27 Ocak 2012 Cuma

Şampanya değil Türk kahvesi, tek taş değil küp şeker.

Az önce Çağlayan'a toplanan adliyeleri özlediğimi düşünürken aklıma bir anı geldi, artık böyle şeylerin günlükte olmayacağını düşünerek kayıtlara geçsin istedim.

Bakmayın şimdi üstüme bir ağır ablalık geldiğine, gençken gaayet konuşkan ve sırıtkan biriydim. Gerçi hala fena değilimdir.

Stajyerken çalıştığım yerin işleri hep aynı adliyede olurdu, şimdi Çağlayan'da olanlardan birinde. Haftada en az 3 gün oradaydım, herkesi tanırdım, abilerim ablalarım vardı. Aynı yerlerde yemek yiyip kahvemi aynı yerde içerdim. Genelde bizim ofisin avukatları da olurdu, ama yalnız olduğum da oldu.

Kahve yerimize gittim o gün, yalnızım. Çok güleryüzlü ve kibar bi adam vardı giriş katında, pastane vitrininin arkasında duran. Beni görünce bir hoşgeldiniz bir bi’şeyler filan...

- Terasınız açık mı?
- Hemmen açarız Göksun Hanım, siz çıkın, ben hemen kahvenizi de getiriyorum...

Göksun Hanım? Kredi kartımdan okumuştur zahir.

Teras açılır, evet aslında açık değildir ama açılır. Kahvem de gelir, hem bunların garsonları yok mu, neden hep bu adam getiriyor ki?

- Ya teşekkür ederim çok zahmet oluyor size...
- Rica ederim benim için zevk.

Daha ben kahvemi içmeden çay gelir. Çay zaten her kahve sonrasında gelmektedir ama bu kadar çabuk?

- Teşekkür ederim ama ben kahvemi henüz içmemiştim?
- Yok, ben bunu kendime getirdim, eğer bir sakıncası yoksa oturabilir miyim?
- Tabii buyrun? (Nası yani?)
- Göksun Hanım, isminizi kredi kartınızdan gördüm öncelikle... Benim adım şu, yaşım bu, memleketim de şurası, askere gittim geldim, eğitimim budur, artık söylemeden duramayacağım, çok güleryüzlü çok samimi bir insansınız, ben sizinle ciddi bir arkadaşlık istiyorum. Yani lütfen kusura bakmayın ama... Yani uzun zamandır aklımda ama işte genelde arkadaşlarınızla geliyorsunuz, ya da kalabalık oluyor filan... Özür dilerim, lütfen yanlış anlamayın, ben gerçekten ciddiyim...
- Şey... Rica ederim ne kusuru... Teşekkür ederim onore oldum, ama biliyorsunuz, ben yalnız değilim... (“Onore” demişim la, ne diyeyim başka?)
- Anlıyorum, haklısınız.

Sonra fazla gitmedim. Ama aynı güleryüz ve kibarlığa devam etti, güzel insanmış.
Sonra sanırım şube değiştirdi ya da işten çıktı, bilemiyorum.
Sonra da zaten o pastane kapandı, yerine başkası açıldı.
Derken benim o adliyedeki işlerim bitti. O oldu bu oldu.

"E ne var işte bu zamanda niyeti ciddi adam bulmak kolay mı" yollu şeyler söyledi bazı arkadaşlarım.
Tamam haklılar da, ne yapaydım annemlere gidip "Her gün bana kahve yapıp getiren bir adam var, onunla evlenicem" mi diyeydim? Ahah kan alırlardı la.

26 Ocak 2012 Perşembe

Sosyal mi güvenlik?

Merhaba arkadaşlar,

Malum, uzun zamandır beklediğimiz sosyal güvenlik hamleleri bir bir gelmeye başladı. Yılda on lira sağlık harcaması olmayan biriyseniz bile ayda 213 lirayı bayılacak; bunun karşılığında da, eğer hasta olursanız devlet hastanelerinde yer olmadığı için hastane bahçesinde can vereceksiniz. (Bkz. Başbakanı seven çocuk)

Bugün yayınlanan 6270 sy. Torba Kanun'la nurtopu gibi yeni düzenlemelerimiz, çok şahane katılım paylarımız oldu.

*
İlk değişikliğimiz aslında yabancı uyruklu öğrencileri ilgilendiriyor. Ama 5510'un ne "okunamayan" bir kanun olduğunu göstermek adına, bu değişikliği sizinle paylaşmak istiyorum...

6270 diyor ki, "5510 sayılı Kanunun 60 ıncı maddesinin yedinci fıkrasının birinci cümlesine “30 günlük” ibaresinden önce gelmek üzere “üçte birinin” ibaresi eklenmiştir." Tamam.

5510/60'a bakıyorsunuz, ya kardeşim bunun 7. fıkrası hangisi? İlk fıkra nerede başlayıp nerede bitiyor, hangisi neyin alt bendi, bu c kimin bu f ne?

İkinci adımda, maddenin hepsini seçip, kopyalayıp, boş bir Word sayfasına yapıştırıyoruz. Bu sayfada ctrl+f yapıp "günlük" diye arıyoruz, ah iki tane "otuz günlük" var. Peki bunun hangisi 7. fıkra... Biz de, yazı karakterini büyütüp, çünkü 5510 okurken gözlerinizin iki derece birden atması an meselesidir, satır satır takip ederek fıkraları ayırmaya başlıyoruz... Aslında ilk fıkradan sonrası kolay ama işte ilk fıkradaki sayılar ve harfler her şeyi karıştırıyor.

Netice olarak, 5510/60/7'mizdeki değişiklik şudur arkadaşlar:

"...yabancı uyruklu öğrenciler, yükseköğrenimlerinin devam ettiği sürelerle sınırlı olarak birinci fıkranın (d) bendindeki ve 52 nci maddenin ikinci fıkrasının ikinci cümlesindeki şartlar aranmaksızın, 82 nci maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının üçte birinin 30 günlük tutarı üzerinden kendilerince genel sağlık sigortası primi ödenmek suretiyle genel sağlık sigortalısı olurlar."

Anlamayanlar için tekrar edelim: "Alt sınırın üçte birinin otuz günlük tutarı." Buncağızı da anlayın artık bi zahmet pls ltf tşk.
Yalnız hatırlatırım, birinci fıkranın (d) bendindeki ve 52 nci maddenin ikinci fıkrasının ikinci cümlesindeki şartları aramıyoruz.
Bir de, prime esas günlük kazanç 82. maddeye göre belirleniyor

İki milyonuncu kere söylüyorum, bu hayat aslında bir Coen Birederler filmi. Başka hiçbir şey değil.
Yalnız işte beni Woody Allen çekmiş olabilir.

*
Of Allah'ım ya; düzenlediğin şeyi bile doğru düzgün ifade edemiyorsun zaten, düzenlemediğini "bak ben bunu düzenlemedim ha" diye gözümüze sokmak nedir?

Bunu da iki milyonuncu soruşum, bu kanunları kim yazıyor allahaşkına ya? Kanun metinlerini hazırlayan kişiler arasında iki tane hukukçu olduğuna inanmıyorum. Varsa da sadece isimleri vardır, fakat alışverişte bile görmüyoruz kendilerini.

6270/7'de, 5510'un "ödenmeyenler" listesine ek yapılmış. Yapılan ek de ne, hemen söyleyeyim, "bir yukarıdaki maddede ödeneceği belirtilen sağlık hizmetlerinin ödenme kriterlerini sağlamayanlar."

Sağol ya, iyi ki söyledin.

Bırakın kanunları ben yazıcam. Çekilin, ben avukatım.

*
"Allahu ekber woohooo" sayın seyirciler, zira bir rant kapımız daha oldu.

5510/65'te der ki, hastanın bir yere zorunlu sevki halinde, hem kendisinin hem de duruma göre refakatçisinin yolluğu ödenir.

Bugün yayınlanan 6270 bunu geliştirmiş, diyor ki “Kurum gerekli gördüğü hallerde bu fıkra gereğince kişilerin ulaşım hizmetlerini, hizmet satın alma ve kiralama gibi usullerle temin etmeye yetkilidir.”

Şimdi baktığın zaman çok güzel, gerçekten çok faydalı. Eğer ben kendim gidemeyecek durumdaysam tabii ki devletin beni götürmesi gerekir, sosyal devletin gereği budur.

Fakat nedense, sanki bana birtakım ihalaler, birtakım kazanç kapıları, toplu araç tedarikleri, toplu hizmet alımları, bu hizmeti verecek olanların alt işveren işçisi olmaları, böyle böyle şeyler çağrıştırıyor.

Haciz araçları mesela, nerelerden alındı ve biz kullanmasak bile o araca neden para veriyoruz, hiç bunları düşündük  mü? Düşünmeyelim. Saçlarımız beyazlıyor.

*
Gelelim katılım payı maddesine... Yani 6270/9 diyorum.

Sizi 5510'la uğraşma zahmetinden kurtaracağım ve karşılığında sadece, hakkımda iyi konuşmanızı istiyorum.
Zira biliyorsunuz, "danışma ücrete tabi."

1. Ayakta tedavide hekim ve diş hekimi muayenesi için, 2 lira veriyoruz.
2. Vücut dışı protez ve ortezler ile ayakta tedavide sağlanan ilaçlar için ise, katılımı %10 ile %20 arasında olmak üzere Kurum belirliyor.

Nasıl belirliyor derseniz; hayati öneme sahip olup olmamasına, kişinin prime esas kazancına, gelirine aylığına filan bakıyor. Yani evet, bunun bir standardı yok, gözünün üstünde kaşın var diye senden %20 istenebilecek ve sen sesini çıkaramayacaksın. Çünkü neden, evinde 20 tane çakmak bulundu diye. Mesela yani.

Bence muayeneye giderken yanımızda bir "Kalb İbresi" bulunduralım. Lazım olur.

