28 Şubat 2013 Perşembe

"Sosyal Bilimler Fakültesi Hukuk Anabilim Dalı"

Selam,

Aslında bugün, sabah askeri mahkemedeki hallerimi anlatmaya niyetliydim. Yolu düşmüş arkadaşlar bilirler, Selimiye'de gördüğümüz davranışın düzgünlüğü hiçbir yerde yok. İnanmıyorsunuz biliyorum ama vallahi yok.

Sonracığıma, Anadolu Adliyesi'nden gelen basın açıklamasını okudum, bunun geyiğini yapayım dedim. Çünkü o açıklamayla ancak geyik yapılır. Fakat bu konuya girmekten vazgeçiyorum; üzerine yeni bir şey söylenemeyecek kadar kalıplaşmış eleştiri unsurlarını tekrar sıralamanın alemi yok. Sıkıldım anlayacağınız.

Fakaaat, öyle bir haber gördüm ki, bunu aktarmam lazım.

Hatırlar mısınız bilemiyorum, bir ara hukuk fakülteleri beş yıla çıkıyordu. Ben şahsen bunu mantıklı bulmuştum, hatta o +1 yılın en azından belli bir oranda "adliyede geçmesi" gerektiğini düşünüyordum. Çünkü fakülteden çıkıp adliyeye düştüğümüzde gerçekten acınacak durumda oluyoruz. Onu bırakın, kimi okullarda bazı temel dersler yerine başka dersler okutuluyor, çünkü hepsine zaman yok. Roma hukukunun, hiç sevmesem de icra iflasın okutulmadığı hukuk fakültesi mi olur allaşkına? Yap beş sene, eksiğin kalmasın.

Bu arada yeri gelmişken, lütfen kusura bakmayın ama, Roma hukuksuz hukuk fakültesi de hiç kendini nimetten saymasın.

Derken, "Maraş'tan bir haber geldi... Dediler ki Meyrik öldü..."

Maraş dediğim Milliyet gazetesi, Meyrik de bizim hukuk aslında.

Şöyle ki arkadaşlar, hukuk fakültesi bırakın beşe çıkması, üçe iniyormuş. Üç senede ne anlatacaklar bilmiyorum. Fakat şöyle şeyler olabilir:

- Avukat savcı hakim ilişkisinde temel kurallar: Hiyerarşiye giriş.
- Savcılar ve hakimler için kraldan çok kralcı olma yöntemleri
- Avukatlar için adliye girişinde x-ray'e koyulmaya uygun çanta modelleri
- Savunma hakkının temel esasları I (Hakkın kapsamı olarak savcının ve hakimin takdir yetkisi)
- Savunma hakkının temel esasları II (Hakimin takdir yetkisinin kapsamı olarak devlet başkanının iradesi)
- Terörist teşhis yöntemleri
- Özellikle büyük çaplı hukuk davalarında bilirkişinin anlam ve önemi.
- Hukukun kaynağı olarak lafzi ve demogojik yorum
- Hakim ve savcılar için temel bilgisayar bilgisi: Ctrl+c ve ctrl+v ile gerekçeli karar yazdırmak.

İşte bitti gitti. Altı üstü dokuz ders. Ben ki İstanbul Hukuk'taki son dönemimde 11 ders almış insanım, 9 ders 3 senede evleviyetle alınır - yalnız bu mezunlar muhtemelen "evleviyet" kavramını de bilmez, o ayrı.

Benim kişisel hayalim, bu konuda en başından beri acımasızdım yeni olmadım, hukuk fakültesine öyle "gelişigüzel" girilmemesi yönünde. İnsanların hayatlarıyla oynuyorsunuz, "hak" kavramı üzerinde kafa yorup işinizin "mecburiyeti" olarak siyaset yapıyorsunuz. Bir hukukçunun asıl uğraşı hakkın korunması bağlamında insanlık onurudur; siz aslında bununla iştigal ediyorsunuz. Ama neden, istediğiniz ya da bu derinliği anladığınızdan mı, hayır. Puanınız yettiğinden, aileniz istediğinden, hoşlandığınız çocuk oraya gittiğinden, şundan bundan. Ya da belki sırf hukuk fakültesini havalı bulduğunuzdan. Aferin tebrikler. Sonra böyle oluyor işte.

Hukuk dediğin fakülteye, önce gider temel bilimlerde 1-2 sene takılır bilimsel bir "algı" edinirsin, sonra girersin. Dünyadan haberin olur, neyin neden önemli olduğunu kavrayacak hale gelirsin, sonra sana ver ederler hak kavramını, hukuk teorilerini, temel medeni hukuk bilgilerini. Artık oradan alır yürürsün, borçlarıydı cezasıydı.

Ya allaşkına, siz hukuktaki siyaseti gerçekten sadece "kamu hukukunda" mı görüyorsunuz? Özel hukuku kim yaratıyor, o normlar gökten zembille mi indi? Gerçek ya da tüzel kişilerin, şirketlerin, eşlerin ve çocukların uymaları gereken kurallar, devletin hukuk politikasıyla ilgili değil mi? Bu politikayı cezada tespit etmek zor değil, çünkü her şey zaten ortada. Ama Borçlar Kanunu hükümlerinin nasıl bir zihniyetle geldiği sizi hiç mi ilgilendirmiyor? Sendikalar Kanunu'nu devlet baskıcı bir kafayla değiştirdi de Ticaret Kanunu'nu değiştiren kafa acayip eşitlikçi, son derece adil, feci sosyal bir kafa mı?

Bunları sorgulamıyor olamazsınız ya yapmayın.

