuma geçti, hazirandaki olayın görüntüsü (!) daha geçen hafta çıktı piyasaya. bir de baktık ki, taciz ne coşkun kim, yok öyle bir dünya. şaşırdık mı, hayır.

bu esnada ismet berkan bir açıklama yaptı mı bilmiyorum, kendisini zaten takip etmezdim, şu günlerde de karşıma çıkmış değil. fakat balçiçek ilter han'fendi ki kendisi bu olayın varlığından emin olan ekiptendir, "o öyle dedi ben de öyle haber yaptım çünkü kadının beyanı esastır" benzeri bir açıklama yaptı.

sonrası olaylar olaylar, kadının beyanı esas mıdır, öyleyse bu yanlış değil midir, çünkü bakın burada tutmadı, vs vs.

bir yandan, kadının beyanı esastır ilkesinin tartışılması bir anlamda iyidir, çünkü her tartışma bilinçlenmeyi getirir. öte yandan, allahaşkına, balçiçek ilter'in bu beyanı esas alarak haber yapmasıyla, bir ceza hukuku ilkesinin ne alakası var? hukuki bir tartışmayı, balçiçek ilter'ın kerametinin kaynağı meçhul bir akıl yürütmesine dayandırmak nedir? yargılama ilkelerini özgürlüğü üzerinde şüpheler bulunan bir medyanın tiraj kaygıları üzerinden mi tartışacağız?

sırasıyla gidelim ki, balçiçek hanım daha ilk maddede derhal aradan çıksın.

kadının beyanı esastır meselesi bir yargılama ilkesidir. yani bunun uygulanacağı veya uygulanmayacağı ortam yargı ortamıdır. somut olayın hukuki sürecinde görevli olmayan herhangi birinin bu ilkeye dayanarak kendince bir hukuki çıkarıma varması mümkün değildir. "ben beyana bakarım, beyan varsa tamamdır." demek, yargıyı aradan çıkarmaktır ve kusura bakmayın hanımefendi, haddiniz değildir.

şimdi kaldık mı biz bize.

arkadaşlar bu ilkenin içinize tam olarak sinmeme sebebini biliyor ve anlıyorum, kaygınızda haklısınız. diyorsunuz ki, sırf beyan üzerinden gitmek olur mu, bu uygulama kötüye kullanılmaz mı, hiç suçu olmayan adamların ceza almasına sebep olunmaz mı?

ama işte o öyle değil. kadının beyanının esas olması, bu beyana göre karar verilmesi anlamına gelmiyor çünkü. geldiği anlam, kadının beyanı üzerine soruşturma açılabilecek olmasıyla ilgili. ki bunun da son derece önemli ve gerekli olduğuna koşulsuz inanıyorum.

bunu iki yönden inceleyelim. birincisi, malum, kadın hak arama yollarını hala tam olarak kullanamayan bir figür. karakola gidip kocasını şikayet ettiği zaman, oradaki kadın memurlar tarafından bile "kocandır, olur böyle şeyler" diyerek evine geri gönderiliyor. savcıya gidip koruma istiyor, savcı beyimiz daha dosyanın yüzüne bakmadan kadın sokak ortasında katlediliveriyor. tecavüze uğruyor ki bebeklikten yaşlılığa kadar her yaşta başa gelebilen bir şey bu biliyorsunuz, ya kimseye söyleyemiyor, söyleyince de ya öldürülüyor ya da tecavüzcüsüyle evlendiriliyor, hangisi daha ağır karar veremedim. geçinebilmek için işe giriyor, patronun tacizini kime anlatabileceğini bilmiyor, çünkü o işe muhtaç ve yanında onu dinleyebilecek kimse yok. kadınlık böyle bir şey, uyanın da balığa gidelim.