3. Ayakta tedavide sağlanan ilaçlar meselesinde bir de "üç kutu/kalem" meselesi var.

6270 diyor ki, "Kurum, reçetede yer alan üç kaleme/kutuya kadar ilaç/ilaçlar için 3 lira, ilave her kalem/kutu için 1 lira katılım payı uygulamaya yetkilidir."

Buradaki sorun, kalem ve kutunun aynı şey gibi ifade edilmesinde.

Diyelim ki bir ay boyunca kullanmam gereken 4 tane ilacım var.
Bunlardan biri 30 tablet, biri 15 tablet, ikisi de 10 tablet olarak satılıyor.
Yani birinden 1, birinden 2, diğerlerinin her birinden üçer olmak üzere 6, yani toplamda 9 kutu ilaç almış oluyorum.
Ama dört kalem?

Şimdi ben ne ödeyeceğim, biri bana anlatabilir mi?

Kalem diyeceksek, 4 kalem olduğundan 3+1=4 lira.
Kutu diyeceksek, 9 kutu, 3+6=9 lira.

Bir de, "yetkilidir" ifadesi var. Yetkili derken yani, seçimlik bir yetki var diye düşünebilir miyiz? Kurum isterse kutu isterse kalem sayısını mı esas alacak? Ne ki bu şimdi?

4. Ayakta tedavide hekim ve diş hekimi muayenesi için 2 lira veriyorduk ya, işte Kurum bu 2 lirayı on katına kadar artırmaya ve sağlık hizmeti sunucuları için farklı belirlemeye yetkili kılınmış.

"Kime göre neye göre" diye sormayın. Size göre bana göre değil, orası kesin.

*
Eveeet, "Maaşımızdan o kadar kesinti yapıyorlar madem, bu katılım payları nereye gidiyor o zaman?" derseniz, yasama organımız bunun cevabını da yine aynı kanunda vermiş durumda.

Milletvekillerine, dostlarım.

Bir zam hadiseleri olmuştu biliyorsunuz, malum, bu devirde geçim zor. Şimdi bir de, vekillikleri bittikten sonraki 4 yıl boyunca primlerinin normal vekil primi gibi Meclis bütçesinden ödenmesini düzenlemişler. Yani eğer o dört yıllık süre içinde senin sigortanı ödeyecek başka bir işte çalışmazsan, Meclis sana 4 yıl daha bakıyor. Neden çalışasın ki?

Yetmemiş, şimdi diyelim sen o dört yıl içinde sigortalı çalışmaya başladın... O da niyeyse... Kesin solcusundur.

Neyse diyelim ki yaptın böyle bir şey, solcudur yapar, ama dört yıllık süre içinde sigortalılığın bitti. Kaçırdım diye üzülme, dört yılı bitirene kadar hala yararlanabiliyorsun bu hizmetten. Nitekim şöyle diyor:

"Sigorta primlerinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi bütçesinden karşılanacağı süre içerisinde Kanuna göre uzun vadeli sigorta kolları açısından sigortalı olmayı gerektiren bir işte çalışmakta iken bu çalışmaları sona erenler ise birinci fıkra hükümlerine göre belirlenecek 4 yıllık süreyi aşmamak kaydıyla ve başvuru tarihinden itibaren aynı usul ve esaslarla birinci fıkra hükmünden yararlandırılır."

Hadi yine iyisin. Kaybettiğin eşeğini Meclis geri veriyor. Daha ne.

*
Bir madde de biz avukatlar için gelsin...

Biz 65 yaş meselesini Avukatlık Kanunu bağlamında tartışaduralım, TC Baba 5510 Kanunu'na şunu eklemiş:

“2008 yılı Ekim ayı başından önce 5434 sayılı Kanuna göre emekli olup yine bu tarihten önce serbest avukatlık veya noterlik yapanların aylıklarından bu maddenin birinci fıkrasının (b) bendi hükümlerine göre sosyal güvenlik destek primi kesilir.” 

Babam çok eğlenecek...

Yok Avukatlık Kanunu, yok yaş sınırı, yok bir seyis meselesi, ne diyorsunuz siz ya? Devletin tek kanunu sizinle mi ilgili, ya da siz tek kanuna mı tabisiniz? Siz kiminle dans ediyorsunuz?

Ödeyin primleri, yazılı yoklama yapıcam.

*
Bir de, 17. maddeyle, 4857'deki idari para cezaları güncellenmiş. Bakarsınız.

*
Bol sağlıklı günler hepimize.
Zira bir uyduruk gripten bile adamı öldürür bu devlet.

*
Göksun.




25 Ocak 2012 Çarşamba

Aman rektör, canım cicim rektör...

Merhaba herkese,

YÖK Kanunu'nun 7. maddesinin l bendinin bir kısmı iptal edilmiş arkadaşlar.

İptal edilen ibare o kadar enteresan ki, iptal edilmesine sevinmekten ziyade, bunun bir kanun maddesi olarak bugüne kadar uygulanıyor olması enteresan.

Yükseköğretim Kanunu’nun “Yükseköğretim Kurulunun görevleri” başlıklı 7. maddesinin itiraz konusu (l) bendi şöyle:

“l) Rektörlerin disiplin işlemlerini kovuşturmak ve karara bağlamak, öğretim elemanlarından bu Kanunda öngörülen görevleri yerine getirmekte yetersizliği görülenler ile bu Kanunla belirlenen yükseköğretimin amaç, ana ilkeleri ve öngördüğü düzene aykırı harekette bulunanları rektörün önerisi üzerine veya doğrudan, normal usulüne göre, yükseköğretim kurumları ile ilişkilerini kesmek veya denenmek üzere başka bir yükseköğretim kurumuna atamak,”

İptal edilen, kalın yazdığım yer. Yani bildiğin sürgün yetkisi.

Mahkeme, bu konuda şu paragrafı yazarak bu yetkiyi iptal etmiş:

"İtiraz konusu kuralda, “denenmek üzere atama” işleminin öğretim elemanlarına hürriyet ve teminat teşkil edebilecek şekilde düzenlenmemiş olduğu görülmektedir. Denenmek üzere atama işlemini gerektiren ve Yasada “düzene aykırı hareket etme” şeklinde ifadelendirilen eylemin ya da “yetersizlik” şeklinde ifadelendirilen olgunun hangi hallerde ortaya çıkacağı ve sayılan bu durumların nasıl tespit edileceğinin açıkça ve öngörülebilir biçimde düzenlenmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Ayrıca, “denenmek üzere atama” işlemi, itiraz konusu kuralda bu şekilde adlandırılmasa bile özü itibariyle bir tür disiplin cezası niteliğini taşımaktadır. Bu nedenle, denenmek üzere atama işlemini düzenleyen kurallarda, savunma hakkı başta olmak üzere disiplin ve ceza işleri bağlamında öğretim elemanlarına tanınmış hak ve güvencelere yer verilmesi gerekmektedir. İtiraz konusu yasa kuralı ise belirtilen bu gereklilikleri karşılamamaktadır. Keza, denenmek üzere başka bir yükseköğretim kurumuna atanan öğretim elemanın hangi süreyle atandığının belli olmaması, bu yolla atanan kişinin hak ve yükümlülüklerinin ve deneme sürecinin takip ve sonlandırılmasına ilişkin usul ve esasların Yasada gösterilmemiş olması da Anayasa’nın 130. maddesinin dokuzuncu fıkrası ile bağdaşmamaktadır. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2. ve 130. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir." (Oybirliğiyle.)

Tamam çok güzel. Ama gerekçenin "şümûlu" karardan daha geniş. Gerekçede gayet doğru bir şekilde "Yasada 'düzene aykırı hareket etme' şeklinde ifadelendirilen eylemin ya da “yetersizlik” şeklinde ifadelendirilen olgunun hangi hallerde ortaya çıkacağı ve sayılan bu durumların nasıl tespit edileceğinin açıkça ve öngörülebilir biçimde düzenlenmesine ihtiyaç bulunmaktadır." diyorsan, e rektörün "ilişik kesme" yetkisini ne yapacağız?

Atanmayı "disiplin cezası haline gelmiş bir uygulama" olarak görmen isabetli, evet. Ama sen rektöre verdiğin yetkinin özüne dokunmuyorsun ki, bu sefer atama yerine direk ilişik kesecek adam?

Yani sorun atanıp atanmamak değil. Rektörün "patron" olması.

Yalnız ben akademinin mevzuatına ilişkin akıl yürütebilecek biri değilim, çünkü konuyu hiç bilmiyorum. Dışarıdan bakarak gördüğüm budur, yanılıyorsam lütfen düzeltin.

Çok sevgiler,
Göksun

24 Ocak 2012 Salı

TC numaranızı rica edeyim, Meclis'e bildiricem?

Yeni bir blog açalı beri, gazete haberlerini ihmal ettim… Böyle bir karakter zaafım var, hayatıma yeni bir şeyler girince saçmalıyorum. Yeni olan şeye çok feci kanalize olup, algımı paralize edip, kendimi gayet kategorize bir halde buluyorum.  Ama “yeni” olan henüz “çok yeni” olduğu için bu "kanalizasyonu" da tam beceremiyorum. Yanlış şeyler.

İşte bu yanlışlık içinde, te cuma günü yazmaya başladığım bültenimi tamamlayamadım. Elektrik kesildi, o gelmeden biz çıktık, suyu inek içti inek dağa kaçtı.

Cuma günkü Radikal’in ilk birkaç sayfasından aldığım notlar için böyle buyrun… Siz onu okurken, ben de bugünkü yazı-çizi işlerime başlayayım. Öperim.