Gerçi sen ben sonuz zaten. Koca koca dersleri dört yılda bitirmeye boş yer kasmışız, bak meğersem üç yılda olup bitebiliyormuş bu işler. Yarın bir gün bir "sosyal bilimler fakültesi" kurup şimdiki tüm sosyal bilim fakültelerini de anabilim dalı yapar bunlar.

Hani saçınız biraz fazla kesildiğinde üzülürseniz "Aman canım kökü sende nasıl olsa" denir ya. İşte mesleğin kökü artık bizde filan değil arkadaşlar. Kimsede değil, çünkü öyle bir kök kalmadı.

Çanta aratmayarak, duruşmada ayağa kalkmayarak, İstiklal'de cübbeli yürüyüşe katılarak filan, kusura bakmayın da mastürbasyondan başka bir şey yapmıyoruz.

Sevgiler,
Göksun.

22 Şubat 2013 Cuma

Kalbi kırık icra müdürü :'(

Bugün hukuk hakkında söylenecek küçük küçük bir sürü şey var. Neresinden başlasam...

Şu geçen günkü hakim meselesinden başlayayım. Gittim dosyanın fotokopisini aldım, haftasonu iyice çalışıp çocuğun tutukluluğuna itiraz edeceğim.

Onun dışında, durumu Baro'nun avukat hakları ve çocuk hakları merkezlerine ilettim. Fakat o mahkeme gözlemci taleplerini reddediyormuş, "Çocuk duruşmaları kapalı yapılır" diye. İyi de arkadaş, çocuk duruşmasının kapalı olmasının amacı zaten o çocuğun korunması, sen kapalılığın ardında deli gibi hak ihlali yapıyorsan koruma bunun neresinde? Biz çocuğu zaten senden korumaya çalışıyoruz, bilemiyorum farkında mısın.

HSYK şikayetini ise şimdilik ertelesem mi diyorum. Adam gözlemci talebini reddederse, şikayetimde o reddin anlamsızlığını da anlatmış olurum uzun uzun. Yoksa dilekçe hazır, gönderilmeye müsait, ama işte şu meseleyi de eklersem daha iyi olur diye düşünüyorum. Bu konuda henüz karar vermedim. Fakat bir düşüncem de şu, eğer hakimi reddedeceksem, red dilekçesinde "hakim halihazırda HSYK'da şikayet edilmiş durumdadır. Hakkında şikayet bulunan bir hakimin dosyaya bakması uygun değildir" yazmak bence fena fikir değil. Yani önce hangisini yapsam bilemiyorum, haftasonu çalışırken Sezer'e de sorar bir yol çizerim kendime. Hadi bakalım.

***
Bu sabah Kartal Adliyesi'ne gittim tamam mı. Metro çıkışından Adliye'ye doğru o meydan var ya, kocaman. Su içindeydi. Göletleri atlataraktan yürürken,  "Arkadaş şu devirde bi düzgün taş döşemeyi bile beceremiyorsunuz, sonra boyunuza bakmadan adliye yapmaya kalkışıyorsunuz..." diye söylendim.

Dümdüz ettiğin yerin eğimini, yağmur yağınca ne hale gelebileceğini, yağmur denen hayat gerçeğini değerlendirmekten acizsin, ama dünyanın en büyük adliyesini yaptık diye atmadık hava bırakmıyorsun. Densizlikten başka bir şey değil.

Neyse işimin olduğu kaleme gittim, bir yandan işimi bekliyor bir yandan konuşmaları dinliyorum. Meğersem geçenlerde duruşma salonlarından birini, üstelik de duruşma esnasında su basmış. Olmuş bu. Dünyanın en büyük adliyesi, yıl 2013. Saygılar Türkiye.

***
Anayasa Mahkemesi'nin bireysel başvuru kararları yayınlanmaya başlandı. Bugün belki sekiz on tane filan yayınlamışlar. Süre bakımından red olanları pek incelemedim, fakat iki karardan söz etmek istiyorum müsaitseniz.

İlk kararımız, tipik bir "hak aramayı bilmeyen vatandaşın yaşadığı heyecan" örneği.

Talep sahipleri, tazminat davasında davalı olmuşlar. Olay hakkında iki ayrı bilirkişi raporu alınmış, karar ise davalıların aleyhine olan rapora göre verilmiş. Bu kişiler de, "raporlardaki çelişki giderilmeden karar verilmiştir" diyerek Anayasa Mahkemesi'ne başvurmayı uygun görmüşler.

Bir Yargıtay vardı, ne oldu ona? Bilmiyoruz. Nitekim davalılar da bilmiyor olsa gerek ki, temyizden önce AYM'ye gittikleri için doğal olarak red kararı almışlar. Yanı sıra, "başvurucunun iddiasının kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlara ilişkin olduğu, derece mahkemesi kararlarının bariz bir şekilde keyfilik de içermediği anlaşıldığından, başvurunun diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir." de denmiş. Katılıyorum.

İkinci karar, taahhütü ihlal suçuna ilişkin.

Talep sahibi, taahhütü ihlal suçundan hapis cezası verilmesinin AİHS'ye aykırı olduğunu belirtmiş. Aslında aynı suçtan yargılanan başkaları beraat edebiliyorken kendisinin neden edemediğini de konu etmiş ama ben bunu incelemeye değer bulmuyorum. Nitekim bu da yine "hak aramayı bilmeden vatandaşın yaşadığı heyecan" olarak özetlenebilecek bir husus.