şu koşullarda, "önce tacize uğradığını ispat et bakalım" diye bir şey olabilir mi? önemli olan kadının hukuku yanında hissedebilmesidir. bu insanların can ve beden güvenliğinin sağlanması, onlara bu güvenin verilmesi başka türlü nasıl mümkün olacak?

diğer yön, suçun niteliğinden bağımsız. şimdi tacizden tecavüzden uzaklaşın, herhangi bir suç düşünün. hakaret olur, hırsızlık olur... diyelim ki iş arkadaşınızın size ait cep telefonunu çaldığını iddia ediyorsunuz. belki o arkadaş o gün ülkede bile değildi ama siz tutturdunuz, yok o çaldı ben biliyorum diye. gittiniz savcıya anlattınız derdinizi. savcı, o kişinin o gün gerçekten de yurtdışında olduğunu, soruşturma açmadan nasıl bilebilir?

tabii ki soruşturma açılacak, savcı delil toplayacak, günün sonunda bakacak ki bu adamın bunu yapması mümkün değil, takipsizlik kararı verecek. şikayetçinin beyanı burada bile dikkate alınmak zorundayken, bir insanın ruh ve vücut bütünlüğü sözkonusu olduğunda neden alınmamalı?

bu arada ispat konusuna geri dönmek istiyorum çünkü "kişinin tecavüzcü olmadığı ispat etmesi" tepki uyandıran bir durum. iyi de, peki kadın o kişinin kendisine tacizde bulunduğunu -eğer ispat vasıtası yoksa- nasıl ispat edecek?

ortada sadece kadının lafıyla erkeğin lafının bulunduğunu, ikisinin de başka ispat vasıtasının olmadığını düşünelim. ilke işte en çok burada sorundur.

kadının beyanı, evet soruşturma için esas olmalıdır, ama mahkeme kararına da esas oluşturabilir mi? iki tarafın da delili yokken, salt lafa bakılarak karar verilebilir mi?

bu durumda önce lafa bakılır laf mı diye, sonra adama bakılır adam mı diye. gülmeyin, ciddiyim ben.

mesela geçenlerde bir avukat abimiz bahsetti, size de anlatayım. bir kadın meslektaş tacize uğrayıp adamdan şikayetçi olmuş. adam hakkında dava açılmış, ifadesi alınacak. neyse işte adam tabii ben yapmadım etmedim ispatı yok filan diyor. hakimin buradaki akıl yürütmesi bence son derece mantıklı: "iyi de kardeşim, bak bu kadının işi gücü sosyal konumu var, bizim toplumumuzun hali malum, neden durduk yerde senin gibi alakasız bir adama üstelik de böyle bir ithamda bulunsun?"

yani hakimler davalarda somut olay değerlendirmesi yapıyor. acaba bu kadının o adama böyle bir ithamda bulunmasının sebebi var mı yok mu, bunu anlamaya çalışıyorlar. yani sırf "hmm kadın diyorsa tamam kesin olmuştur böyle bir olay" diye bir şey yok. (tabii bunun karşısında direkt beraat filan veren hakimler de yok değil, ben doğru düzgün araştırma yapanlardan bahsediyorum.)

kaldı ki, civangate günlerinden kalma atasözümüzü buraya uygularsak, tacizin belgesi mi olur, tabii ki beyan dikkate alınacak. ne olacaktı, taciz eden kişi bir yandan iğrençliğini yaparken bir yandan daha iyi çıksın diye kameraya el mi sallayacak?

netice olarak, bu bir yargılama ilkesidir ve kişinin salt beyan üzerine soruşturulması esasını karşılar. gazetecilerin "beyan varsa suç da vardır" diyerekten gelin güvey olmalarını değil.

sevgiler,
göksun.

*
bu arada, konuyla ilgili akademiyen bakışı da isterseniz, şurada gsü kamu hukuku araştırma görevlisi eda aslı şeran ve paris-ecole des hautes études en sciences sociales'te doktora adayı zeynep koçak yılmaz'ın birlikte yazdıkları bir makale var. buyrun: http://birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=1097&makale=Kabata%FE+Olay%FDnda+%C7in+Krizi%3A+Kad%FDn%FDn+Beyan%FD+Esast%FDr+%DDlkesi

ne değişiklikler gördüm aslında yoktular...

selam,

haberleri okurken twitter sekmesini kapatmaya karar verdim, çünkü anlık tepkiyi tivit diye atınca blog yazacak hal kalmıyor. ama burada da laf lafı açtığı için haber okumak bütün günü alan bir eyleme dönüşüyor. yani okusam olmaz okumasam gönül razı değil. of duyarlı olmak çok zor. duyarlılık maaşı alamıyor muyuz, bu da bir tür maluliyet sayılamaz mı? tövbe yarabbim ne saçmalıyorum ben ya tamam.