**
Bültenimize bir av haberiyle başlıyoruz sayın seyirciler…

Meğer bu av hadiseleri “kontenjan dahilinde” olan şeylermiş. Mesela Antalya-Akseki’de dört avcıya “kota” tanınmış, bunlar da gidip yaban keçisi vurmuşlar. Keçiyi vurup, Milli Parklar’a gidip parası neyse ödüyorlarmış. Avlanma parası. Hayvan öldürme parası. Hayvan öldürmekten zevk alma parası.

Hayvan öldürmekten zevk alanlardan alınan devlet parası. Kendisiyle yapılacak sokak lambasının ışığını hayatımda istemediğim para. Can parası.

Barbarsınız.

*
Nefrologlar Hakkari’ye gitmiyormuş. Yani ya atandıktan sonra daha yerlerini ısıtmadan tayin istiyor, ya da direk memuriyetten ayrılıyorlarmış.

Ama bir tek nefrologlar yapıyormuş bunu. Neden derseniz, onun uzmanlıktan sonra iki sene okuması daha varmış, o kadar okuyan insan da Hakkari’ye gitmek istemiyormuş.

Ya ben bu kafayı anlamıyorum. Tamam bir insan bir yerde yaşamak istemeyebilir. E o zaman neden doktor oluyorsun, hadi oldun neden devlette çalışıyorsun? “İnsan sağlığı” filan evet; ama biliyorsunuz biz avukatların adaletten anlamayanı olduğu gibi doktorun da “insan sağlığından” anlamayanı var. E abi git işte, insanların sana ihtiyacı var bak, ihtiyaç gidermek için değilse süs olsun diye mi aldın o diplomayı sen? Kimse sana “hayatını orada bitir” demiyor ki, gidip mecburi hizmetini yapıp döneceksin, sen doktor olurken bunu bilmiyor muydun? Bu iş böyle yapılan bir şey. - Evet "dönemeyebilirsin," maalesef böyle bir ülkede yaşıyoruz. Ama ne yapabiliriz, doktor oldun, devletle iş yapmaya kalktın, başına başka ne gelmesini bekliyordun? Sen "Gitmem, olur biter" derken Hakkari'li böbrek hastaları belki de ölecek, farkında mısın?

Sanki söylemedik, sanki bu ülkede Hakkari diye bir yer olduğunu bilmiyor, sanki hayatını orada geçirmeye mecbur, sanki sanki sanki…

*
Bir vatandaş, güneş enerjisiyle çalışan “ayısavar” icat etmiş.

Şöyle ki, 2 metre 18 santim boyunda, hareket edebilen bir korkuluk düşünün. Gündüz emdiği enerjiyi gece kullanıyor, sensörleri eğer “arazide hareket” algılarsa ses mes çıkarıp kovalıyor o hareketin kaynağını. Hatta bir de, eğer canlı hem tehlikeli hem de hala gitmemişse, elindeki zincirden 25bin volt elektrik vererek “şokluyor” – öldürmüyor.

Tehlikeli olma kriterini bilmiyorum da, bu aletten ben de istiyorum ya. Mucit Amca bunu boylu poslu bi adam şeklinde düşünmüş; bence bu artık endüstriyelleşsin, 2.18 çok gerçi ama işte iki metreye yakın bir boy ve şöyle “yapılı” bir endamla yanımıza koysun. Lazım oluyor. Anlamıyorsunuz.

Gerçi var benim. Ama ne olur ne olmaz, düşmez kalkmaz bir Allah neticede…

(Salı günü eklenen not: Lazım bu lazım. Var dedik ama gidiyor, ne yapalım.)

*
Rize-Senoz’da HES karşıtları, “Ey şirketler! TC devleti kanunlarına uyun. Yeter artık! Düşün yakamızdan! Senoz’u terk edin” pankartı asmış.

Naptınız siz ya… Örgütlü pankart açtınız. Adam öldürseniz daha iyi olm, örgüt olmazdınız o zaman.

Bir de, sorun şu ki, uygulanacak kanunları da zaten bunlar yapıyor. Yani olmamış bu dediğiniz.

*
Ailesel Bakan Fatma Şahin, “Çocuk gelinlere müsaade etmeyiz” demiş.

İyi de, atı alan Üsküdar’ı nasıl geçiyor? Lütfen Google’a “%33 çocuk gelin” yazıp bakar mısınız, zira haber daha çok yeni ve her yerden çıkıyor. Onu bırakın, bu haberin üzerinde bile kocaman “çocuk gelin” haberi var.

Sayın Bakan “…Hamileyken hastaneye gidiyor. Orada hastaneye gidince eş tecavüzcü olarak cezaevine gidiyor.” demiş. Ki buna karşılık, daha geçen gün yazdığım “Söz sende Hamit El Sabah” başlıklı yazıda belirttim haberi hatırlayalım:

“Öyle bir ülkedeyiz ki, 11 yaşında ve 8 aylık hamile olan kız hastaneye kaldırıldığında, “ben kocasıyım” diyen 25 yaşındaki adam “izin vermediği için” evine geri gönderiliyor. Ve yine öyle bir ülkedeyiz ki, insan olmayı da Hipokrat yeminini de bambaşka yerlerinden anlamış birtakım insanlar, “E iyi madem alın götürün o zaman” diyerek hastayı teslim ediyorlar.
Elitist gibi “doğu çok eğitimsiz yeaaa” demeyin. Olay yeri Bolu. Bağırsan duyulur.”

Sayın Bakan’a saygıda kusur etmeksizin sormak istiyorum, afedersiniz, dalga mı geçiyorsunuz?

*
Geçenlerde bizim Oda için Anayasa okumuştum ya, TBB önerisinin ne kadar “on numara” (!) olduğunu yazmıştım filan. Bugün Pınar Öğünç’ten öğrendim, meğer http://yenianayasa.tbmm.gov.tr adresinden bu önerileri kaldırmışlar.

En güzel hareket de, yeni Anayasa hakkında görüş bildirmek için TC numaramızı girmemiz gerekir olmuş.

Lan bu insanlar telefonla konuşamıyor, bir de sana TC numarasını verip “Bence değiştirilemeyecek maddeler değiştirilmeli” mi diyecek? Bir toplum ancak bu kadar “alakasızlaştırılabilir.”

*
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı örgüt kurmak ve yönetmekle suçlandı.

Kimseyi öldürmedi diye, insanın üstüne bu kadar da gidilmez ki…

*
12 Eylül’ün “idarecileri” hakkında da soruşturma açılmış. Mehmet Ağar, Doğan Güreş, Korkut Eken, Vecdi Gönül, hepsi bu dizide.

Yalnız BBP enteresan. Genel Başkan Yardımcısı olan Remzi Çayır, “Mahkeme sürecinin millet tarafından açık ve aleni bir şekilde izlenmesi ve ibret-i alem olsun diye mümkünse televizyonlardan canlı verilmesi gerekir ki, bundan sonra bu yolu kendisine metot edinmişler bir daha bu tür zalimliklere tevessül etmesinler, millet iradesinin üstüne çıkmasınlar” demiş.

Tarihe not düşülsün.

Bilelim ki, 37 kişiyi de bu sebeple diri diri yakmışlardı. İbret-i alem olsun, kitap mitap yazıp şenlik filan düzenlemesinler diye.
*


Bugünkü Radikal için birkaç saat rica ediyorum. Yazıcam Allah izin verirse. Nasipten öte köy yok yalnız, orada anlaşalım.

Çok sevgiler,
Göksun.

22 Ocak 2012 Pazar

Taşınır haczi değişmiş ve eczaneye de gitmeyecekmişiz.

Arkadaşlar günaydın,

Ya of dün Resmi Gazete'ye bakmayı unuttum, meğer neler kaçırmışım... Ne zaman unutsam kesin bişeyler oluyor.

İİK 88'deki taşınır haczinde, üçüncü şahsın elindeyken haczedilen mallların üçüncü şahsa yediemin olarak bırakılmasında, alacaklı muvafakati artık aranmıyor. 

88/2-son'u hatırlayalım: " Üçüncü şahsın elinde bulunan taşınır mallar haczedilince, alacaklının muvafakatı ve üçüncü şahsın kabulü halinde üçüncü şahsa yediemin olarak bırakılır." - İşte buradaki "alacaklının muvafakati ibaresi meğer 12.01.2012'de iptal edilmiş ve dün yayınlanan RG'de de yürütmesi durdurulmuş.

YD ilanı için bakınız:  http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/01/20120122.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/01/20120122.htm

*
Sağlık Uygulama Tebliği'nde de esaslı değişiklikler var, ama onu detaylı okumam lazım, yarın çıktısını alıp satır satır okuyacağım. Ama mesela şimdilik anladığım, eğer sağlık kuruluşundan aldığımızı reçeteyi eczaneye götürmezsek, muayenelerimizde 3 lira indirim kazanıyoruz. Uydurmuyorum, buyrun okuyun:

"Sağlık hizmeti sunucularında yapılan "muayene sonrasında kişilerin muayeneye ilişkin reçete ile ilaç temini için eczanelere müracaat etmemesi durumunda, ikinci ve üçüncü basamak resmi sağlık kurumları ile özel sağlık kurumlarındaki muayenelerde 3 (üç) TL indirim yapılır."

Ekrandan okuyamadığım için bu uzun SUT değişikliğine bugün çalışamayacağım, gelişmelerle yarın karşınızda oluciiz.

İyi pazarlar,
Göksun.

8 Ocak 2012 Pazar

Her derdimiz bitti, bi 65 yaşımız kaldı. Evet.

65 yaşın üzerindeki avukatların zorunlu emekli edilmeleri meseleleri var bir de.

Ya ben bunu anlamıyorum arkadaş, tamam 65 yaş ve üzeri olanların bir kısmı gerçekten de çok haksız bir rekabet oluşturuyorlar; hatta sırf onlar var diye rekabet oluşmuyor bile. Bunu rica ediyorum kimse inkar etmesin. Ama "olay"  bu mudur?

