25 Temmuz 2011 Pazartesi

mühendis vs. avukat

mühendis 1 sayfalık metni iki cümlede özetler.
avukat tek sayfayı kafadan beşe çıkarır.

bu örnekte, mühendisin yaptığı iyi karşılanan bişeydir. avukatın yaptığı ise kanser eder.

fakat yine bu örnekte, mühendisin yaptığı sonradan kendi başına, avukatın yaptığı ise başkalarının başına çorap olarak döner.

pek çok insana göre, mühendislerle geçinmek ve anlaşmak kesinkes daha kolaydır. avukatlar adamı -yine- kanser eder.

mühendis "kısa ve öz" takılır. avukat -döne döne- kanser eder.

yalnız son olarak bi de şu var, avukatın bir mühendise gidip "mühendis bey nasıl kurtuluruz bu işten, çok müşkül durumdayız, vs vs.." dediği pek görülmemiştir.
ama bir mühendis ya da başka herhangi biri, bunu bir avukata illa ki der.

avukatları sevelim. çünkü sevilmediğimizi görünce ekstra kanser ederiz.

Kıdem tazminatı kalkıyor da nereye kalkıyor?

Uygulama şekli açıklanmadıkça ne olduğu anlaşılamayacak bir şey bu.

İşverenlerin devlete doğru bilgi vermemesi zaten şimdi de yaygın. Kaç kişinin sigortası aldığı maaştan yatıyor ki. "Patronlar maaşı düşük gösterir" diye bir endişe yersiz.
Fakat işverene ekstra bir maliyet getirecekse bu sistem, işveren bunu elbet işçinin yanına koymayacaktır.

Kıdem tazminatının tahsili nasıl olacak, benim aklıma gelenler şunlar:

1. İşveren öder sonra ödediğini SGK'dan ister (Bu fonun SGK kapsamında olacağını düşünüyorum)
2. SGK işten çıkarılma sebebine göre (haklı sebep/geçerli sebep) her feshedilene talep üzerine veya otomatik olarak öder.
2a. Talep üzerine ödeyecekse kesin bunun bir hak düşümü süresi olur. Atıyorum iki hafta içinde talep etmezsen hakkını kaybedersin.
3. Kimse bir şey ödemez, senin SGK'dan bu parayı almak için dava açman gerekir.

Bu garip bir sistem. Her yönüyle garip.

- Bir kere, diyelim işveren beni haklı sebeple kıdem tazminatı ödemeden işten çıkardı. Ama aslında haklı sebep yoktu ortada. Kıdem tazminatımın tahsili talepli davayı kime nasıl açacağım? Hem işvereni hem SGK'yı taraf göstermem gerekir, ama aslında bu tamamen işverenin beni çıkarma sebebiyle ilgili bir durum. SGK kendisine verilen bilgiyle bağlı.

Önce işe iade davası açıp kesinleştirip kıdem tazminatımı bu şekilde isteyebileceksem, bu sistemin hiçbir faydasını göremiyorum. çünkü zaten şimdi de öyle yapılıyor.

- İşe iade davası açtım, kazandım, karar kesinleşti, işveren beni işe başlatmadı. Doğal olarak kıdem tazminatı fark alacağım doğdu. Bunun için SGK'ya ayrı bir dava daha mı açacağım? İşe iade davasının sonuçları meselesi halihazırda sorunlu, bir de yeni bir dava daha mı çıkacak başımıza?

- Kıdem tazminatı için ayrı diğer işçilik alacakları için ayrı dava açacaksam, bu iki ayrı dava, iki ayrı avukat parası, yargılama gideri ve süreci demek. Yazıktır. Hak aramak bu kadar zor olmamalı. Sırf bu yüzden AİHM'ye şikayette bulunulabilir mesela, çünkü "hak arayamama" yönünde bir devlet pratiği olacak.