onu bırakın da, chp anayasa mahkemesi'ne gitmiş, hsyk kanunu'ndan sebep.

hsyk değişikliğinin içeriğini siz biliyorsunuzdur, ben o ara gündemden uzaktaydım. özet geçiyorum, yeni 12 eylül'le zaten değişen hsyk demek yeteri kadar değişmemiş ki, konu 17 aralık sonrası tekrar gündeme geldi. hükümet, hsyk'yı adeta kendisinin irtibat bürosu filan haline getirecek bir kanun değişikliği yapmak istiyor. nitekim bu değişiklikler kabul edildi fakat henüz -şu günlerde twitter'da spam yağmuruna tutulmuş olan- cumhurbaşkanımızın onayından geçmedi. (bu onaydan geçemeyeceğine dair en ufak bir şüphesi olan varsa, yazık yahu rüyasından uyandırmayın.)

chp, henüz onaydan geçmeyen bu kanunu anayasa mahkemesi'ne taşıyarak bunun "yok hükmünde" sayılmasını talep etmiş. sebep de, düzenlemenin anayasa'ya aykırı oluşu.

arkadaşlar izninizle biraz teknikleşeceğim. bu iptal edilebilirlik/batıllık/yokluk konusu biraz karışık. bunların her biri birbirinden farklı şeyler. geçen sene tam da bu farktan bahsettiğim bir makale yazarken çok ağladım, oradan biliyorum. eğer aşağıdaki hukuki bilgilendirme kısmını atlamak isterseniz, bundan sonra trafik cezalarıyla ilgili habere geçeceğim, buyrun oradan devam edelim.

biraz önce "batıllık" dediğim, aslında hukuk terminolojisindeki butlan'ı karşılıyor. son yıllarda buna "kesin hükümsüzlük" deniyor. bu terim, bir şeyin "var" ama hüküm doğuramayacak nitelikte olmasını ifade eder. siz o işlemi aslında yapmışsınızdır, yani var etmişsinizdir, ama aslında hukuken o işlemin hiçbir etkisi yoktur ve olamaz. bu sebeple, sizin o işleme güvenerek yaptığınız sonraki işlemler de hükümsüz olur.tipik benzetme şudur ki butlan, çocuğun ölü doğması halidir. evet çocuk vardır ama aslında yoktur.

yokluk ise, bir anlamda butlan gibidir. yapıldığı sanılan işlemin yine hiçbir etkisi yoktur. ama aslında o çocuk hiç doğmamıştır.

örneğin birinden çek aldınız, daha doğrusu size "çek" denerek bir kağıt verildi. eğer bu kağıt, çek olmanın zorunlu unsurlarını taşımıyorsa, yani aslında hukuken o bir çek değilse, işte buradaki şey artık butlan değil yokluktur. çünkü ortada bir çek yoktur. veya diyelim ki evlendiğinizi sanıyorsunuz ama o kişi meğer nikah memuru değil de üzerine cübbe giyen herhangi biriymiş. nikah defteri yerine bambaşka bir şey imzalamışsınız. işte o evlilik batıl değildir, çünkü zaten hiç yoktur.

yokluk ve butlanın sonuçları da farklıdır. yok olan bir şey, düzeltilemez ya da ihya edilemez. yani olmayan bir şeyin sağıyla soluyla oynayarak onu var edemezsiniz. butlanda ise, işleri toparlama imkanınız vardır, çünkü ortada bir iş vardır. diğer bir fark ise; siz bir işlemin batıl olduğunu bile bile buna göz yummuşsanız, bunu sonradan gündeme getiremezsiniz. "zamanlaması manidar" deyip sustururlar. ama yokluk öyle değildir, yok olan şey hiçbir zaman yoktur, zamanlamanın bir manası olmaz.

iptal edilebilirlik ise çok kısa ve hiç karışık değil. hemen özet geçeyim; tahmin edeceğiniz gibi iptali istenen işlem gayet "vardır" ve hüküm de doğurmuştur. iptal kararı verilene kadar işlem halen yürürlükte ve geçerli olduğu için, o süreçte ona dayanarak yapılan işlemler de meşrudur. iptal edilebilirliği diğerlerinden ayıran şey işte tam olarak da budur.