Serbest meslekte (men ya da zorunlu emekliliğe ilişkin) yaş haddi olması gerektiğini düşünmüyorum. Bunun duygusal sebepleri başka hadise, onu 65 yaş üzeri olanlar daha iyi anlatır. Ben şimdi 27.5 yaşında ne konuşsam goygoyculuk afedersiniz.

Mesele kıdemli avukatların meslekte ne kadar bulundukları değil ki, gençlerin ne kadar bulunamadıkları.

Benim şu yaşımda 60-70-80...bin yaş ve üzerindekilerden beklentim emekli olmaları değil, bir zamanlar kendilerinin de genç olduklarını daha sık hatırlamaları.

Neden "onlar da kazanmasın" yerine "biz de kazanalım" mantığında değiliz?

Ödeyecekleri priminin gençler için kullanılmasını da tehlikeli buluyorum. Patronlar bir de "biz hem bu kadar kıdemliyiz hem de sizin için o kadar prim ödüyoruz!" diyeceklerse, e biz gençler ölelim o zaman. O primi de bizden keser bunlar. Allahaşkına, sırf yaşı ve bağlantıları yüzünden genç milletini kıtır kıtır çiğnemeyi kendinde hak gören vatandaş, primi o gencin maaşından mı kesmeyecek?

Bence tüm 65 yaş üzeri avukatlar evlerinin herrrr yerine bir sürü gençlik fotoğraflarını filan çerçeveletip assınlar. Daha etkili bir yöntem.

Çok sevgiler ve iyi pazarlar,
Göksun.

6 Ocak 2012 Cuma

Söz sende Hamit el Sabah

Efendim bugünkü bültenimize geçmeden önce, neden Radikal’de ısrar ettiğim konusunda bir “ifade vermem” gerektiğini düşünüyorum…

Radikal’i sevmediğimi zaten daha önce zilyon kere filan söyledim, fakat Sezer sağolsun, “Okuma şunu diyorum okumaaa!” diye bana o kadar çok söylendi ki, “acaba dışarıdan nasıl görünüyorum” diye merak ettim.

Hürriyet zürriyet filan gibi şeyleri zaten direkt geçiniz.

Taraf okuyamam, çünkü asker zihniyetine karşı olmakla cemaate yakın görünmek arasındaki çizgi gerçekten çok fazla ince. Taraf’ın o çizgiyi doğru düzgün tutturabildiğine inanmıyorum.

Bir Gün okuyabilirim aslında, ama Radikal yazarlarının “kendini ifade ediş tarzı” bana daha yakın geliyor. Bir Gün’ün üslubu bana –bilmiyor da olsam- 80’leri çağrıştırıyor.

Evrensel hiç okumadım, haklarında konuşamam.

Radikal ise, “geyik” bir gazete. Tipi huyuma, jargonu dilime uygun. Çok ciddiye almadığım, zaten ciddiye alınmak gibi bir iddiası da olmayan, “mahallenin kendini solcu sanan tikisi” tadında. Üstelik, kendisini yerden yere vurabileceğim malzemeler de veriyor – mesela geçen günkü Gültan Kışanak haberi gibi.

İşte ben Radikal’i bu yüzden okuyorum. Kendini “sokağın sol gazetesi” olarak lanse eden bir gazetenin aslında bu lansmanla en fazla ne kadar alakasız olabileceğini görebilmek ve gösterebilmek için.

Bir ara Yıldırım Türker’e deli hayrandım ve yine bi ara Özgür Mumcu’ya aşıktım. Hayranlık denen şeyi 1-5 arası derecelendirecek olursak, Türker’e karşı olan hissim insani limit olan 5’e yeni indi. Mumcu konusunda ise, kendisine olan aşkımı söndürmeyip sadece stand-by’a aldım, o da ince hastalığa tutulmayayım diye.

Pınar Öğünç ve Koray Çalışkan da var hem. E tamam, daha ne olsun? Ben bir gazeteden benim dünyamı aydınlatmasını beklemiyorum ki; olan biteni “benim jargonumla” ve hoşuma giden bir görsellik içinde sunmasını bekliyorum. Yoksa allahınızı severseniz, ben kendim bir gazete çıkarsam onu bile okumamam gerekir. Çünkü mutttlaka “sinir bozucu” olurum.

Sevgili Sezer, gözümün içi, lütfen Radikal’e anlam yükler gibi olma. Radikal olm bu, Doğan’ın gazetesi, Eyüp Can yönetiyor. Nesine anlam yükleyeceksin? Ben senin gibi “ağır abi” değilim ki.

*
Eveeet, gelelim haberlere… Bu kez gazetenin kendisinden okuduğum için link veremiyorum.

*
Mümtaz’er Türköne istifa etmiş.

“Çankaya Köşkü’nün ve Kurum’un itibarını muhafaza etmek için ayrılmayı uygun gördüm” demiş. Ha şunu bileydin.

*
Van Adliyesi kullanılamaz hale geldiği için, M Tipi Cezaevi’ne taşınmış. Hakim ve savcılar, oda olarak koğuşları kullanıyorlarmış.

Her işte bir hayır var. Belki uygulamanın empatisel bir faydası olur. Tabii bizim ülkemizde bu deneyimin, hakimlerin “Bak seni sağlam yere gönderiyorum, evine gitsen evin yıkılır, ama cezaevi sağlam. Depremde heç bişe olmadydı biz bile orada çalıştıydık.” diye kullanılmasını beklemek daha gerçekçi.

Bu arada, depremler sebebiyle firar eden 300 kişinin büyük kısmı cezaevine geri dönmüş.

Hangimiz daha özgürüz?

*
Yapılan kazılardan anlaşılanlara göre, Bizans döneminde İstanbul’daki hayvan çeşitliliği bayağı enteresanmış. Fil kemikleri bile bulmuşlar ayol, fil diyorum.

“Diğer yandan İstanbul’da o tarihlerde akbabaların yaşadığı ortaya çıktı. Çok sayıda akbaba kalıntılarına rastlandı” – Öncelikle “kalıntısına” olacak o.

Haberin devamını ben yazıyorum:

“Yapılan araştırmalarda, ortalıkta yenecek çok fazla leş olduğu için akbabaların uçmaya olan ihtiyaçlarının sona erdiği ve önce kanatlarının kollara evrildiği anlaşıldı. Geçiş dönemine ilişkin buluntular henüz tamamlanamamışsa da, bu akbabaların insanlar tarafından avlanmaktan korunmak için bir süre sonra insan formuna kavuşmuş olduğu ortaya çıktı. Akbabaların tüylerinden kurtulma süreci ise, küresel ısınmanın düşündüğümüzden çok daha eskiye dayandığı gerçeğini gözler önüne serdi.

Akbabaların akıl almaz uyum sağlama becerisi ve insanlara aralarındaki yoğun kız alıp-verme sonucunda, ülkemizdeki insanların artık homo sapiens sapiens dışında bir tür olarak sınıflandırılmaları gündemde. Söz sende Hamit el Sabah.”

*
Okullar şehir dışına taşınıyor, kimsenin umursadığı yok.

Fışkıracak ruh-i mücerret gibi yerden çocuklarımız. Kime diyorum? Lan okuldan kaçıp sokaklarda sürtmeyen çocuk mu olur?

“…Bunlar ya  bina olarak tarihi nitelikte yahut konum itibariyle milyon dolarlarla ölçülebilecek arsa değerine sahip okullardı.”
Peki binlerce öğrencinin günlük transferi nasıl gerçekleşecek? Yıldız’a göre zaten okla servissiz giden öğrenci yok. Bunun trafik konusuna katkı bile sağlayacağı iddiasında hatta
Bu plan şehir merkezlerinin yoksullardan arındırılması zihniyerine de denk düşüyor.
…Hele kız çocuklarının belki 20 km öteye okula yollanması zor bir ihtimal.
Bu, ergenleri toplumdan, hayattan tecrit etmek mi demek?”

Pınar Öğünç’ten dinlediniz.

*
Türkiye’de evli kadınların %33’ü çocuk gelinmiş.

Asıl bu tehlikenin farkında mısınız?

“Kadın bilinçlenmesi” bizim bu okuyup yazma işlmizden çok daha büyük çaplı bir şey. Siz buna istediğiniz kadar nefret kusun, o kızın annesini “sesini çıkarabilir” hale getirir mi bu? Kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz.

Öyle bir ülkedeyiz ki, 11 yaşında ve 8 aylık hamile olan kız hastaneye kaldırıldığında, “ben kocasıyım” diyen 25 yaşındaki adam “izin vermediği için” evine geri gönderiliyor. Ve yine öyle bir ülkedeyiz ki, insan olmayı da Hipokrat yeminini de bambaşka yerlerinden anlamış birtakım insanlar, “E iyi madem alın götürün o zaman” diyerek hastayı teslim ediyorlar.

Elitist gibi “doğu çok eğitimsiz yeaaa” demeyin. Olay yeri Bolu. Bağırsan duyulur.

*
Mersin İl Genel Meclisi, hiçbir karşı görüş dahi çıkmadan, cem evlerini ibadethane olarak kabul etmiş.

Mersin Belediyesi CHP’li. Bu da, CHP’nin aleviler konusunda yapıp yapabildiği tek şey.

Sabahat Akkiraz’ı öyle isim olsun diye getirip meclise sokmakla olmuyor bu işler. Delikanlı ol, tüm belediyelerinden bu kararı çıkart, sonra benim karşıma “Ama bizim genel başkan Dersimli yeaa” diye çık. Turgut Özal da Kürttü, ona bakacaksak.

*
Evet işte Radikal’e sinir olmak için bir sebep daha.

Muğla’da Şerzan Kurt’un polis tarafından öldürülmesi olayına ilişkin soruşturmada dinlenen gizli tanık, “Polis gençlere direkt ateş etti” demiş.