Bu iş yapılacaksa, SGK ile ben muhatap olmamalıyım işveren muhatap olmalı. Benim paramı işveren vermeli, sonra SGK'dan tahsille o uğraşmalı. Eğer maksat işçinin alacağını garantiye almaksa bunun yolu budur. Zira ancak o zaman işveren "Nasıl olsa bu parayı ödemiştim" diyerek kıdem tazminatı vermekten imtina etmeyebilir.

Yalnız bu işi, inanın ki işçilerden daha çok SGK avukatları sevmeyecek.

Bilemiyorum ben sevmedim bunu.

24 Temmuz 2011 Pazar

Günlük - Davacı vekili olmanın rahatsız bünyelere etkisi

Sevgili günlük,

Davacı vekilleri bazen "garip" olabiliyor.
Davalı/işveren vekili olduğum iki dosyada saat 15.30'da keşif yapılacaktı geçen gün. Ben koştur koştur 15.20'de ulaştım kaleme, ama heyet çıkmış gitmiş! Efendim çok işleri varmış bekleyememişler! Söylendim bir miktar ama iyi de oldu aslında, orada güzel bi arkadaşımla karşılaşmıştım, oturduk çay içtik.

Neyse bilirkişiyle konuştum, şirket merkezinde buluşuruz dedik. Saat 5 gibi gelirim dedi ama saat 18.30 itibariyle halen kimse yoktu. Ve benim 19.50'de Ankara uçağım vardı. Daha fazla bekleyemeyeceğimden 18.45'te artık çıktım ben, heyetle kapıda karşılaştık. Kendimi tanıtıp özür dileyip koşarak uzaklaştım. Fakat meğer ne doluymuş davacı vekili... Davacı asilleri de almış getirmiş, bütün keşif boyunca bilirkişinin başında olduk olmadık konuşup durmuş. Bilirkişi bile artık "Hanımlar yeter artık, işimizi yapıyoruz burda!" filan diye susturmaya çalışmış kendilerini.
Ben olayı duyunca daha yeni uyandım, keşfe saatinden önce çıkılması da kesin bunların başının altından çıkmıştır.
Bu olaydan sonra, aynı vekille yine aynı davalıya karşı farklı bir davada duruşmaya girecektik. Fakat hakim yokmuş, duruşma öğleden sonraya (yani 4-5 saat sonrasına) bırakılmıştı. Ben de napim, mazeret verdim çıktım gittim.

Sonra duruşma zaptı geldi. Davacı vekili 4-5 saat bekleyip girmiş duruşmaya.

İşin mi yok ya. Yoksa eğer, masamdaki bilirkişi raporlarını göndereyim hıncını onlardan çıkar, herkes kazansın.

Allam yareppim...

Anıtkabir'den Ogün Samast'a...

Duruşma için gittiğim şehirlerde turistik zamanlar geçirme politikam başarıyla devam ediyor. Son Ankara seyahatimde de Anıtkabir'e gittim.

Binanın mimari kısmı hakkında sadece "güzel gerçekten. ağır ve sakin duruyor" diyebilirim. Her yerden toprak getirilmesi, naaşın bir sekizgenin içinde bulunması gibi detaylar hoş tabi. Ama mimari anlamda konuşabilecek yetkinlikte değilim.

Kişisel eşyalar ve kitaplık kısmı hakkında söylenecek fazla bir şey yok. Tarihi insanların kişisel eşyalarını görmek benim hep ilgimi çekmiştir. Atatürk'ün elininin yüzünün değdiği şeyleri görmek benim için bu anlamda hoş bir şey. Kenarına not alınmış kitapları filan görmek de enteresan, sanki biz gelmeden 5 dakka önce okunmuş da bırakılmış gibi duruyor. Alınan notları okumaya çalıştım ama el yazısı pek okunaklı değilmiş rahmetlinin, başarılı olamadım. Bir de kitapların neredeyse tamamı Fransızcaydı, altı çizili yerleri de anlamadım o yüzden. Yalnızca yine bir Fransızca kitapta, kitabın adının Türkçesi "Kabilelerden İmparatorluklara" olarak belirtilmişti, bir paragrafın yanına "benim için öyle ama bizim için?" diye not alınmış. Ne yazıyordu acaba...