çok uzattım hemen bağlıyorum. chp'nin bu kanun değişikliğini "yokluk" olarak nitelemesinin gerekçesini anlamadım. diyorlar ki, yapılan değişiklik anayasa'ya aykırıdır o yüzden de yok hükmündedir. nasıl yani? e zaten anayasa mahkemesi'nin varlık nedeni bu değil mi, kanuna uygun olan şeyi sen zaten neden anayasa mahkemesi'ne götüresin? o zaman hiçbir değişiklik aslında yoktu?

kaldı ki bu değişiklik usulüne uygun yapılmış mı? gerekli çoğunluk sağlanmış, gerekli bürokratik sürece uyulmuş, koşullar yerine getirilmiş mi? bu soruların yanıtını bilmiyorum ama olumluysa, o zaman "olmayan" ne? yani ortada bir şey "var," konu bu değil, konu olan şeyin hukuka uygun olup olmadığı. ki bu da artık bir butlan ya da iptal edilebilirlik sorunu.

öte yandan, eğer henüz -şu günlerde twitter'da spam yağmuruna tutulmuş olan- cumhurbaşkanımız onaylamamışsa, kanun değişikliği de henüz yapılmamış demektir. yani ortada daha dava açılacak bir şey dahi yok diye düşünüyorum. bir durun hele, önce değişiklik yapılmış ya da yapılma sürecinin tamamlandığı iddia edilmiş olsun ki hakkında taleplerimiz olabilsin. bu aşamada zaten olmayan ve olmuş gibi yürürlüğe de sokulmayan bir şeyin olmadığının tespitini istemek bana biraz garip geldi açıkçası. acaba chp'liler "zamanlaması manidar" denme endişesine filan mı kapıldılar; ya da içlerinde "durun, hukuk bu değil!" diyen mi yok?

bir göksun, sözünü her zaman tutar ve bunun için lannister olunmasına gerek yoktur. sosyal mesajımızı da böylece verdikten sonra, tuttuğumuz söze geri dönelim.

efendim deniyor ki, trafik yönetmeliği'nde değişiklik yapılmış, artık alkollü araç kullanmanın cezası daha da ağırmış.

pardon sevgili haber yazıcısı arkadaşım, uzayda mı yaşıyorsun?

arkadaşlar o cezalar zaten karayolları trafik kanunu'yla çoktaaan gelmişti. yeni değil, uygulanmaya başlanalı aylar oldu. bugün yayınlanan şey, o kanunun yönetmeliği. yani sadece, uygulanma şekline ilişkin bir yardımcı mevzuat. yeni ceza getirmiyor, mevcut cezanın uygulanma şekline ilişkin bir şey söylüyor.

kaldı ki, sevgili muhtemelen-uzayda-yaşayan arkadaşım, hukuk bilgisinden belli ki yoksunsun ama, seni biraz derin düşünmeye davet ediyorum. kanunda olmayan bir ceza, onun alt normu olan yönetmelikle getirilebilir mi? aklınızda olsun arkadaşlar, bir yasak ya da ceza kanunla düzenlenmemişse, yönetmelikle hiç düzenlenemez. yönetmelikler, tamamen dayanakları olan kanunların sınırları çerçevesinde kalmak zorundadırlar. eğer bunun aksini görürseniz, o yönetmeliğe karşı yargı yolunu işletebilirsiniz. ama onun prosedürünü şimdi anlatmayayım çok uzun.

bu arada yeri gelmişken, o cezayla ilgili söyleyeceklerim de var. kanun ve yönetmelik diyor ki, 0,50 promilin üzerinde alkollü araç kullananın ehliyetini ilk yakalanışta 6 ay alırım. peki tamam. hemen akabinde de diyor ki, ama diyor, eğer sen alkol muayenesini kabul etmezsen, o zaman iki yıl alırım.

nasıl yani? belki polis arıza çıkardı, ben "bir dakika ne oluyor" diyene kadar hoop tomayla girişti arabaya? belki ben daha "içmedim memur bey" derken "neee sen muayeneyi nasıl reddedersin!!!" diyerek yedim cezayı, laga luga derken imzayı da atıverdik? belki gerçekten kafam güzel, daha polis kim muayene nedir diye anlamadan, baktım gitmiş benim ehliyet iki yıl? altı ay gidecekken? nasıl iştir anlamadım.