Tamam güzel de, bu haber neden bu kadar küçük, geçiştirilmiş ve önemsiz addedilmiş?

Asker vursa sürmanşet yapardınız ama?

Bu demek değil ki askerlerinki de önemsenmesin. Asla. Eğer polis, asker, jandarma, onu bırakın devlete çalışan özel güvenlik görevlisi bile, kim olursa olsun… eğer elindeki erke dayanarak birini öldürüyorsa, bu haber ilk sayfalıktır. En azından detaylandırılıp dikkat toplamayı hak eder.

Festus Okey meselesini filan güzel haber yaptı Radikal, aferim. Baran Tursun olayında fena değildi. Havaalanında gözaltına alınan Azeri avukatı da anlattı. Tamam. Ne oldu, şimdi konumuz asker diye, polisi görmezden mi geleceğiz?

Hayır. Çünkü "Çarşı alayına karşı."

*
Kocaeli’indeki sanayi tesislerine toplamda 3.5 milyonluk çevre cezası gelmiş.

Eğer o cezalar doğru düzgün kesilip toplansa, tüm Kocaeli’ni yıkıp yeniden yapacak kadar para çıkar be.

*
Bir 28 Şubat kararı daha tarih oluyor.

Biliyoruz, 8 yıllık eğitim devletimizin bizim entelektüel seviyemizi artırma değil memleketi imam-hatiplerden kurtarma çabasıydı. İmam hatipleri kendisi getirmiş olan bir ordunun daha 20 sene geçmeden bu kez onlarla mücadele etmeye çalışması her zaman “ibretlik bir paylaşım” olarak kalacaktır.

Kuran kursuna gitme yaşının alt sınırı geçen sene kalkmıştı zaten. Hatırlatalım; Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’da Kuran kursuna gitmek için ilköğretimin 5. sınıfını bitirme şartı vardı, geçen seneden beri yok.

Son icraat planı ise, ilköğretimi 4+4+4 şeklinde zorunlulaştırma. Bu plana göre, 1 yıl okul öncesi+4 yıl ilk öğretim, sonraki 4 yıl “yönlendirme ve ortaoğretime hazırlık”, sonraki 4 yıl ise lise.  İkinci dört yılda “alan derslerinin” verilmesi düşünülüyormuş.

Yani biz “15 yaşındaki çocuğun yapacağı bölüm seçimi ne kadar olur ki” diyorken, şimdi o seçim 10 yaşına iniyor. On. Bo Derek filmi olan değil, yaş olan on.

Fatih’in İstanbul’u fethettiği değil, daha… Neyse.

Türk-Eğitim-Sen ‘den İsmail Koncuk ise göz yaşartıyor: “Geç bile kalındı. Ancak 4. sınıf erken. 5+3+4 gibi yapılabilir.”  Yani böyle demek suç değil, ama kalkıp “Bunun nasıl bir aklın ürünü olduğunu nitelemekte güçlük çekiyorum” demek muhtemelen suç. Ve burayı takip edenler de örgüt üyesi. Yani suç kavramını açıklamak için örnek olması babında konuştum, yoksa yapacağım değerlendirme bu değil.

Yorum olarak “nasip” dedim sadece.

*
Başbakan’ın “kırmızı telefonu” adliyede deşifre olmuş.

Hem gazete kapağında hem de ilgili haberin sayfasındaki manşet bu. Telefon numaraları Beşiktaş yerine Çağlayan’a gönderilmiş filan.

Ama asıl haber bu değil. Yani bence.

19 Ağustos 2011’de Aydınlık gazetesine düzenlenen operasyonda Başbakan Erdoğan’ın ses kayıtlarına ulaşılmış. Bu.

Hacı bunu haber yapasın yoksa hiç yapma. Sadece soruşturmada “devlete ait bilgilere” ulaşıldığını söyleyip bırak. Haberin içinde “Başbakan’ın ses kaydı” diyip de kalan tüm sunumda haber olanın sanki Beşiktaş-Çağlayan karışıklığıymış gibi yansıtılması nasıl bir haberciliktir? Haberi yapamıyorsun, bari doğru düzgün yapama.

*
Telefon dinleme olayı da malum, Genelkurmay’dan MİT’e devredildi…

Beni ilgilendirmiyor, neticede dinlenme konusunda bir değişiklik yok. Rızamla olmadıktan sonra, birini birine tercih edecek değilim.

Bu devir meselesi birkaç günlük haber. İlk çıktığında “bu sivil diktayı artık aşırı gözümüze sokuyorlar, bu nasıl bir pervasızlık…” diye düşünmüştüm, e zaten 2-3 gün sonra İlker Başbuğ’u da aldılar.

Korkuyorum anne.

Ve az bile korkuyorum:

“Buradan toplanacak bilgiler görev alanlarına göre Jandarma, genelkurmay ve Dışişleri Bakanlığı’na aktarılacak. Ama tüm raporlar Başbakan’a arz edilecek”
“Buraya 21. yüzyıl Türkiye’sine yakışacak bir elektronik istihbarat köyü kuruyoruz.”

21. yüzyıldan gerçekten çok farklı şeyler anlıyoruz.

*
İlker Başbuğ tutuklandı ve bunu tüm gazeteler yazıyor; fakat Radikal, son baskıya gaaa-yet rahat yetişecek bir saatte gerçekleşen bu olayı haber yapmaya üşenmiş. Haber “Tutuklama istemiyle mahkemeye sevkedilme” aşamasında kalmış.

Bakın sadece bu yazıda üçüncü soruşum, bu nasıl gazetecilik?

Dördüncüsü de geliyor:

Başbuğ’un tutuklanmasına ilişkin haber “Lacivert takım elbise, beyaz-mavi çizgili gömlek giyen Başbuğ, kırmızı kravat taktı. … bir albay ile tokalaştı ve gazetecileri başıyla selamladı.”

Hani gömleğin markası? Ayıp olmuyor mu?

*
Gazetecilere yine tahliye çıkmamış ki bunun haber değeri kalmadı zaten. Buraya kadar “köpeğin adamı ısırması” bu.

Adamın köpeği ısırması ise, STV’nin bu kararı, verilmesinden 20 dakika kadar önce açıklamış olması.

Ama işte bu ısırık, ayrı bir haber olarak üstüne gidilen bir şey değil de, tahliye kararı çıkmaması haberinin son cümlesi olarak haber yapılıyor. Etti beş.

Bu arada, bu konuda en doğru haber yine Zaytung’dan gelmiş, buyrun: “Anayasa Değişikliği Paketi'nin İçeriği Açıklandı: Yargıda Tüm Yetki STV'nin "Gereği Düşünüldü" Programına Devrediliyor”

*
Genelkurmay Başkanımız, terörle mücadelede askerin hayatı pahasına insancıl davrandığını söylemiş ve “kendi vatandaşlarımıza teörist demek istemiyoruz” ifadesini kullanmış.

E demeyin?

*
Evren Paşa’ya müebbet isteyen Angara Savcısı, “1982 Anayasası’nın kamuoyunun serbestçe oluştuğu demokratik bir ortamda oylanmadığını belirtmiş.

Üsküdar dicem, Yeni Zelanda’da bile sabah oldu.

*
TMBB İnsan Hakları Komisyonu, PKK’lı Ahmet Şerif Karakaya’nın babasını dinlemiş.

İyi etmiş güzel olmuş da, PKK’lıların kendisini de dinlese ya…

*
Şahin Bakan, BDP’liler için “İğrenç hareketlerinize tahammül ediyor bu devlet, bu millet” demiş.

Başka şeylere de tahammül ediyor ama, söyleyince susturuyorsunuz.

*
Ali Sabancı, ekonomi akanı Zafer Çağlayan’la görüşmüş.

Ondan da para istemiş midir acaba?

*
İran bizde NATO radarı kuruluyor olmasından rahatsız, çünkü kalkınmamızı istemiyor. Tabi.

Neyse ki Davutoğlu, bu radarın komşuları tehdit etmediği garantisini verip “Herhangi bir komşumuza saldırıyı onaylamayız” demiş.

Eminim İran çok rahatlamıştır. Fakat ben kendilerini yine de uyarayım…

Birincisi, diplomasi dili çok acayip bir dil. Üç gün sonra Davutoğlu çıkıp “Biz orada ‘herhangi bir komşu’ dedik, fakat İran son icraatlarıyla ‘herhangi’ olmaktan çıkmıştır. Artık bu radarın İran’a karşı kullanılması bir konjonktür gereğidir” derse karışmam. Zira kendisi bir dışişleri bakanı ve konjonktür demek zorunda.

İkincisi, bu radarın kullanılmasının istenmesi halinde, bunu isteyen “birtakım güçler” eminim Türkiye’nin onayını çok bekleyecektir.

Diyorum.

*
Ve bülteni kapatıyorum :)

Herkese çok sevgiler,
Göksun.

5 Ocak 2012 Perşembe

Çağlayan yollarından, ses versem duyar mısın

Allam adliyeye gittim çok mutluyum. İnsan Çağlayan Adliyesi gibi bir yere gittiği için, icrada dosya aranırken filan mutlu olur mu, ben feci oldum. Koridor insanıyım ben, sürünmeyince kaşınıyorum. Yaptığım iş de, bi suç duyurusu bi 89/1 itirazı. Olsun, o da iyidir, saatlerce duruşma beklediğimiz günlere sayarız.

Sabah kalktım, hava güzel, sıkıntım da bitti. E madem güzel olayım bugün dedim. Ama Allah kimseye benimki gibi bir en yakın arkadaş vermesin.

Buna mesaj attım: "depresyonun tabutuna bir çivi daha: mini etek :))))" diye. Birkaç saat geçti, sonra bir şey sormak için telefon ettim. Meğer dumura uğramış çocuk :) Güzel bozdu sağolsun.