Yapılan tüm devrimler çıkarılan tüm yasalar belirtilmiş. Çekilen belki de tüm telgraflar var. Bir devletin başından geçenleri kronolojik olarak okumak anlamında iyi bir sunum. Yalnız tüm bunların bulunduğu koridordaki kapalı devre marş yayınının sesini kısmalılar. Gereksiz ses her ahval ve şeraitte sinirimi bozar benim, tamam marş dinleteceksen dinlet de sesini niye böyle açıyosun? Müze geziyoruz biz, marş dinlemeye gelmedik.

Savaşların anlatılması ve yapay siperler filan anlaşılabilir. Neticesinde yaşandı ve kazanıldı bu savaşlar, hatta müzenin bu kısmı geçmiş bilgisi bağlamında iyi bile. Yalnız savaşları unutmayalım derken, savaş kavramını kötülerken zafer kavramını yüceltmek anlamsız bir şey. Tamam, inkar edecek halimiz yok, savaşıldı ve yüzbinlerce insan kaybedildi. masa başında olmuyor her şey. Ama savaş, kazanan için de kötüdür. Yani savaşların yansıtılması ancak, "bak vaktiyle böyle şeyler oldu, kötü şeyler bunlar, biz de bayılmadık ve karşı taraf da bayılmıyordu, neticede onlar da milli duygularla geldiler. Ama o dönemde kaçınılmaz olan buydu. Aşırı milliyetçilik var oldukça sonun budur." duygusuyla verilmeli. (Tolga Örnek'in Gelibolu belgeseli sırf yeterince hamasi bulunmadı diye yerden yere vurulmuştu, o geldi aklıma şimdi. Ama bu böyle, sen zaferi bu kadar yüceltirsen savaş kötüdür diyemezsin.)

Kötülemeye başlamadan önce lütfen yazıya devam ediniz zira en önemli kısma geliyoruz: Peki ben bu eleştirdiğim vurguya nasıl ulaştım?

Lütfen Anıtkabir'i şu aklınızla bir daha gezin. Şu ortamın en ulusalcısı bile zannederim, sokakta Rumca-Ermenice duyduğu zaman tepki göstermiyordur. Fakat bu memlekette, 16-17 yaşındaki çocuklar sırf Ermeni olduğu için birini öldürüp, sonra da mahkemede "Benim olaydaki hatam %21" diyebiliyorsa, bunun gerçekten bir sebebi var. Ülkede artık 1000 tane Rum ancak kalmışsa, bu durduk yerde olmuyor.

Diyordum ki, Anıtkabir'i şu aklınızla bir daha gezin. Haritaların olduğu yerlerde, Türklerin Yunanlıların karşılaştırmalı zayiat tablosuna bir anlam verememenizi umuyorum. Zira bu çocukça bir yarış değil, "onların daha fazla adamı ölmüş, beter olsunlar, nası da koduk ama..." denecek bir şey değil bu. Savaş. Biz klimalı odalarımızda masabaşı işlerimizi yaparken her türlü hamaseti yapabiliriz ama bugün savaş çıksa siz hamasilerden kaçınız cepheye gideceksiniz? Herkes kaçacak delik arayacak, ama Anıtkabir'deki karşılaştırmalara baktıkça da göğsü kabaracak.