ben bunu anlamayadururken, bir sonraki haber algımı iyice uçurdu. tipik bir yandaş basın haberi, "operasyonların arkasında cemaat var." tamam diyelim ki var, başkan'ın arkasında kim vardı on yıldır? neden bunları hiç konuşmuyoruz aziz ve muhterem din kardeşlerim?

gerçi onları konuşsak ne olacak, blog tarihimde muhtemelen on milyonuncu kez söylüyorum, memlekette muhalefet mi var? al bak yine bir gariplik, efendim chp'nin sarıyer'de seçime girememe ihtimali varmış. listeleri ysk'ya dokuz dakika da olsa geç teslim etmişler. dokuz dakika demeyin, 2009'da mhp'ye ilişkin emsal karar varmış, 25 dakika yüzünden mhp'nin seçime giremediği bir yer olmuş.

ysk benim de anılarımın olduğu bir kurul, o yüzden dakika hesabına girmeyeceğim. idari kurumlar ve kurullar böyledir, metne çok ağır bağlıdırlar. bu bir hukuk kültürü meselesi.

fakat asıl trajedi, chp'nin bu gecikmesine şaşırmamış oluşumuz. genel başkanının oy kullanamamışlığı olan bir partinin ilçe teşkilatı da böyle şeyler yapabilir, normaldir.

başka bir normallik, paralel devlet kuran bir yapının paralel sendika işine girmesi. iş hukuku benim yumuşak karnımdır, bu alanı çok sever ve çok özel bulurum. (söz bunun gerekçesini de anlatacağım bir gün.) sendikacılık deyince birden gözüm kulağım açıldı. iddiaya göre bu paralel yapı, işçileri örgütleyip sokağa dökmek için bir sürü sendika kuruyormuş.

imdiii, konuya birkaç yerden bakmak lazım. öncelikle şu "sarı sendika" kavramını açıklayalım. bunlar "işverenin araya soktuğu nifaklar" olarak özetlenebilir. yani işveren bir sendikayla gizliden anlaşır, işçiler bir şekilde bu sendikaya üye yapılır, böylelikle hem işçi kenidi örgütlü sanıp mutlu olur, hem de işveren lafını sözünü geçirebildiği kuzu bir sendika bulur, hem de sendika patronları bundan "memnun bırakılır." yani görünüşte herkes mutludur ama olan işçilere olmaktadır. sarı denmesinin de bir sebebi vardı, okumuştum ama hatırlamıyorum. fransa kaynaklı bir terim; fransa'da bu tür oluşan ilk (ya da en büyük) sendikanın binası sarı mıymış neymiş, öyle bir bağlantısı vardı.

"paralel sendikaya" gelirsek; bu sarı sendikayla aynı şey değil anladığım kadarıyla. "işçileri sokağa dökmek amaçlı" olduğu söyleniyor.

siz bu ülkedeki grev yasaklarını bilmiyor musunuz kuzum? işçiler patronları dışında kime karşı sokağa dökülebilirler? siyasi grev, hatta onu bırakın dayanışma grevi, bizim ülkemizde meşru mudur?

öte yandan, eğer veriler doğruysa son dönemde gerçekten bir sürü sendika kurulmuş. örgüt sayısındaki artış, örgütlenmenin de artacağını göstermiyor elbette. hatta ilk etapta bu bilince zarar bile verebilir. ama olsun, aşama kaydetmek iyidir ve işçi örgütlenmelerini artık her adım başında  görebiliyor olmak da bir aşamadır. sonra buna alışılır, fazlanın zarar olabileceği görülür ve olaylar gelişir. iş hukuku bilincine yönelik her şeyin bir şeyi var.

bir şeyi olan başka bir şey de, mustafa sarıgül'ün cumhurbaşkanımıza attığı "menşınsız tivit." her yerin kendinde bir adabı var, bu mention'suz taşlama da twitter alemlerine göre "metrobüste yer tutmak" gibi bir şey, yani ancak o kadar muteber. bana yapsalar muhatabımı menşın'layıp "müdür benim bana konuş!" diye bağırırdım.