*
Koridorda güzel bi arkadaşımı gördüm, çıkışta da tam "Ya Sultanahmet ne güzeldi, kapısında milli piyangocu Kasım Abi vardı çay içerdik, ayaküstü iki laf ederdik filan..." diye düşünürken biri seslendi... Baktım, Kasım Abi! Çağlayan'daymış artık, B kapısında.

Çay içmedik bu sefer, vaktim yoktu. Ama o kadar sevindim ki.

Avukatlık, o kadar "adliyeden" yapılması gereken bir şey ki.
Çağlayan bile olsa.

*
Çağlayan'da suç duyurusu yapmak için, eğer telefonda ve koridorda danıştığım arkadaşlarımı dinleseydim 5-6 ve 7. katlarda dibi görünmeyen arayışlara girecektim. Halbuki kolaymış. Ki ben ne zaman bana denileni yapmayıp kafama göre takılsam kesin yanlış olur, ama bu sefer yüreğim beni doğru yere götürdü. Anca böyle şeyler için doğru yere götürsün zaten, aferim.

O heykelli giriş var ya, -3'teki. Müracaat savcıları orada. Heykelin sol tarafındaki girintide. O girintiden girip koridorun solundan devam edince danışma masası gibi bir şeye ulaşıyorsunuz, "yer şurası suç da şu" diyorsunuz, sizi savcıya gönderiyor. Enteresan bir şekilde, gerçekten kolay. :)

*
Adliye <3

4 Ocak 2012 Çarşamba

Havaray'dan haber başlıkları

Ya bu haberleri gazetenin web sayfasından okumak çok sinir bozucu bir şey, sen daha yarısına gelmeden hoop yeni haberler koyuyorlar. Bir de dağınık oluyor, normal eline alıp sayfaları çevirdiğin zamanki düzen içinde gidemiyorsun.

Aman ya hayatım o kadar zor ki, biliyorum ama anlatamıyorum…

*
Bir Angara Savcısı, Evren Paşa için müebbet istemiş.

“ İddianamede Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın ‘halkın vergileriyle alınmış’ silahları kullanarak ülke yönetimine el koydukları vurgulandı.” – Demek bir 31.5 yıl da Uludere için bekleyeceğiz.

“Biz o anayasayı halkoyuna sunduk. Yüzde 92 onay verdi. Aynı yolu kullansınlar. Eğer yargılayın derse işi yargıya bırakmam. Lekeyle yaşayamam ve intihar ederim” - Beni bozmaz. Kaldı ki onay da vermedim zaten.

Bu arada, kısa kesip “cool” görünmek daha uygun olurdu ama beceremiyorum… E şimdikiler de neredeyse %50 oy aldılar o zaman, onlarla derdiniz ne Paşam?

“…darbecilerin isteğine göre hazırlanmış madde metninde af kullanılmışken, işkence gören binlerce mağdurun aleyhine yorum yapmak olanağı yoktur.” – Ağlamak istiyorum sayın seyirciler. Mezarlarını da bulaydınız iyiydi.

*
Şahin Bakan’ın görevden alınacağı söylentisi almış yürümüş. 

Gazeteci Enver Aysever ki tanışmayız, CNN Türk’teki Dört Bir Taraf programında Şubat ayında yeni bir hükümet kurulacağını ve içişleri bakanlığına İNŞ yerine Yalçın Akdoğan’ın getirileceğini söylemiş.

Şimdi efendim, artık bir “ustabaşı” tarafından yönetildiğimizden kelli, kimi nerede görevlendireceğini tahmin etmek bize düşmez. Fakat bu biraz garip bir haber. Ustabaşımızın görevden alma/istifaya zorlama davranışı benim bildiğim kadarıyla hiç olmadı. Bu tür bir davranış değişikliğini ben pek olası bulmuyorum, zira “delikanlıyı” bozar. (Bu arada, dün ya da pazartesi günkü Radikal’de tam olarak bunu yazan bir köşeyazısı görmüştüm ama kimindi hatırlamıyorum. Altı üstü iki günlük yazarlara baksam bulurum ama yazarken çok dikkatim dağılıyor.)

Hadi onu bırakalım, Ustabaşı bu tip haber yayılmalarına tahammül göstermeyecek bir ağır abi. Bunu şaka olsun diye söylemiyorum ha, gayet ciddiyim; ben kendisi gibi biri olsam sırf artık haberi yayıldı diye Şahin’i görevden almazdım. Ekibine her zaman sahip çıkan ve hiçbir zaman laf söyletmeyen birinden beklenecek hareket budur. Üç gün içinde “bizi yıpratmaya çalışan bir kısım medya…” söylemleri içerisinde Şahin Bakan’la güven tazelemelerini bekliyorum.

*
“Bülent Ersoy gerçeği…” deyip konuyu kapatıyorum. Siz kendi kendinize biraz gülün.

*
Gültan Kışanak, of, ablam benim.

Videoyu dün gönderdim ama tekrar buyrun, görmeyen varsa diye:  http://www.youtube.com/watch?v=p0E8Swi3Mnc

Fakat bu haberi alma sebebim farklı. Radikal gazetesi, gazete diyorum bak, neyin ne olduğunu kendisinden öğrendiğimiz, gerçeğe en yakın kaynak diyorum, demiş ki “Kışanak, yaşamını yitiren 35 kişinin 19'unun çoçuk olduğunu iddia ederek…” İddia. 

Buyrun Radikalci Beyler: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1074002&Date=04.01.2012&CategoryID=77

Biz bu çocukların yaşlarını sizden öğrenmiştik.

---Ertesi gün gelen edit--- "iddia ederek" ifadesini "belirterek" olarak değiştirmişler. Allam nolur burayı görmüş olsunlar lütfen.

*
Ya çıkarın Cübbeli Ahmet Hoca'yı, müridi olucam.

“ Türkiye kadın kaynarken dışarıdan kadın getirtme iddiası hiç inandırıcı olmamıştır” ahahahaha hocam benim ya. :)

*
Başbakan yine ağır konuşmuş. 

“Cenazeyi Kürt-Türk diye ayıran şeytanın izinde yürüyendir.” – canlısını ayırınca ne oluyor peki?

“Bu hadiseyi 33 kurşun hadisesine benzetmek, en hafif tabiriyle sorumsuzluktur” – Devir değişti, e tabii Çelik de değişti. Artık kurşunla değil "hava aracıyla" oluyor bu işler. Hemi de insansız.

*
“Askerlik sırasında komutanın darp ettiği er sakat kaldı. "Sadece dürttüm" diyen komutana ise 1500 lira ceza verildi, o da 24 taksitle...”

Komutan dediğin sürttü mü sürer dürttü mü deler.

*
Hah buyrun buradan yakın, 2012’nin ilk 3 gününde 4 er intihar etmiş. 

Yukarıdaki “dürtmelerle” alakalı olmasın bu?

*
Kantin boykotu Trakya Üniversitesi’ne sıçramış. 

Biz okuldayken, sanırım son seneydi, yemekhaneyi özelleştiriyorlardı. Hangi grup olduğunu hatırlamıyorum, bir grup yemekhaneyi kapattı resmen, kimseyi sokmadılar. Yemek yemek isteyenlere de kendi yaptıkları yarım ekmek sandviçleri dağıtmışlardı. Ben o zaman hayatımın “Benim de Kürt arkadaşlarım var” evresinde olduğum için çok ilgilenmiyordum böyle şeylerle.

Ne salakmışım.

Bu arada, İÜHF’nin en olaycılarından birinin kızı olarak aynı okulu bu kadar “alakasız” bitirmek de ayrı hadise. Benim çocuğum olursa o da İÜHF’ye gitsin ama dedesine benzesin isterim. Öğrenci olmak haytalık etmek kadar  “tepkili” olmayı da gerektiriyor çünkü.

*
Hepimiz iş arıyoruz. 

Milyonlarca işsiz bir yana, çalışanların da %84’ü iş arıyormuş. – Çünkü mutsuzuz! Her gün metrobüse doluşan ve iş dışında hiçbir şeye hali olmayan insan mutlu olur mu? Dün Sezer’e “Abi sosyalleşmem lazım benim…” diye bi acil durum bildiriminde bulundum ama nereye sosyalleşicem, işin varsa vaktin vaktin varsa paran yok. Ne sosyalleşmesi. İşsizken evden çıkıp BİM’e gidip geri geliyordum, aha sosyalleşme budur.

2011 yılında işe alınan her 4 kişiden biri satış, perakende ve iş geliştirme alanında yerleştirilmiş.- İşte bu döngünün kısırlığı tam da buradadır. Çünkü gelişen sektörler tamamen tüketime, insanları zaman ve para harcamaya yöneltmeye dair. Bu sektörler geliştikçe, sizin “dışarı çıkasınız” daha da artıyor. Ama çıkamıyorsunuz ve çıkamayacaksınız. Ve bunu bilmek sizi daha da mutsuz kılıyor. O arada bu sektörler gelişmeye devam ediyor. Ve sizin dışarı çıkasınız daha da artıyor. Ama çıkamıyorsunuz ve çıkamayacaksınız. Ve bunu bilmek sizi daha da mutsuz kılıyor. O arada bu sektörler gelişmeye devam ediyor. Ve sizin…

*
Büyüdüğünü kabul edemeyenlere, bununla yüzleşmesi için on beş işaret… 

Sağol Radikal, Allah razı olsun, gerçekten.

Ben hiç farkında değildim, 28. yaşıma ilerlerken hala bi cacık olamadığımın. Var ol.

*
Eyüp Can’ın AKP’yi eleştiren ve Kürt sorununa askerin engel olduğunu savunan “bir arkadaşı,” Uludere Katliamı’nda askere haksızlık edildiğini düşünüyormuş.