Mahkemenin bu talebi red gerekçesi çok enteresan. Gerçi taahhütü ihlalin AİHS'ye aykırı olmadığına dair AYM kararı mevcut zaten ama ben onu okumamıştım, içeriğini aşağıdaki paragrafı okuyunca öğrenmiş oldum:

"2004 sayılı Kanun’un 340. maddesinde icra dairesinde kararlaştırılan ödeme şartının borçlu tarafından ihlali düzenlenmektedir. Maddede yaptırıma bağlanan sözleşmeye dayalı bir borcun ödenmemesi olmayıp, borçlunun haczedilen malının satışının taksitle ödeme teklif ve taahhüdü gerçekleşene kadar ertelenmesine ilişkin, resmî makamlar huzurunda verilen taahhüdün makbul bir sebep olmaksızın yerine getirilmemesidir. Burada korunan hukuki yarar, kişilerce devlet kurumlarına verilen sözlerin tutulması ve kamu otoritesine olan itimadın sarsılmamasıdır. (Anayasa Mahkemesinin 21/11/2002 tarih ve E.2000/415, K.2002/166 sayılı kararı)."

Var ya yemin ederim, bunun böyle algılanacağı vallahi aklımın ucuna gelmezdi. Ufkum açıldı, hayata artık çok farklı gözlerle bakar oldum.

Şimdi biz alacaklıya ödeme taahhütünde bulunurken aslında devlete mi söz vermiş oluyormuşuz? Zeki Müren de bizi mi görüyormuş?

Mal beyanında bulunmayışımız, kamu otoritesine olan itimadın alacaklı yönünden sarsılması değil miymiş de ondaki hapis cezası kalkmış?

Bu son dediğimden lütfen, mal beyanında bulunmamanın hapis gerektirmesini savunduğumu düşünmeyin. Bence her ikisi de hapis gerektirmemeli; benim sözünü etmek istediğim şey AYM'nin alıntıladığım gerekçesinin -bence- tutarsızlığı.

Vay arkadaş ya. Sıradaki şarkı acılı icra müdüründen vicdansız borçluya gitsin: "Söz vermiştin bana... Yanıbaşımda yaşlanmaya..."

***
Aklıma gelmişken... Candan Erçetin'i yukarıda andığım şarkıdan dolayı kınıyorum. Gerçi kendisini kınamaya sebep ziyadesiyle çok, fakat günahlarının en büyüğü bence bu şarkıdır.

Hürmetler,
Göksun.


19 Şubat 2013 Salı

Anadiliniz İstanbul Türkçesi olursa lütfen, teşekkürler.

Hangi mahkeme olduğunu söylemeyeceğim, çünkü İstanbul'daki çocuk mahkemelerini bilenlerin aynı hakimi anlayıp anlamayacağını merak ediyorum.

Çocuk ağır'lardan birindeyim. Suça sürüklenen çocuk müdafii olarak atandım.

Geldi çocuk, daha ağzından çıkan ilk cümle: "Efendim dosyaya bakın, ben yapmamışam."

Sen misin yapmamışam diyen... Başkan bu lafı söyleyip durmaya başladı, yapmamışam demek hakir görülecek bir şeymiş gibi. Sonra katibe dönüp dedi ki: "yapmamışam dediğini aynen yaz, hatta onun altını çiz, belli olsun."

Savcı bile şaşırdı, "Sayın Başkan onu yazmasak, önem atfediyor gibi görünmeyelim" dedi. Başkan katibe "Böyle şeyler önemlidir, sen çiz altını çiz..." diyor hala.

Ben de kalktım, "Sayın başkan öğrenmek için soruyorum, buna atfedilen önem nedir" dedim. Sen misin diyen. Bir azar bir fırça... Nasıl sorarmışım, sorguya nasıl müdahale edermişim, bana söz verilince konuşacakmışım. Ben böyle zamanlarda enteresan bir şekilde sakin kalıyorum; yine sakin sakin "Bu müdahale değil, yaptığınızın nedenini  sordum" gibi bir şeyler dedim. Bu yine bağırdı. Ben de "tamam söz verilince sorayım o zaman" diye oturdum yerime.

Neyse, çocuk anlattı, ama bir-iki yere müdahale etmem gerektiğini düşündüm. İfade bozukluğundan dolayı, çocuk kast etmediği şeyleri söylemiş gibi görünsün istemedin. Sıramı beklemeye devam ettim, çünkü kendimi biliyorum, bir şey desem ve yine adam bağırsa, sinirden oturur ağlarım. Ben sinirlenince ağlayan biriyim bu arada, bu konuda da söyleyeceklerim var birazdan.

Savcı çocuğun tahliyesini istedi, sıra bana geldi nihayet. Yanlış anlaşılabilecek bir yeri söyledim, "Hayır o öyle değil efendim, gayet doğru anlaşılıyor" diye reddetti bu kez. "Bir iki yer daha var, lütfen zaptın üst sayfasına gelebilir miyiz, ekranda göstereyim" dedim. Zapta yazılanı aynen geçiriyorum:

"SSÇ'nin müdafiinin huzurunda sorgusu yapıldığından müdafii tekrar ifadesine bakmak istediğini bildirmiş ise de ifadesini oturum arasında inceleyebileceğine..."

Buyrun. Hem çocuğu aksanından dolayı ayırdık, hem de müdafiinin sözlü savunmasını engelledik.

Bir de üstelik tahliye talebini de reddetti.