neyse mustafa bey boş bir koltuk fotoğrafı paylaşıp, "türkiye cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı" yazmış. bence bunda hukuken de siyaseten de hiçbir sorun yok, eleştiridir ve hatta bence dikkate de alınmalıdır. fakat bunu haber yapan -ve şu an okuduğum- gazete, öyle bir anlatmış ki, oouuvvv meğer sarıgül bu şekilde cumhurbaşkanına hakaret etmiş olmuş da haberimiz yok. aman allah'ım bu nasıl olabilir, bu nasıl hakaret!!1!!

arkadaşlar tehlikenin farkında mısınız? "interneti ahlaksızlıktan arındıracağız" diyen zihniyetin ahlaksızlık dediği şey bu işte. boş koltuk. boş ya, bildiğiniz boş. üzerinde de "türkiye cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı" yazıyor. ama hakaret ve ahlaksızlık... bizim sosyal medya goygoylarımız hepten yalan oldu o halde, geçmiş olsun.

biz bunlarla uğraşırken, biliyorsunuz ukrayna bugünlerde karışık. ölenler 25'i bulmuş, yaralananlar yüzlerce. ben günlerdir başbakanımızdan "burada 3-5 kişinin hesabını yapıyorlar, bakın orada onlarca kişi öldü" benzeri bir açıklama bekliyorum ama gelmiyor. bu ilgisizlik ukrayna batıda kalıyor diye olabilir, bizim bu tarafta olsaydı şimdi oraya asker göndermek için tezkere hesabı yapıyor olurduk.

ah şimdi aklıma geldi, başkan çıkıp "milletimiz üzerinde başarılı olamayan faiz lobisiii, şimdi de ukrayna'yı hedef alıyorrrr!!!" der mi acaba? ama demez ya. ukrayna bizi ilgilendirmiyor, orada sünni kardeşlerimiz zulüm görmediğinden dolayı.

bunun dışında ufak tefek başka haberler de yok değil. mesela çamlıca camii besmelelerle yükseliyormuş, her gün 300 kişilik ekip işe besmeleyle başlıyormuş. allah kabul etsin tabii de, ister misiniz artık binalara da "helal" damgası vurulacak olsun? ben isterim zira nereden bileceğim oturduğum evin temelinde besmele var mı yok mu, şantiye şefi o gün abdestli miydi, kıyafetten taharet kurallarına uyuldu mu? önemli bunlar. rica ederim toki bakanlığımız  buna el atsın ve binaların girişine "binamız islami usûllere göre inşa edilmiştir" levhası zorunlu hale gelsin. lütfen.

başka bir ufacık haber, cumhurbaşkanımızın bir hsyk üyesi hakkındaki görüşü. yazının başında hsyk'nın iyice yürütmeye bağlanmak istediğine yönelik bir şeyler vardı zaten ama sayın gül konuyu son derece özet geçmiş, yorumsuz kopyalıyorum. (kaynak: yeni şafak, 19/02/2013 tarihli anasayfa, adres: http://yenisafak.com.tr/politika-haber/hsyk-uyesi-bana-bilgi-vermeliydi-19.02.2014-619653?ref=manset-9 )

"sizin atadığınız bir hsyk üyesinin açıklamaları var. 12 eylül'e benzetiyor. hsyk üyeleri bakanın memuru oluyor diyor.

evet ben atadım. ama benim atadığım üye keşke önce beni brife etseydi. ben herkese açığım."

şimdi lütfen başa dönelim, hem hsyk meselesini hem de müstakbel sansür uygulamalarını tekrar bir düşünelim. ama önce lütfen biri bana açıklasın, şu "brife etmek" nedir?

sevgiler,
göksun.

18 Şubat 2014 Salı

yetenekli bay erdoğan

selam,

çok uzun süredir (neredeyse 5 aydır) yazmadığımın farkındayım. canım istemedi.

yazmak için gündemi takip etmek gerekiyordu, o dönem bunun ömrümü kısalttığını hissettim. yaşanan dünyaya çok fazla yabancılaştığım, kendi dünyama ise çok fazla döndüğüm bir dönem oldu.

başka yazılarda da bahsetmiştim, ben ruh hallerinden de sıkılabilen bir insanım. işte o halimden de sıkıldım, e madem o zaman eski okumalı yazmalı günlerime geri döneyim dedim. ya da belki aslında olan başka bir şeydi; yabancılaşmayı o kadar abarttım ki, artık bizzat kendime de uzak olduğum için, dünyayla arama mesafe koymanın bir anlamı kalmadı. her neyse.