Ege'deki Yunan işgali hakkında resmi tarih dışında bir bilgim yok. Mezalim de olmuştur, savaş bu. Yunanlılar elbet oturmaya gelmediler. Ama yıl olmuş 2011, neden bizim müzelerimizde "Yunanlılara bak napıyolar, aha işte papazları da arkalarında milleti gaza getiriyo" temalı bir ton resim var? Bunu kaşımanın alemi ne, senin ülkende hiç Rum yaşamıyor mu artık? Bu insanlar sana komşuluk yarenlik etmedi mi? Benden Selam Söyle Anadolu'ya'yı da mı okumadın? Yunanistan'da - veya daha ikna edici bir örnek olsun, Ermenistan'da bir müzede "Türkler geldi böyle böyle yaptı, aha da imamları da arkada milleti gaza getiriyor" dese diplomatik kriz çıkar be. Bi Orient Express yüzünden memleketçek trip yapmışlığımız var. Bizim yaptığımız ne?

Ayrıca o tabloları da kime yaptırmışlar allasen, çizimler o kadar başarısız ki. Oranlar bozuk filan. Olmamış yani.

Bir fotoğraf altında yazıyor mesela, not almadım ama şöyle bir şeydi, efendim Yunan birlikleri İzmir'e çıkarken bölgedeki Rum halkı onları karşılıyor. Burada artık kendimi tutamicam, "ohaaaaa" dedim sayın seyirciler. Ya arkadaş, tamam karşılamıştır, eyvallah. Da, sen bunu milletin gözüne sokuyosun sonra efendim "6-7 Eylül'de memleket çok şey kaybetti." Nolacaktı? Ayrıca o insanlar Yunan birliklerini karşılamışlarsa yok mudur bir bildikleri? Çok mutluydular da o yüzden mi karşıladılar? Böyle bir beyin yıkamayla büyüyen biri "Bana Rum getirin denize dökücem" kafasında olmaz mı?

Ermenilere de yüklenilmiş ama Rumlara daha bir yüklenilmiş sanki. Bizim oralarda (Adana) yaşanan işgallere ve Ermeni olaylarına ilişkin de bir şeyler vardı ama not almamışım. Ama yine, Ermeni görünce düşman bellememiz gerektiğine ilişkin bilinçaltı mesajları bilincin üstünden üstünden gayet açık alınabiliyordu. kürtlere ilişkin bir şey ise hiç görmedim. ne varlıklarına ne yokluklarına. ki bu atatürk milliyetçiliği için anlaşılır bir şey, olsa enteresan olurdu.

Böyle şeyler, ancak savaştan hemen sonra mazur görülecek şeyler. İstiklal mahkemelerinin olduğu bir dönemden daha fazlasını beklemek anlamsız, adamlar zaten zamanlarının çok ötesinde işler yapmışlar. Bunları -şimdilik- sorgulamıyor ve yargılamıyorum. Ama sen insanları bu kafayla yetiştirirsen, 2011 yılında bu müzede hala böyle şeyler olursa, Atatürk'ün kurduğu parti de CHP gibi olur, sen de "mermer mermer" takılırsın öyle.

Bir Ogün Samast kolay yetişmiyor.

Çalış çalış hep bi karış...

Sevgili Günlük,

Cuma şehirdışı, salı ve çarşamba da şehirdışı, aradaki pazartesinin yarısı duruşma, kalan yarım günde masraf yaz, duruşma defterini güncelle, bilirkişinin istediklerini toparla, kesin süreli delil listelerini yetiştir, şirket sorularına cevap ver, önündeki duruşmalara hazurlık yap eksik varsa tamamla... Bi gün gelmedim masa olmuş zaten elli milyon.

Ya arkadaş tamam herkes böyle yaşıyo kabul ama, bu hep böyle mi olacaktır? Ben ne zaman büyüyüp adam olacağımdır? Sorularla doluyum.

Ama sanırım cevaplar pek iç açıcı değil. Zira:

- Aa Erdem Abi meraba naber?
- İyidir ya yorgunluk iş güç...
- Ya abicim hadi biz neyse ama siz abilerimiz ablalarımızdan da böyle duyunca feci bi ümitsizliğe kapılıyorum. bu hep böyle mi olucak yani?
- Yok kapılma dicem de... Ya bi davada tamamen haklısın tamam mı, her şey son derece açık. Hakim çat diye aleyhe karar veriyo. O kadar çalış çabala, evrak topla delil sun derdini anlat, yok, keyfine kalmışsın... Sonra da "Ya ben bu kadar mı anlatamıyorum, bu kadar mı beceremiyorum" diye düşünüp deliriyosun. Bu iş böyle.
- Kısmet tabi bu işler.