-Orası bir savaş “zonuymuş,”
-Gecenin o saatinde senin orada ne işin varmış, üstelik de kaçakçılık yapmak için.
-ABD de Meksika sınırında sürekli operasyon yaparmış
-Savaşlarda “friendly fire’dan” dolayı verilen kayıplar bazı durumlarda çatışmalardakinden fazlaymış.

Eyüp Bey, arkadaşınıza selam söyleyin ve lütfen belirtin, buradaki “fire” “friendly” değil.

Daha da konuşurum da, gerek yok. Arkadaşınıza bir çay koymasını söyleyin, o yeter.

*
Yiğit Bulut’un alacağı haksız fesih tazminatını feci merak ediyorum.

Kendisiyle olan ilişkim, sırma saçlarına duyduğum hayranlıkla sınırlı. Ama en nihayetinde lüzumsuz yere işten çıkarılmış biridir, bu bağlamda bir kader ortaklığımız var.

“Haberturk Televizyonumuzda Genel Yayın Yönetmenliği kadrosu kaldırılmış bulunmaktadır.” gerekçesiyle çıkarmışlar. Bir televizyonun, genel yayın yönetmenliği kadrosu kaldırılmış. Diyosun.

Bari doğru düzgün bir sebep bulsaydınız hacı, avukatlarınız akıl vermedi mi size yoksa? Hahah.

*
Lady Gaga, paranormal aktivitelerden o kadar korkarmış ki, kalacağı otel odalarındaki, konser vereceği platformlardaki filan ruhları tespit etmek için 47 bin dolarlık “elektromanyetik alan sayaçları” kullanırmış.

Anadolu’da bu tür şeylerden korunmak için kurşun döktürülüp duvara asılır, karabasan basmasın diye yatak odasına demir bir şeyler asılır, ya da direk yatağın kendisi demir olur, falan yani. Yöntem çok. 47 bin dolarına yazık be ablam.

Ya da bizim fakir memleket olduğumuz buradan belli.

*
Dolmabahçe’deki çay bahçesine devlet kafayı fena takmış. 

Beyler :(

Gerçi orayı kendileri için istiyorlardır. Beltur yaparlar.
Sorun değil, orada bir şey olsun da… Barbaros İskelesi’ndeki çaycıyı yıkmalarına ne kadar çok üzülmüştüm, bari burası kalsın. Gidemiyorsam da.

Bu arada, Dolmabahçe Sarayı’nın içindeki çay bahçesi de güzel. Deniz kenarında yer bulamıyorsunuz ama harbiden çok güzel ve ucuz. Gidin, gittirin.

*
Sevan Nişanyan’ın “Hukukçunuz diyor ki”  başlıklı bir yazısı var bugün. Soykırım, Fransa, tazminat filan yazmış. Bir lafımız yok. Ben başlığa taktım.

Sevan Nişanyan’ın kendisini nasıl tanımladığını bilemem. Ama buradaki “hukukçu” o değilse kim, eğer oysa nasıl, bu kediyse et nerede, et buysa nasıl yani?

*
Bizim gider avansı haber olmuş.

İnsanlar dava açamıyor, en çok kadınlar ve yoksullar mağdur oldu vs vs… Bakın biz bunları hep yazdık, bu bir “gider avansı” değil hukuk politikası meselesi. Arabuluculuk, “uğraşma uzlaş,” uzman görüşü zamazingosu filan, hep böyle. Devletin derdi senden peşin alacağı para değil, seninle uğraşmak istemiyor olması. Bununla “topyekûn mücadele” etmek lazım, çünkü gider avansını kaldırtıp uzman görüşünü yerinde bırakınca aslında siyaseten hiçbir şey değişmemiş olacak.

Bunların her biri için hep topluca hem de ayrı ayrı tepki vermek, her biri için esaslı ve kapsamı muhalefet süreci yürütmek lazım. Büyük resmi gördüğümüzü her defasında ifade etmemiz, kendimizi keriz yerine koydurmamamız lazım.

Bakın olay adliyeye aranarak girmekten daha büyük, daha önemli bir hadise. Tamam o da bu saçma resmin bir parçası evet, hukuk kavramını itibarsızlaştıran bir şey. İşte bunu diyorum, resim çok büyük. Harbi çok büyük. Asıl eylem bunun için yapılmalı.

*
Kadir Başgan dolmuşları kaldırıp yerine “havaray” yapacakmış.

Hee, karadaki rayları şeyettik de bi havamız kaldı.

*
Türköne Atatürkçü olmayı hakaret sayarmış.

Mümtaz'er Türköne olmaktan daha ağır bir şey olmasa gerek.

*
İÜ Beyazıt Kampüs’te 30’a yakın öğrenci gözaltına alınmış.

Bunun tekrar haber değeri kazanmasına sevineyim mi  üzüleyim mi bilemiyorum. Karışık duygular içindeyim.

Bizim okullular biliyor, zaten Çevik Kuvvet’le beraber okuduk, beraber ders çalıştık biz. Kantinde oturduk geyik yaptık belki, kim olduğunu bilmeden. Olmuştur bunlar. Kampüste vurulanlar, dövülenler, satırla girişilenler, günlük hayatımızın içindeydi.

Ben 2007’de mezun oldum ama okuldan ayağım 2006’da çekildi; okula gittiğim son dönemde zaten bir anormallik başlamıştı. Duvarında afiş olmayan bir İÜHF düşünebiliyor musunuz? Koridordunda halay çalmayan? Her yerin tertemiz, pir-ü pak olduğu? He işte öyle bir yer olmuştu bizim okul.

Şu zamanda çıkan olaylı haberler kafamı karıştırıyor. Bizim okul eski ruhuna mı dönüyor, yoksa o kadar tertemizlikte bile hala mı derlenip toplanıp götürülüyorlar, bunu bilmiyorum.

*
Şimdilik bu kadar. Yoruldum, yine saatler sürdü.
Benim kendi ofisim olsa, herhalde bütün gün okuyup yazarım. Daha da bir işe yaramam.

Ondan herhalde, Rabb’im engelleyip duruyor :)

*
Çok sevgiler,
Göksun.

2 Ocak 2012 Pazartesi

İlk iş günü memlekette olan biten... Çok "yeni" her şey, evet.


Bugün çok feci asabiyetim üstümde, o yüzden sağa sola saldırabilirim. Gerçi yazmak bana iyi geliyor; hangi yazıya böyle bir asabiyetle başlasam yarısına gelmeden ipekler gibi olmuşumdur hep.

Neyyssse…

Gelelim sinirimizi boşaltıp rahatlayacağımız ilk yazıya.

Pınar Öğünç, ODTÜ ve Boğaziçi’ndeki kantin eylemlerini yazmış. Bu eylemler çok güzel ve kampüsteki “tepkisellik” insanı gülümsetiyor. Bizdeki 2011 yılı öğrenci olaylarının ise kantin boykotu seviyesinde kalması tamamen ülkemizin güzelliğiyle alakalı. Dünyanın bir yerlerinde üst üste 3. bakan istifa etmişken, buralarda “poşu taktın” diyerek içeri atılabiliyorsun.

Hacı ben nasıl sinirli biri olmayayım allahınızı severseniz ya?

Bu ülkede, öğrencilerin kantin boykotuyla yetinmek zorunda olmaları bir yana, ortalığı gerçek bir eylem alanına dönüştüren öğrencilerin ise seksizm üzerinden haber yapıldıkları bir basın var.

Gerisi Pınar Öğünç’ten gelsin. (Bu arada, kendisine bayılıyorum.)

“Son not da, ‘ahu gözlü devrimci’ Camilla Vallejo hatırına Şili öğrenci hareketini yakinen takip eden basınımıza. Şili deyince hala onun fotoğrafını basıyorsunuz. Vallejo, bir ay kadar önce Öğrenci Federasyonu başkanlığını Gabriel Boric’e bıraktı, aklınızda olsun. O da yakışıklı bir genç ama sizi keser mi bilmem.”

*
Uludereliler barış istiyor. Hepimiz istiyoruz.

Vergilerimizle duble yol (!) yapılmak yerine o insanların kaçakçılığa mecbur olmadıkları bir hayat kurulmasını istiyorum. Koskoca bir bölgenin tek geçim kaynağının bu olduğunu n bilinmesine, engellenmemesine ve kaymağının da bi güzel yenmesine rağmen, üstlerine bomba yağdırınca “kaçakçıydı onlar yeaa” denmeyen bir ülke istiyorum.

Tabutların sar-kırmızı-yeşil bayrağa sarılmasından pek mütehassis olmuş bazılarımız. Nolacağıdı? Belki dilini konuşmayı bile bilmedikleri, onu bırak, varlıklarını bile kabul etmeyen, kendi vatandaşını “ne haliniz varsa görün, hatta mümkünse onu da görmeyin” diye fırlatıp atmış bir devletin bayrağına mı sarılacaktı o bedenler? Ayıptır lan. Ölüyü çok yücelten bir toplumuzdur, malum; dirisini adam yerine koymuyorsunuz, bari ölüsüne saygı duyun şu adamların.

Bir de tabi şeyler var, efendim başbakan şehit ailelerini niye aramamışmış…
Ölenlerin ailesi bile “Türk milletinin başı sağolsun” demişmiş…

Hepiniz gerizekalısınız.

*
GATA da özel güvenlikleniyormuş. 150 tane filan özel güvenlikçi alıyorlarmış.

İhale, yerli ve yabancı tüm isteklilere açık olacak; yerli istekliler lehine yüzde 10 oranında fiyat avantajı uygulanacakmış.

Böyle olur memleketimin sivilleşmesi.

*
Japonya’da yapılan bir deneyde, beyni olmayan bir canlının besine giden en kestirme yolu bulabildiği görülmüş.

Öncelikle, deney Japonya’da olmasaydı tamam ama, şu durumda “Japonlar yapmış abi” deme hakkımı saklı tutuyorum.