Dışarı çıkana kadar sakin durdum ama kapıdan çıkar çıkmaz sinirden ağlamaya başladım - kusura bakmayın biliyorum bu insanlığın gözünde affedilemez bir zayıflık ama ne yapayım, ben de böyle biri oldum işte. Siz de  bir acayipsiniz, sinirimizi başkasından çıkarınca kaltak, kendi kendimize ağlayınca yazık oluyoruz.

Kapının önündeki avukat beylerden biri, hemen CMK servisini arayıp başkanın davranışını bildirdi. Gelen cevap: "O başkandan çok fazla şikayet var ama hepsi sözlü, yazılı ulaşmış bir şey yok."

Beyefendinin davranışını daha önce duruşmasına girmiş olan herkes biliyor, ama kimsenin sesini çıkardığı yok maşallah.

Tamam sinirlenince kavga etmek yerine anlamsızca sakin durup sonra kendi kendime ağlıyor olabilirim. Ama neyse ki, şikayetini ve hakimin reddi talebini yazılı olarak verebilecek biriyim. Duruşmada kavga edip sonra hiçbir şey olmamış gibi devam etmektense, pratik sonucu olur ya da olmaz o ayrı konu ama, daha mantıklı bir tavır bence bu.

Ya adamdan herkes şikayetçi ama bir Allah kulu da iki satır yazı yazmamış, inanamıyorum, şaka mısınız ya?

İtirazdan ayrı olarak, mahkemeye sunacağım dilekçede hem tutukluluğa itiraz edip hem de duruşmada olan biteni anlatayım, bir de üzerine hakimin reddini isteyeyim diyorum. Daha önce iki milyon kere söyledim, anadilde savunma hakkı diye bir kavramına ihtiyaç duyulması bile bence ayıpken, bu hakim kalkmış aksana şiveye takıyor. Yine aynı noktadan hareket edersek, SSÇ kalkıp Kürtçe savunma yapsa o savunmayı paşalar gibi almak zorundayken, "yapmamışam" denmesine anlam yüklemek nedir?

Hukuk, adalet, hak, yargılama, savunma hakkı, terbiye bunun neresinde?

Çok sinirliyim çok. Dün zaten bu işi yapamayacağıma yani avukatlıktan para kazanabilen biri olamayacağıma  ikna olmuştum, bugün hepten oldum. Amma velakin, memleketin adliyesine gitsen ayrı, akademisine girsen ayrı acayip. Hiçbir şeyi gerçekten bilmiyorum, hiç ama.

Ben harbiden bir yer bulup gideyim ya, Avrupa'nın Mc Donald's'ında kasiyer olsam vallahi bundan iyi.

Esenlikler
Göksun.

18 Şubat 2013 Pazartesi

İcralıkların dikkatine: İtirazınıza güvenmeyin!

Selam, bunu derhal yetiştirmem lazım...

Haftasonu Adana'daydım, ailemi görmeye gitmiştim. Babam "avukatlık çok sağlam sinir gerektiriyor" diyerekten başına gelen bir işi anlattı.

Alacaklı, borçlu müvekkile icra takibi başlatıyor. Borçlu süresinde itiraz ediyor, takip duruyor. Fakat itiraz alacaklıya tebliğ edilmemiş.

İtirazın iptali davası açmak için bir yıllık hak düşürücü süre, itirazın tebliğiyle başlıyor, malumunuz. Alacaklı taraf, itirazın (tebliğinden değil, dosyaya girişinden) bir yıl sonra dosyada işlem yapmaya gidiyor. Muhtemelen dosyayı yenilemeye gitmiştir, somut olayın detayını bilmiyorum.

Talebi, dosyada itiraz olduğu için reddediliyor. (Bilmeyene not: İcra dosyasında borçlunun itirazı varsa alacaklı işlem yapamaz.) Bu red kararından da bir yıl geçtikten sonra, alacaklı itirazın iptali için dava açıyor.

Dava: İtiraz bize tebliğ edilmediği için dava açma süremiz de kaçmış olamaz. Bu itiraz iptal edilsin.

Savunma: Alacaklı taraf, şu tarihte dosyaya işlem yapmak istemiş fakat dosyada itiraz bulunması sebebiyle talebi reddedilmiştir. Yani artık itiraz, alacaklının bilgisi dahilindedir. Bunun üzerinden de bir yıldan fazla zaman geçmiş, hak düşmüştür. Davanın reddi gerekir.

Karar: Davanın kabulüne, itirazın iptaline.

Temyiz sonucu: Kararın onanmasına. (Bu kararı keşke isteseymişim; babamdan isteyip paylaşacağım.)

Hadi buyrun buradan yakın.

Bu konuda düşünürken aklıma başka bir şey geldi. İtiraz süresinin tebliğden başlaması bence çok saçma. Çünkü bir yıl boyunca işlem yapmazsan dosya zaten düşüyor, onu zaten yenilemen ve borçluya yeniden ödeme emri yollaman lazım. Düşmüş takibin hangi itirazının nesinin iptalini isteyeceksin ki?

İzah etmeye çalışayım. Şimdi diyelim ki, bugün 18/02/2013'te bir takip açtık.
Ödeme emri borçluya 25/02/2013'te tebliğ edildi.
Borçlu 28/02/2013'te itiraz etti. Bu itirazını bana tebliğe çıkarmadı.
Ben de gidip dosyadan almadım.
İtiraz olduğu için işlem de yapamadım.
Tarihler 18/03/2014'ü gösterdiğinde, benim takibim düşmüş olmayacak mı?