Of ayol.

Polatlı yolları...

Dört tarafı askeriyeyle çevrili kara parçası.
Gidecek olan varsa tarif edeyim...

Ankara - Eskişehir hızlı treni kimi saatlerde Polatlı'ya uğruyor. İşte o saatler:
http://www.tcdd.gov.tr/Upload/Files/ContentFiles/2010/hizlitrensaati/yhtbaglantili.pdf

Ben Ankara'dan 8'de kalkana binip gittim, 9'daki duruşmaya yetiştim gayet. İstasyonın kapısında bir otobüs var, sizi alıp Polatlı Merkez'e götürüyor. İlk defa Mart ayında kullandım, geçici bir süre için ücretsiz olduğunu söylemişlerdi. Fakat Temmuz'da yine kullandım ve hala ücretsizdi. Bilemiyorum.

Yalnız Polatlı'ya gidecekseniz gazetenizi Ankara'dan almanız gerekiyor. Adım başı gazete bayii var tamam da, içinde etrafta görmeye alıştığımız gazeteler yok. Hürriyet bile yok her yerde. Ha spor gazetelerinin tamamı var o ayrı, ama şimdi aklımda kalmayan "aa böyle bi gaste vardı di mi" dediğim şeyler gördüm hep. Radikal arıyorsanız, benim bulduğum tek yer öğretmen evinin karşısında. E sağın solun asker dedik, nolacağıdı?

Servis sizi Polatlı İstansyon'da bırakacak, yani YHT değil normal trenin istasyonunda. Oradan adliyeye yürümek de mümkün ama iki adım öteden dolmuşlar geçiyor. Servisin şoförüne sormuştum ben ama şimdi tam hatırlamıyorum, 205 numara demişti herhalde. Siz de sorun. Yürümek isterseniz eğer, bi 15 dakikası var.
Adliyesi güzel. Yani küçük yer adliyeleri genel olarak güzel oluyor, kalabalık değil ve yabancı olduğunuz için insanlar hoşgeldiniz filan diyor. Güzel bir şey. Bir de, icra mahkemesinin süper neşeli bi kabiti var, Müberra Abla. hatırladıkça neşeleniyorum, ne güzel abla.

Dönüşte, servise bineceğiniz yerde duran araç YHT'ye gitmiyor olabilir. YHT yolunda bir de mezarlık var, oraya da servis var. Önlerinde yazıyor, dikkat edin.

Son bir bilgi; eğer davalı vekiliyseniz ve davanız icra mahkemesindeyse, davayı uzatmaya çalışmanıza hiç gerek yok. Hakime Hanım bunu gayet güzel yapıyor.

İyi yolculuklar,
Göksun.

1 Temmuz 2011 Cuma

Nimet Çubukçu Bakan Türk Yargısı Şampiyon

Eveeet, bir Radikal gecesini daha huzurlarınızda açıyoruz...

- Daha dün, Sayın Gül'ün Blok'tan seçilen vekillerin görüşme talebine cevap vermediğini yazmıştım. Yani Radikal yazmıştı, ben aktarmıştım. Fakat cevap verilmiş, Sayın Gül yarin Ahmet Türk ve Şerafettin Elçi ile görüşecekmiş.

Takdir gerektirmeyecek kadar normal karşılanması gereken bir şey bu. Fakat bu derece normal bir görüşme talebinin bir gün bile olsa neticede gecikmeli olarak cevaplandığını bence biz ortalık yerde söylemeyelim. Soran olursa "Ya onlar aralarında konuşmuşlardır zaten de bize dememişlerdir" filan diyelim. Ele güne karşı.