öte yandan, yazmaya geri dönmek için aslında bugün iyi bir gün değil. çünkü hiçbir şeyle temas edesim yok. ama tam da bu sebeple, yani kendimle olan temasımı azaltmak için, yazmak işime yarayabilir.

hayırlısı.

*
geçenlerde, nasıl olduğunu hatırlamıyorum ama bir şekilde kendimi yeni şafak'ın sitesinde buldum. biraz gezinince, haberlerin veriliş şekli ve içerikleri ilginç geldi. daha önce o tarafın gazetelerine zaman ayırmamıştım. sonra birinin röportajına rastladım, kimdi hatırlamıyorum, "eğitim sistemi chp'li yetiştiriyor" filan dediğini gördüm. işte o an, artık bir yeni şafak okuru olmaya karar verdiğim andır. çünkü belli ki çok acayip kafaları var.

önce yeni şafak'ın, akabinde ise bir karşı duruş olarak da sol gazetesinin ana sayfalarına gitmek istiyorum ama sanırım sol'a vaktim kalmayacak. bugünlük yeni şafak'tan gidelim ama bundan sonrası için planım iki gazeteye birden bakmak.

*
bugün başkan'ın grup konuşması vardı malum, salılarımız sallanıyor.

ilk iş, 28 şubat'taki "beceremediniz" başlığını bu milletin unutmayacağını hatırlatmış.

şimdi bu millet lafı biliyorsunuz ki pek meşhur. lakin ben bunun karşıladığı şeyin tam olarak ne olduğunu halen bilemiyorum. mesela bunun yerine halk denince ne oluyor, ben millet miyim halk mıyım, belki toplum da olabilirim.

eğer cümleden "beceremediniz başlığını unutmayana millet denir" çıkarımını yapmalı isek, o zaman ben başka bir şey oluyorum zira o başlığı bilmiyordum bile. bu elbette benim cehaletimdir, 28 şubat zamanı 13 yaşındaydım ama sonrasında da o dönemi fazla kurcalamadım. inkar etmiyorum. öte yandan, gayet 29 yaşımın son derece canlı hatıraları arasında bir "canım feda" vakası var ki, işte onu unutursam kalbim kurusun.

o halde madem millet değilsem sayın başkan, aşkolsun, şimdi biz neyiz?

*
"hayır internete sansür, kısıtlama gelmiyor. sadece şantaj ve ahlaksızlığa karşı tedbir alınıyor." iyi de, neyin şantaj neyin ahlaksızlık olduğuna nasıl karar veriyoruz başkanım?

mesela bana kalırsa, haber içeriklerine müdahale etmek hem şantaj hem de ahlaksızlık içerebilecek bir davranış. nasıl oluyor bunlar tam olarak, onu bir açıklayabilir miyiz?

*
"belediyecilik nedir bilmeyen birileri haliç metro köprüsü silüeti bozuyor diyor. yetişemedikleri üzüme koruk diyorlar." tabii siz böyle başlayan bir beyanın, o üzüme neden yetişilemediği konusuna bağlanmasını bekliyorsunuz. çünkü makul okur olmak bu beklentiyi gerektirir.

ama dostlarım, inanın ki "makul" aslında sizin bildiğiniz gibi bir şey değil. zira bu beyandan sonra başkanımız, uzuuuun uzun, hastane inşaatlarından girip tablet bilgisayarlardan çıkmış. bunun konuyla ne ilgisi olduğunu inanın anlamadım ama zaten anlamayacaktım; zira benim mercimek beynimin, başkan hazretlerinin ilişkilendirme sistemini anlayabileceğini nasıl düşünebilirim. haşa.

netice olarak, yazılanları okudum ve metro köprüsünü eleştirenler haksız çünkü başkanımız tablet bilgisayar dağıttığından ötürü. sorusu olan?

*
şimdi bakın aşırı efsane bir ilişkilendirme silsilesi geliyor.