Ben eğer 18/03/2014'ten sonra herhangi bir işlem istersem, önce dosyayı yenilemem gerekmeyecek mi?
Fakat dosya itirazlı olduğu için bu talebim reddedilmeyecek mi?
O zaman, yenilemek için itirazı tebliğ alıp, itirazın iptali davası açıp, onu kazanırsam mı yenileyebileceğim?
Fakat düşmüş olan bir takibin itirazı kalır mı?

Kaldı ki, diyelim ki ben itirazımı hiç tebliğe çıkarmadım, öbür taraf da hiç tebellüğ etmiş sayılmadı. Ne olacak o zaman, ilanihaye duracak mı o dosya? Borçlar Kanunu'ndaki zamanaşımı geçene kadar?

İcra İflas Hukuku dersini Nevhis Deren Yıldırım'dan aldığım için kanun bilgim gelişmemiştir. Ben icrayı stajda öğrendim - o da biraz biraz. Bu konu hakkında belki özel hüküm vardır, hiçbir fikrim yok. Bir bakayım diyeceğim, İİK'nın sistematiğini bile bilmem. Okulda bunu bile öğrenmedik, çok açık söylüyorum. Bu kadar da İİK cahiliyim, Yıldırım ekolü sağolsun. (Bunu okuyan Deren Yıldırım öğrencileri varsa tavsiyem, icra bilmediklerinin bilincinde olsunlar. Ellerinin altında bir Baki Kuru mutlaka bulunsun.) (Eşi olan Yıldırım için de öyle derler ama dersini almadım, onu Marmaralılara sorun.)

Buradan çıkan sonuç: İtirazı tebliğ ettirip süreyi başlatmakta fayda var. Çünkü hukuk artık "motamot" uygulanan bir şey, amaçsal yorum filan yok ortada. Ne deniyorsa yap, düşünmeden çalış, sevişmeden savaş.

İyi haftalar,
Göksun.

13 Şubat 2013 Çarşamba

Hukuk değil, Anayasa Mahkemesi fetvası.

Yazmayı "rölantiye almaya" karar vermekle olmuyor, okumayı da kesmek lazım.

Aşağıda anlatacağım Anayasa Mahkemesi kararını, İsviçre Muhipleri Cemiyeti'ni kurmuşçasına yazdığım yazıyla birlikte düşünün lütfen. O yazıyı yazarken işte böyle şeylerden bahsediyordum ben.

Hukukçu olmayan arkadaşlar için hikayeyi toz ve gaz bulutundan başlatıyorum. Şimdi arkadaşlar, ceza mahkemesi olmayan mahkemelerde, yani hukuk yargısında, işler ayrı bir usûl kanununa göre yürür. Bu kanun 2011 senesine kadar HUMK dediğimiz "Hukuk Usûlü Muhakemeleri Kanunu" idi, 2011'in sonbaharından itibaren HMK, yani Hukuk Muhakemeleri Kanunu.

HMK, iş mahkemelerinde davacı ve davalıya tek bir dilekçe sunma hakkı tanıyor. Yani diyelim ki, siz "bana kıdem tazminatı verilmedi, davacıyım" diye dava açtınız. İşvereniniz ise "tabii ki vermem, çünkü hırsızlık yaptığı için işten çıkarmıştım" diye cevap verdi. İşte siz buna cevap veremiyorsunuz. Çünkü HMK, taraflara ikinci dilekçeyi vermeyi yasaklamış. Bakınız 6100 sayılı Kanun, madde 317, fıkra 3: “Taraflar cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi veremezler.”

Bakırköy 13. İş Mahkemesi, bu fıkrayı iptal talebiyle Anayasa Mahkemesi'ne götürmüş. Özetle, düzenlemenin hak arama ilkesine aykırı olduğunu, cevap dilekçesinde yer alabilecek ithamlara karşı davacıya cevap hakkının mutlaka tanınması gerektiğini, eşitlik ilkesi uyarınca ikinci dilekçe hakkının davalıya da ait olduğunu belirtmiş. Yerel Mahkeme'nin şu ifadelerini ise aynen kopyalıyorum:

"Adaletin gerçekleştirilmesi açısından davaların küçük-büyük, önemli-önemsiz olmasında bir fark yoktur. Yazılı yargılama usulüne tabi dava ve işlerde cevaba cevap verme ihtiyacı var da, basit yargılama usulüne tabi dava ve işlerde cevaba cevap verme ihtiyacı yokmu?"

"Yazılı yargılama usulüne tabi bir davada, örneğin Asliye Hukuk veya Ticaret Mahkemesinde görülen 100.00-TL lik bir davada cevaba cevap dilekçesi verilebilirken sırf İş Mahkemesinde görüldüğü için 1.000.000.00-TL lik bir davada basit yargılama usulüne tabi olduğundan cevaba cevap dilekçesi verilemeyecektir."

HMK'da bu tür yasaklar getirirken "yargı sürecinin hızlandırılması" amacıyla hareket edildiği belirtilmişti. Yerel Hakim özetle diyor ki, "iki duruşma arasında zaten üç ay süre oluyor, o üç ay içinde bir haftalık kesin sürede bir dilekçe daha verilmiş çok mu?" Yani diyor ki, ben üç aydan önce zaten duruşma veremiyorum, sen iki sayfa dilekçeyi yasaklayarak neyi hızlandırıyorsun, neyin peşindesin?

Buraya kadar anlatamadığım bir şey var mı arkadaşlar?

Şimdi, Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karara gelelim. Eğer anlatamazsam benden değil, kararın anlamsızlığından bilin.

Karar, "Hukuk politikasının belirlenmesinde kanun koyucunun takdir yetkisinin bulunduğu açıktır." diyerek başlıyor. Gerisini anlamışsınızdır zaten.