- Nimet Çubukçu'nun adalet bakanlığına kaydırılması gündemdeymiş.

Sırf bu bile, mesleği bırakıp Bodrum'a yerleşme sebebi olabilir. Ama öyle "kapatıp gitmeye" de huyum müsait değil. Bilmiyorum, adalet dünyasını Prozac'lı günler bekliyor.

Ama bu kadar da kafa bulunmaz ki birader!

- Eyüp Can, Şafak Pavey için pek üzülmüş.

Yazısının başlığı, Şafak'ın engelsiz yürüyüşü. (Pavey'e neden ismiyle hitap ettiğini bilmiyorum, eğer bir yakınlık münasebeti ileyse diyecek bir şeyimiz olamaz. Fakat Özkökgillerden olan Eyüp Can'ın bu teklifsizliğinin tamamen "kendinden menkul" olduğu yönünde hislerim var)

Şimdi bu başlığı okuyunca doğal olarak ne düşünüyoruz, Şafak Pavey'in engelli ilk vekil olduğunu ve bunun temsil değerini di mi? Yok işte o değil. Olay, tamamen Şafak Pavey'in Meclis'te pantolon giyemeyecek olmasıyla alakalı.

"Belli ki üzerine pantolonunu çekip her zamanki engelsiz yürüyüşünü yapamadığı için bir parça tedirgin..." Ne?

"Pantolon giyse rahat rahat dolaşacak Meclis salonunda..." Buyur?

Nası ya? İnsan nasıl bu kadar aymaz, bu kadar densiz, lafını sözünü bilmez olabilir ya? En son Oya Eronat için böyle şeyler hissetmiştim. (Densiz, yakışıksız ve saygısız davranan kimse demek bu arada. İlgilenenlerin bilgisine.)

Bu konuda bir paragraf daha yazmıştım ama sildim sonradan. Gereksiz buldum. Açıklama yapmayı bile insanlığa ayıp sayarım zira. Ama olayların bu kadar basite indirgenmesi, herkesi bu derece kendi gibi zannetmek, bu derece "Yazıııık..." perspektifi, gerçekten kanımı donduruyor.

- Katil baca kapatılıyormuş.

Katil dedikleri, Gebze'de bir fabrika bacası. Filtresi olmadığı için bacadan çıkan maddeler yolu kayganlaştırıyormuş ve trafik kazasına sebep oluyormuş. Ocak ayında bir kazada 24 araç birbirine girmiş, bir kişi ölmüş on kişi yaralanmış. Bunun üzerine, Çevre ve Orman İl Müdürlüğü bacayı "geçici olarak" kapatmaya karar vermiş.

Geçici, yani olay gündemden düşene kadar. Yani o bacaya bir filtre takılana kadar değil.

Çünkü fabrikanın şirketinin adı Tayyip Madencilik falan filan bir şeyler.

- Marmaris Bozburun'da, belediye binası dahil tüm konutlar kaçakmış.

"Coğrafi yapımız ortada. Beldenin üçte ikisi kıyı kenar çizgisi içinde. Arkamızda geniş ova yok ki. Kentsel dönüşümde gösterilen Hazine arazileri ise dağ başında. Biz meclis olarak böyle bir karara imza atamayız. Referandum isteyeceğim. Aslına bakarsanız bu iş referandumla da çözülmez."

Vay benim yalnız ve güzel ülkem...

- ETİ Gümüş, Çevre Mühendisleri Odası'na manevi tazminat davası açmış. Oda kendilerini hep kötü gösteriyormuş, aslında özlerinde hepsi pırlanta gibi insanlarmış. Çalışanlar, şirket yetkilileri ve hissedarlar "elem ve ıstırap" içindelermiş.

Bi ar damarı vardı, n'oldu ona?

- Çaycuma'da birahanelerde çalışan kadınlar için genelde çıkarılarak kılık kıfayet şartı getirilmiş. Kışın siyah pantolon yazın da dizaltı etek ve bunların üzerine beyaz gömlek giyilecekmiş.