Hayatta kalmak, yabancının diliyle “survive etmek” bence tamamen apayrı bir yetenek; bunu hep düşünmüşümdür. Tok kalmak için ne yapman gerektiğini çok fazla düşünmen gerekmiyor. Tabii biz evrimin bir hediyesi olarak bugün ne yesemlerle, kalori hesaplarıyla filan ziyan oluyoruz, o ayrı.

Zeka bir yana, hayatta kalma veri ve dürtülerinin beyin olmadan nasıl işlendiğini bilmiyorum. Ki bence bu deney asıl bu yüzden önemli. Yoksa, ağzımızı doldura doldura “anlama özürlü beyinsiz salak!” dediğimiz insanların nasıl da muteber şahsiyetler olduğunu yakînen biliyoruz.

*
Nası ya?

Abi şu an, abdürdlükte ancak “poşu hadisesi”ile yarışabilecek bir haberle karşı karşıyayım.

Sincan Cezaevi’nde bir ziyaretçi, daha önceden tanışmış bulunduğu iki mahkumla selamlaştı diye “bir ay ziyaretçi olamama” ile cezalandırılmış. 

Hayır Zaytung değil Radikal okuyorum.

Olay aynen şu: Cezaevindeki yakınınızı ziyarete gidiyorsunuz. Kapalı görüş. O esnada, daha önce tanışmış olduğunuz iki mahkuma da başını eğerek selam veriyorsunuz. Ve hakkınızda tutanak tulup, size bir ay görüş yasağı getiriliyor.

Derdimi hakime anlatayım, o anlar deyip karara mahkeme nezdinde itiraz ediyorsunuz. Diyorsunuz ki, “İnsanız, selam verdik. Nezaket diye bir şey var ya hani?” – ama hakim kararı yerinde buluyor.

Meğer daha önce de selam vermişsinizmiş, kişiler ve kurum tehlikeye düşüyormuş.

“Görüşme hakkına sahip özel kişilerin kurum güvenliğinin korunması amacıyla alınan tedbirlere aykırı davranışları ve istekleri nedeniyle görüşme yasakları, en üst amirce bir aydan bir yıla kadar kısıtlanabilir. Sezgin Çelik’in ziyaretçisi Zeynep Yayla’nın diğer tutuklu ve hükümlüler ile görevli memurlarca uyarılmasına rağmen aynı tutumuna devam ettiği, ayrıca bu tutumu nedeniyle daha önce de hakkında uyarılma kararının olduğu, dolayısıyla ziyaretçi Zeynep Yayla’nın kuralları ihlal ettiği anlaşıldı. Bu nedenle verilen karar yasaya uygundur”

*
İhracatta cumhuriyet tarihinin rekorunu kırmışız.

Peki o zaman niye hala bu kadar borçluyuz, sevabına mı ihraç ediyoruz o kadar şeyi?
Yoksa ithalattaki rekor daha mı büyük?

Biri bana anlatsın.

*
“Devlet zaten tarihi boyunca Kürt illerinde insansız hava aracı olarak varolmuştur.” 

Devlet kadar sinir olduğum hiçbir şey yok bu hayatta. Askerler dahil.

*
Suriye, Antep’teki başkonsolosluğu kapatmış.

Ya şu olaylar acilen bitsin, konsolosluk da açılsın rica ediyorum. Antep’ten kalkan taksilerle Halep’e geçme planım vardı, yalan oldu.

*
“Hindistan’ın Kalküta kentinde zatürre teşhisiyle bir hastanenin yoğun bakım servisinde tedavi gören bir hasta penisinin fareler tarafından ısırılması nedeniyle aşırı kan kaybı sonucu öldü.”

“Beterin beteri var, haline şükret dostum…”

*
CHP İstanbul milletvekili Oktay Ekşi, TMK’nın 6 ve 7. maddelerinin yürürlükten kaldırılması için kanun teklifi vermiş. 

Geçen CHP için atıp tuttum ya… İşte, bu teklifi Oktay Ekşi vereceği içindi.

*

“Yılbaşında içkiyi fazla kaçıran Hüseyin T. Pendik'te 5 yıldızlı otelde yanlışlıkla yan odaya girdi. Sevgilisiyle başka bir kadını karıştırınca da olanlar oldu!

“Beterin beteri var” demiştim ya. Yokmuş.

*
Obeziteyle mücadele çerçevesinde, lokantalardaki menülere kalori yazılacakmış. 

Bakan Recep Akdağ,  hareketi sigarayla mücadeleyle kıyaslamış ve bunun daha zor olduğunu söylemiş.

Obezitenin bir hastalık olarak tanınması ve hastaya tedavi imkanı sağlanmasını elbette savunuyorum. Bunun tartışması olmaz.

Ama iyi de, bu hastalık münhasıran kalori hesabına bağlı değil ki. “Metabolizma” ayrı bir şey. Ve ayrıca, insanın sigaraya başlama ve bağımlı olma hikayesi ile, yemek yeme zevki bambaşka şeyler.

Dünya üzerinde iyi yapılmış bir yemeği yemek kadar zevk aldığım pek az şey vardır. Menülere kalori yazılmasının, sigara paketlerine “sağlığa zararlıdır” yazılmasıyla bir tutulmasını esefle kınıyorum. Sigara bağımlılıktır fakat yemek, bir hayattan zevk alma şeklidir. Zevkime dokunma!

Sayın Bakan evhanımı “günlerinde de” pasta börek değil sebze meyve tüketilmesini istemiş.

Oldu, bayramlarda da brokoli ikram edelim.

(Bu konuda lütfen bakınız: http://mideminkahyasi.blogspot.com/2012/01/damak-zevkime-dokunma.html )

*
KKTC’nin adı değişebilirmiş. 

Yerine düşündükleri de, "Kuzey Kıbrıs Türk Devleti" veya "Kıbrıs Türk Devleti" gibi bir şeymiş.

Derdiniz Türklükle değil cumhuriyetle, onu anladık da; bir şey yapıyorsunuz bari tam yapaydınız.

*
BBC, “İstanbul’da deprem olursa ne olur” diye sormuş. 

Ne olacak, ölücez.

*
Serkan Acar “Aşk ve Devrim” isimli bir film çekmiş, bu filminde idealize edilen “devrimcinin” insani tarafını göstermiş.

Sonra, bu filmi “devrimci” gençlerle izlerken, “devrimci rakı içer mi abi” sorusuyla karşılaşmış.

Bunu soran zeka küpü kardeşimizi Ahmet Dindar’a havale ediyorum.

“Rakıyı içmek ve sevmek yetmez. Hakkında kötü de konuşmayacaksın.”

*

İddiaya göre, Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Abdullah Uçman,açılan bir kişilik öğretim görevlisi kadrosunu kendi tanıdığı ile doldurmak istemiş. Ancak bu tanıdığın puanı sınava girmek için yeterli olmadığında, yüksek puanlı adayların sınava girmemesi gerekiyormuş. Başkan Bey de, nezaket gösterip, sınav için başvuran adayları arayarak çekilmelerini istemiş.

“Bu nedir?” diye soranlara da “Bu tür ilmi meselelere gazeteciler burnunu sokmasın” diye cevap vermiş.

“Kadroda söz hakkı ulemanındır” demek istemiş de, ağzından ilim çıkıvermiş.

*
Uludere için İran’dan kınama gelmiş. 

Hihoh, İran bizi kınıyor lan, iyice eğlenceli bi ülke olduk.
Suriye de kınasın ne olur.

*
Gençlikte sorumlu devlet bakanı Suat Kılıç, özetle, “Bırakın gençler demokratik çerçevede her türlü eylemde bulunsunlar” demiş.

Şimdi, kendi partisinin demokratik çerçeveden ne anladığını Şahin Bakan belirtti zaten.
Hoşgörü sınırını da Bağış Bakan ortaya koymuştu; “senin özgürlüğün benim ceketimi kirlettiğin an biter” diyerekten.

Kılıç Bakan bize yeni olarak ne söylüyor derseniz, eylemleri sosyal medya üzerinden şeyetmemizi tavsiye ediyor. Feysbuk ve Tivitır üzerinden ne istiyorsak yapabilirmişiz.

Profil fotoğrafmızı karartmak, “vatanını seven paylaşsın” “paylaşmayan beni listesinden silsin” “YÖK kaldırılsın diyorsan katıl ve tüm listeni davet et” davetlerini kabul etmek, artık birer vatandaşlık görevidir gençler. Gün bu gündür. (Allah’ım bu lafı sonunda bir yerde kullanabildiğim için çok mutluyum, hep “gün bu gün” demek istemiş ama o günün ne gün olduğunu hiç bilememişimdir. Of nihayet bir klişe daha kullandım, benden iyisi yok şu an.)

Ha bir de, unutuyordum… Kılıç Bakan, tüm partilerin gençlik kollarıyla görüştüğünü fakat BDP’ninkiyle görüşemediğini söylemiş. Çünkü BDP’nin KCK dışında bir gençlik yapılanması yokmuş.

İşte bu “ignore ediş” beni benden alıyor.

*
Daha bir sürü haber var ama yazmaktan sıkıldım. Saatlerdir ancak bitirebildim, araya giren çıkan şeyler münasebetiyle.

Tabii siz “o kadar yazmışsın, daha ne” diyorsunuz ama olay şu, ben bu kadar yazıyı normalde yarım saatte filan rahatlıkla bitiririm, nitekim daha öncekiler hep kısacık sürelerde yazıldı. Ama şimdi 4 saat oldu, yeter, yalan olduk.

Bütün gün oturup yazabilirim. Bütün gün ama. Nitekim koridor yetmedi, mutfaktan da bildireyim dedim, bir de http://mideminkahyasi.blogspot.com adresini açtım.

Böyle de bir hastalık bendeki.

Çok sevgiler,
Göksun.