Cevaptan yorumsuz alıntılar yapıyorum:

"Bu nedenle kanun koyucu anayasal sınırlar içinde kalmak koşuluyla yargılama usullerine ilişkin hususlarda takdir yetkisi kapsamında birtakım düzenlemeler yapabilecektir...

...bu tip uyuşmazlıklar açısından yargılama faaliyetinin hızlandırılmasını amaçladığı anlaşılmaktadır...

...yargılamayı basitleştirmek ve hızlandırmak düşüncesiyle cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçelerinin verilemeyeceğine ilişkin düzenleme kanun koyucunun takdir yetkisi içinde kalmaktadır...

...YASA ÖNÜNDE EŞİTLİK, HERKESİN HER YÖNDEN AYNI KURALLARA BAĞLI TUTULACAĞI ANLAMINA GELMEZ. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez...

...Bunun yanı sıra, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçelerine yer verilen yazılı yargılama usulü ile basit yargılama usulü farklı nitelikleri gereği eşitlik karşılaştırmasına elverişli değildir...

...Ancak bu hak, davanın taraflarına her konuda sınırsız konuşabilme veya açıklama yapabilme hakkının tanındığı anlamına gelmemelidir. Zira hak arama hürriyetinin mutlak ve sınırsız bir biçimde uygulanması mümkün değildir...

...Hak arama hürriyeti Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenmiş ve anılan maddede bunun için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş ise de mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usullerinin kanunla düzenleneceğini öngören Anayasa’nın 142. ve davaların mümkün olan süratle sonuçlandırılmasını ifade eden Anayasa’nın 141. maddelerinin, hak arama hürriyetinin kapsamının belirlenmesinde gözetilmesi gerektiği açıktır...

...cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi sunma imkanı tanınmamış olmakla, basit yargılama usulüne tabi davaların basit ve hızlı bir şekilde sonuçlanmasını sağlayarak adil yargılanma hakkına ve bireyin menfaatine hizmet ettiği açıkça anlaşılan bu sınırlandırmanın hakkın özüne dokunduğu ve hakkı anlamsız kılacak dereceye vardığı söylenemez."

Yukarıda altını çizdiğim alıntılar yönünden siz zaten uygun yorumları yapmışsınızdır. Benim anladığım, hukuk kavramını tamamen, en baştan, her şeyiyle yanlış anladığım oldu. Üstelik yalnız da değilim, "insanlık onuru" kavramından anlayan şimdiye kadar var olagelmiş tüm insanlar olarak biz hepimiz yanlış anlamışız.

Fakat "hak arama hürriyeti" ile başlayan paragrafla ilgili ayrıca söyleyeceklerim var. Sayın Anayasa Mahkemesi bu paragrafı, kapsam ve usûl kavramlarının farkını bilemeyecek değil tabii ama, belki ihmal etmiş olduğundan yazmış olsa gerek.

Ben kendilerine anlatayım.

*
Sayın Anayasa Mahkemesi üyeleri - Celal Mümtaz Akıncı hariç,

"Kapsam" kavramı, yöneldiği öze ilişkin bir sınırlayıcılık içerir. Esasa ilişkindir. Bir şeyin "ne olduğunu" ifade eder.

Pozitif hukuk sisteminde, kapsamı belirleyen norm Anayasa'dır. Anayasa, Kelsen'in "normlar hiyerarşisi" piramitinin en üst katmanını oluşturur. Hiçbir norm, Anayasa'ya aykırı olamaz, zaten o yasanın varlık amacı odur.

Anayasa'nın altındaki normlar, üzerindekilere aykırı olmamak kaydıyla, "nokta atışı" yapmaya yöneliktir.  Anayasa soyut kavramı belirlerken, somut normlar kanunların alanına girer. Yani, Anayasa yukarıda belirttiğimiz gibi bir şeyin "ne" olduğunu belirlerken, kanunlar o şeyin "nasıl" görüneceğini veya kullanılacağını düzenler.

Anayasa'da belirlenen bir hak veya kavramın kapsamının kanunlar tarafından belirleneceğini ifade etmek, hukukla alakası olmayan bir şeyden söz etmeyi gerektirir. Kanunlar hakkın kapsamını değil, görünme şekilleri ve kullanılma usûllerini gösterir. Anayasal hakkın kapsamının Kanun tarafından belirleneceğini ifade etmenin, Hegel'in beyninin sınırlarını Sarı Çizmeli Mehmet Ağa'ya çizdirmekten hiçbir farkı yoktur.

Saygılarımla.
Av. Göksun Gökçe Göndermez, İstanbul Barosu 36148
*

Sayın Akıncı'yı neden hariç tuttuğumu da izah edip konuyu kapatayım; kendisi tek karşı oyun sahibi.

"Diğer yandan sözlü olarak yapılan bir savunma veya iddianın duruşma zaptına aynı ile geçirilemediği, hâkimin iddia ve savunmayı kendi ifade ve anlayışına göre zapta derç ettirdiği de bir gerçektir. Sözlü beyanın aynı ile dosya arasına alınmadığı, alınamamasının bir gerçeklik olduğu yahut alınamamasının her zaman ihtimal dahilinde olduğu bir zeminde yazılı olarak replik ve düplik hakkı verilmemesi hak arama hürriyetini tahdittir.