Aranan damar bulundu. Çaycuma'ya gitmiş meğer.

Enteresan olan, ilçedeki 3 birahaneden biri bu genelgeden sonra kapanmış, diğer ikisi de "İşler kesat..." diyorlarmış. Belediye başkanı ise, "Bir etek giymiş iç çamaşırı görünüyor. Böyle garson çalışır mı? Toplumun ahlakını bozmamamız lazım." demiş. Neyse ki birahanelerdeki don görüntülerinin peşine düşen bir kahraman var da toplumun ahlakı bozulmuyor. Yoksa n'olurdu Çaycuma'nın hali...

- Kars'ta buz hokeyi yapılmaya başlamış. Buzda kayan sokak çocuklarını gören bir polis müdürü, "Bunu neden spor haline getirmeyelim ki" diyerek, şehre buz hokeyi pisti filan getirmiş. Tebrik ettim. Birahanedekilerin donu yerine çok daha işlevsel konulara takılıyor bu müdür.

Yalnız, çocuklar donmamak için Robocop kıyafeti kullanıyormuş. Tabi bir polis himayesinde ve Robocop urbası içinde büyüyen çocuğun ne olacağı az çok bellidir, ama ne olur ne olmaz. Çocuğa meşgale bulmak her zaman iyidir. Beğendim.

- Ogün Samast, "olaydaki" hatasını %21 olarak tespit etmiş.

Tek başına bilirkişi heyeti. İş kazasında maluliyet hesaplıyor.

Bu adamın (çocuk diyemiyorum) nasıl bir ceza alacağını çok merak ediyorum. Gerçi Nimet Çubukçu bakan olursa eğer adalet sistemimizin muhteşem dönüşümler geçirerek adeta bir Hz. Ömer adaleti sağlayacağından hiç şüphem yok. Ama işte, eğer Çubukçu seçilmezse diye, derin meraklar içindeyim.

Peki bir de %79 diyorduk?

- Sanayi ve ticaret bakanı Nihat Ergün, şubat ayında nişasta bazlı şeker için kota getirileceğini söylemiş fakat kota %50 artırılmış. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum, nişasta bazlı şekerin ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Ama haberi kayda değer buldum.

Hatta Sayın Ergü'ün kotayı azaltma sözünü bırakın, aynı dönemde sağlık bakanlığı bu şekerin zararlarına ilişkin bir komisyon bile kurmuş. Bu komisyon "Ya aslında önyargılardan sıyrılmak lazım, sonuçta o da bir şeker, yani ne kadar zararlı olabilir ki..." kararına varmış olacak ki, an itibariyle kota %50 arttırılmış durumda.

- Kaş'ta kadına yönelik şiddeti protesto eden kadınlar hakkına soruşturma başlatılmış.

Eee, sen kocanın dizinin dibinden ayrılır kendini copun altına atarsan olacağın budur. Git evinde aç pankartını. "Ne işi varmış orda?" derler, kalakalırsın.

- "Boşanmak isteyen eşinin boğazını kesti" - Evde pankart açarken de dikkat et. Kocan yokken aç, aynaya karşı kısık sesle iki slogan at sonra kanepeye dön örgünü ör. Evinin direğine saygı. Rep'leri unutmayalım hanımlar.

- Dicle Üniversitesi'nde bir doktor, tüm hastaları eşinin eczanesine göndermiş ve anlamadığım bir şekilde bunlar SGK'yı bayağı bir dolandırmışlar. Yani işte dolandırmışlar demeyeyim de, teknik olarak yanlış olur, buna yönelik suçlamalar varmış haklarında.

Asıl haber şu; olayı soruşturan savcı, doktorun "ilaçları sosyal güvencesi olmayan hastalar için kullanmış olabileceğini" belirterek takipsizlik vermiş. Rektörlük ise ilaçların, hastada gelişecek komplikasyonlar ve bulgularda kötüleşme beklenmesi nedeniyle önceden yazılmış olabileceğini belirterek hoca hakkındaki iddiaları yetersiz bulmuş.