1. belediyecilik nedir bilmiyorlar.
2. okullara 1 milyon bilgisayar gönderen hükümet, interneti engelliyor derseniz size dünyanın her yerinde gülerler.
3. geniş bant internet aboneliği sayısı göreve geldiğimizde 20 bindi, şu anda 34 milyona ulaştı.
4. yeni internet düzenlemesinden en fazla faydalanacak olan chp ve mhp'dir. çünkü kasetlerle en fazla tehdit edilen onlardır.

başkan naptınız siz öyle ya? bu arada artık kendisine "sen" diye hitap edemiyorum ne olur ne olmaz. tanrı'yla konuşurken bile senli benli olan bir toplumun geldiği hale bak çay demle.

neyse konuya dönersek, sanırım başbakanımız,

1. (belediyecilik bilmenin tablet bilgisayarla ilişkisini biraz önce irdelemiştik)
2. bilgisayar gönderince sansür karşıtı olunacağını, çünkü birkaç devreden ibaret bir aletle o aletin ulaşabileceği bilgilerin aynı şey olduğunu düşünüyor. elinize bilgisayarı alınca gerisi hoop sınırsız içerik çünkü.
3. küçük bir ihtimal ama, geniş bant dediğimizi pilates bandı sanıyor olabilir - fakat 10 sene önce pilates de yoktu ki memlekette... burada ebru şallı'dan rol çalma olabilir, dikkat.
4. bunu hiç açıklayamıyorum. ahshahshahs ay sinirim bozuldu pardon.

*
chp'ye demiş ki:

"... patronunuzun ananaslı, tespihli ses kayıtlarını yayınlayın. beddua görüntülerini dinleyin hep birlikte amin deyin.

malum medya haber yapmış, ak partili olmayanlar memur olamıyormuş. siz paralel devleti oluştururken sizin zihniyetinizde olmayan kimseyi almadınız, bunun adımlarını attınız. bunlar elinizden gidince hoplamaya zıplamaya başladınız. artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak."

bir şey diyeceğim, daha çok yakın tarihe kadar, ananaslı hoca'nın etrafında dönenler kendileri değil miydi? tt arena'da "bitsin bu hasret" çağrılarını anthony quinn filan mı yapmıştı, biz çağrıları mı karıştırdık?

hadi onu geçtik diyelim, chp'nin paralel devleti tam olarak ne zaman oluşturduğunun izah edilmesi lazım. 10 küsur yıldır -kusura bakmayın ama- en ufak varlık emaresi gösteremeyen chp mi oluşturdu bunu? başkanım ciddi misiniz? hadi diyelim ki bu adamlar bu kadar cin fikirli, doğru düzgün oy bile alamazken samanlar altından dereler akıtıp bu işi başardılar. e siz ne yaptınız o arada demezler mi adama? armut değilse de ayakkabı kutusu toplamışlarsa demek ki.

bir de, sizin zihniyetinizde olmayan kimseyi almadınız meselesi var. ayol devlette iktidarın zihniyetinde olmayan mı kaldı, şirin baba'nın namaz kıldığı bir ülke haline geldik başkanım yapmayın rica ederim.

chp'li olmayan alınmadı da, kedi buradaysa et nerede, et buradaysa kedi nerede? hm?

*
"sizin insanlığınız öldü mü, vicdanınız bu kadar mı kara? o kadıncağız baş örtülü olmasaydı, bu olay olur muydu? 8 mart'ta hangi yüzle kadın haklarını koruyacaksınız."

başkanım, hatırlatayım.

dilşat aktaş
lobna allami
4 aralık 2010'daki gösteride polisin tekmelediği hamile öğrenci
hiç olmazsa yaşına hürmet edilmeyen mücella yapıcı
göz altında tacize uğradığını ifade eden onlarca kadın
daha bugün haber olan, koruma altındayken tecavüze uğrayıp hamile kalan ama kürtajına izin verilmeyen 15 yaşındaki çocuk,
evlendiğinde 12, doğum yaptığında 13, öldüğünde 14 yaşında olan çocuk

ve hamileyken sokağa çıkmasında sakınca görülen, varlığı sadece bir aile içinde ve sosyal politika unsuru olarak kabul edilen milyonlarca kadın...

baş örtülü müydü?

gezi'deki kayıplarımız, kadın mıydı?

vicdanınız bu kadar mı kara?

*
selametle,
göksun.