Çabuk yargılama yapma bahasına hak arama hürriyetinin etkinliği ortadan kaldırılamaz. Çabukluk ihtiyacı, etkin hak arama özgürlüğünü takviye etmek için ortaya çıkmıştır. HAKKINI ETKİN OLARAK ARAYAMAYABİLECEĞİNDEN ENDİŞE EDEN ŞAHSA, UYUŞMAZLIKLARIN HIZLA ÇÖZÜME BAĞLANMASININ SAĞLAYABİLECEĞİ BİR YARAR YOKTUR.

İtiraz konusu kural, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi verme hakkını yasaklayarak hak arama hürriyetine sınırlama getirmektedir. 

itiraz konusu yasaklayıcı kuralın doğurduğu sakıncalar, davaların sadece çabuk bitmesi neticesini verebilmek faydasından daha fazladır."

Haklı. Tek kelime ekleyip çıkarmıyorum.

Buyrun, bu ülkede bu bilgiler ışığında yaşamaya, mesleğinizi bu kurallar dahilinde yapmaya çalışmaya devam edin.

Öperim,
Göksun.



12 Şubat 2013 Salı

Adliye koridorlarında sakil bir duruş.

Hohooovvv yüzyıllar sonra yeniden Bakırköy Adliyesi'ndeydim.

CMK duruşmaları sağolsun ara sıra Paşakapısı'na gidiyordum yine, ama büyük bir adliyede duruşmaya girmeyeli çok oldu. (son iki Pınar Selek duruşması hariç.) Bakırköy'e en son mayıs gibi gitmiştim sanırım, ama duruşmaya en son ne zaman girdiğimi kesinlikle hatırlamıyorum. Bu avukatlık kimliğini alacaklar yakında benden zaten.

Bakırköy sürecim, te daha dün akşamdan başladı. Duruşma saati 09.25 tamam mı, "acaba nasıl gitsem" diye düşünmeye dün öğleden sonradan başlamıştım ben. Deniz otobüsüyle mi gitsem, saat 08.20'deymiş, yoksa metrobüsle daha mı kısa sürer, ama metrobüse de evden yürüme mesafesi var, ama deniz otobüsünün de iskeleden dolmuşa yürümesi var, ama metrobüsün beklemesi var, ama oooof. Kendimden içim şişti gece gece. En son Sezer'e mesaj attım hangisini seçeyim diye, deniz otobüsü diyince tamam dedim.

Adliyeye gidince kendimi öyle "yabancı" hissettim ki bunun tarifi yok. Ben orayı zaten açıldığı günden beri sevmem ama, bu seferki yabancılığım bambaşkaydı. Adliyede kendimi ilk defa "sakil" hissettim - evet uygun kelime bu. Tam olarak emanet duruyormuşum gibi geldim kendime. Üstüm başımdan ilk defa memnun olmadım - ki her gün giydiğim şeyler, siz Türkler nasıl diyor, "smart casual." Masabaşına alışınca kalabalık adliye ateşten gömlek imiş.

Neyse gittim cübbemi aldım, salonumu buldum, saat tam 09.25. Ve fakat, daha ilk duruşma görülürken, ben 19. sıradayım. Oh la la. Gittim geldim çay içtim, arkadaş hala aynı duruşma görülüyor.

Çayı neden "gidip" içtim, çünkü Bakırköy'de çaycı dolaşmıyor. Sadece hakim-savcılara servis yapıyorlar. Gerçi bunu kimseye sormadım, ama normalde adliye dediğin nasıl bir yerdir, çaycı "çaylaaarrr" diye dolaşır, sen de alır içersin. Burada öyle değil işte. Bir kere çaycı yok, cool ve asortik garsonlar var. Onlar da "oda servisi" şeklinde çalışıyorlar.

Bu Bakırköy ilk açıldığında biz gayet normal cam bardakta çay içiyorduk. Sonra onlar gitti, karton bardaklar geldi. Sonra bugün, "bir bardak daha alabilir miyim, sıcaktan tutamıyorum" dedim, adam bana demesin mi "Avukat Hanım fazla bardağım yok veremiyorum, beş kuruşluk bardağı hesap ediyoruz kusura bakmayın." Vallahi böyle dedi ya. "Ama isterseniz altına tabak vereyim" diye o köpük tabaklardan verdi, onunla dolaştım. Biz cam bardak derdindeyiz ama verilecek fazladan bir karton bardak bile yok.

Gittiğim mahkeme, yedinci bloktaydı. Yedi ve bir, en dar, en gıcık bloklar. Erkekler tuvaletinin yanından geçerek salonuma gittim. Allahtan kokmuyordu, fakat günün ilerleyen saatlerinde durum nasıl olmuştur bilemiyorum. İş yaptığınız kalemin duvarının öbür tarafında insanların hacet giderdiğini bilmek enteresan.

Baktım, daha on'lu sıralara bile gelinmemiş. Bu arada şunu anlatmayı unuttum, benim adliyelere gidişimi kollayan vatandaş kitlesi yine oradaydı. Nasıl bir suratım - suretim varsa artık, ben ne zaman hangi adliyeye gitsem vatandaş sorusunu sormak için beni bulur. Bu hep böyle olmuştur. Ankara, Antep, İzmir, İstanbul, Bursa, hiç fark etmez. Yine bir vatandaşa cevap verdik hamdolsun.

Aynı surat ve suret, yan yana duruşma beklediğim avukat hanımın beni pek sevmesine de yol açtı. Yeni mezun sandı sağolsun, aslında muhabbet de ederdik de tabii iş güç olunca... İnsanlara sevimli geliyor olmak güzel bir şey tabii de, sanırım hayatımın hiçbir döneminde ciddiye alınmayacağım, bunu bilmek hoş değil.