Evet evet Nimet Çubukçu çözer bunu gerçekten. Yani bu kadar büyük bir hayır işine kalkıp soruşturma açmak da neyin nesi? Çaycuma'daki donlardan oluyor hep bunlar.

- Camide tek tip vaaz dönemi sona eriyormuş.

"Elveda 28 Şubat"

Müslümanların hem yasak diyip hem de aslında alasını yaptığı misyonerliğin ve ruhbanlığın kitleselleşmesi için bir adım daha. Aslında merkezi vaaz olayını da sevmiyorum, fazla "askeri." Bu bireysel vaaz olayı teoride on numara ve olması gereken; fakat uygulama konusunda derin şüphelerim var. Artık her bir vaazın hedefinde çok farklı kişiler olabileceği gibi, her yer için oraya uygun siyasal söylemler de olacak. Bakalım ne olacak.

- Şafak Pavey konusuna geri dönüyoruz. Şimdi bu kadının pantolonla gelememesi ileri demokrasimize dert oldu ya, hani Pavey engelli, yazık, ikinci sınıf, biz de ona pantolon giydirmeyerek saklamaya çalıştığı bu eksiklikerini zorla ortaya döküp kendisini utandırıyoruz ya... Meclis başkanlığına sormuşlar, napalım diye. Yetkililer "Engelli bir milletvekili başvuru yaparsa düşünürüz" demiş. Yani hem utandırıyoruz, hem de bu utandırmanın ortadan kalkmasını da utandırılanın talep etmesine bağlıyoruz. Utanmadan.

- Şişli'de eylemlerin olduğu gün, hemoroit tedavisine giden hastayı "yürüyüşün bozuk, kesin sen eylemde yaralandın da geldin" diyerek gözaltına almışlar.

Malum, bundan bir iki gün önce de meyve bıçağı ve çizgi film gibi şeyleri delil göstermişlerdi. Bu sefer de bari vatandaşın hemoroitini alıp onunla TC POLİS yazsınlar, sevaptır, vatandaşın işi görülür.

- Şanlıurfa'da 1 kişinin ölümü, 21 kişinin yaralanması ve büyük maddi zararla sonuçlanan patlamanın LPG gazı sıkışmasından olduğu ortaya çıkmış.

Ah be Pınar Abla, o araştırmayı 2011'de yapaymışın, o patlama da 20. sayfanın ufak bir köşesinde geçip gidecekmiş. Şimdi ise, yıllardır mahkemelerde geçiyor ömrün. Yazık değil mi be ablacım...

Ama Nimet Çubukçu çözecek, dediydi dersin.

- Yunanistan'da kelle vergisi başlıyormuş. Hayırlısı olsun. Devletlerin "Ya kusura bakma ben her şeyi çok pis mahvettim, şimdi sen mümkünse sırf varolduğun için bana bi vergi öde de ben de yolumu bulayım..." tavrını her zaman son derece yerinde bulmuşumdur.

- Yine Yunanistan'da, haftalık çalışma süresi 37.5 saatten 40 saate çıkarılmış. E ama "O zaman müstehak!" dememek için zor duruyor insan. Ben kaç saat çalıştığımı saymıyorum mesela, asabım bozuluyor.

- Kütahya Termikspor, Altınovaspor'la Kocaeli'nde oynayacağı maç için Sakarya-Kocaali'ye gitmiş. Kütayhalılar Kocaali'de Altınovalılar ise Kocaeli'nde karşılıklı bekleşmişler. Kimse gelmeyince de geri dönmüşler. Hakemler düşünmüş taşınmış, Altınova'yı 3-0 hükmen galip ilan etmiş.

Müstehak değil de nedir bu şimdi? :)

Bir müstehak daha var, o da uyumak mı dersin... :)

Çok sevgiler,
Göksun.