Derken, bana fotokopi lazım. Benim koordinat kat 6 blok 7, en yakın fotokopi için bkz. kat 4 blok 5. Yine tuvaletin dibinden geçerek kalktım gittim, gitmeyip ne yapacağım. Allahtan vakitsiz durumda değilim fakat olsaydım, güzel küfrederdim. Düşünsenize, iki sayfa fotokopi için dar vakitte uzun koşturmaca yaptığınızı - ki siz her gün yapıyorsunuzdur zaten. "Bu devlet daha Bakırköy'ü beceremedi, Çağlayan'la Kartal neyine..." diye düşünerekten o işimi halledip yine yeniden geri döndüm.

Hala bekliyorum.

Meğersem, hakime hanım arada karar filan yazdırıyormuş, tanık dinliyormuş, şöyleymiş böyleymiş. Arkadaş anlıyorum işiniz gerçekten yoğun ama bi doğru düzgün vakit ayarlamayı beceremediniz, yapmayın bunu allahaşkına ya. Neyse saat 11 küsürde girdim duruşmaya nihayet.

Derken teee öğrencilik zamanımdan, yine adliye koridorlarında tanıştığım bir arkadaşımla karşılaştım. Bizim kendisiyle olayımız öyledir, adliyede karşılaşırız. Sultanahmet'te hemen her gün aynı koridorlarda olduğumuzu fark edince tanıştık, sonra işte adliyelerde karşılaştıkça devam etti. Son görüştüğümüzde yeni evlenmişti, şimdi kızı 1.5 yaşına gelmiş. Bu da günün güzel sürprizi oldu.

Bugünkü adliye pratiğimden, adliye koşturmacasını zorlaştıran unsurlardan birinin cübbe olduğunu keşfettim. Yahu zaten omzunda çanta, elinde dosya, öbür elinde telefon, oradan oraya koşarken elinden kolundan sarkan cübbe nedir ya? Ayağına dolaşıyor bir de.

Madem üzerine türban takabiliyorduk, o zaman kılık kıyafetimizi saklamanın ne gereği var abi, sal gitsin. Vallahi diyorum, stresin yarı yarıya azalır. İroni yapıyorsam şerefsizim.

Sevgiler saygılar vesaire,
Göksun.


8 Şubat 2013 Cuma

İsviçre vs. Türkiye - Round 1

Selam,

Ben artık fazla yazmıyorum ya, işte bunun sebepleri var.

Mesela bunlardan biri Twitter. Blog yerine twitter kullanmak aslında korkunç bir basitleştirme ve yüzeyselleştirme, farkındayım. Hatta 1984'teki "new speak'e" de son derece benziyor, bence bu benzetmeyi bir kenara not edin. Bir konuda başı-sonu belli metinler oluşturmak yerine, bir bilemedin iki cümlede ahkam kesiyorsunuz ve o sizin yorumunuz oluyor. Bence anlatılmaz derecede hazin bir komedi.

Bununla yetinmemin sebebi ise, artık uzun ve düzenli yazmaya karşı hevesimin azalmış olması. Hevesimin azalmasının da iki sebebi var, bunlardan biri doktora süreci, diğeri ise ülke gündemi.

Doktora, yani kapısından bakmakta olduğunuz akademik dünya, insana kendini çok "hiç" hissettiriyor. Öğrenmenin asıl etkisi, cehaletin artması oluyor. Siz bilgilere ayırdığınız havuza istediğiniz kadar kaynak ekleyin, her kaynakla birlikte o havuz biraz daha derinleşiyor ve suyun dizlerinizi asla geçmediğini, sığlığınızın hiç kaybolmadığını fark ettiğinizde dehşete kapılıyorsunuz. E ben daha neyin ahkamını keseyim?

Ülke gündemi ise, her ne kadar bu blog'u her gün baştan sona donatmaya yetecek malzeme veriyorsa da, daha çok gezegenden kaçma planları yapmaya yarıyor. Yaşadığım şehri, memleketimi, konuştuğum dili, duyduğum dilleri, yediğim yemekleri gerçekten çok seviyorum ama, insanları sevmek her geçen gün daha da zorlaşıyor. Ayrımcılıktan, elitizmden, nefret söyleminden, birilerini "ötekileştirmekten" ne kadar kaçarsanız kaçın, adamın biri kalkıp "temyiz hakimlerini devlet başkanı atayacak" dediği zaman, artık "sevgi dolu" kalamıyorsunuz.

Müvekkillerinizin dosyalarına polisin el koyduğu bir yer burası. Anadilde savunma hakkı diye bir kavrama ihtiyaç duyulan, insanların hala bu hakkın peşinden koşmak zorunda olduğu, üstelik o hakkı güç bela aldıkları zaman bile kullanamadıkları bir yer. Halbuki bir devletten olan şikayetlerimiz, vergi oranı, trafik yoğunluğu, ne bileyim, yol çalışmaları filan olmalı - "yaşayamıyor" olmak değil.

Ben bunları yazmak istemiyorum, çünkü o zaman içimdeki nefret söylemini yatıştıramıyorum. Şikayet ettiğim öfke asıl beni ele geçirmiş oluyor. Kendimle çelişiyorum. Kendimi "varoluşçu bir Nazi subayı" gibi hissediyorum. Bunlar benim hayatımda istediğim şeyler değil. Üzgünüm.

İşte bu hakimlerin devlet başkanı tarafından atanma haberinin çıktığı gün, haberi "Hanım koş pasaportumu getir" diyerek paylaşmıştım. İçimdeki hanım kalktı, pasaportumu getirdi, içinden enteresan düşünceler çıktı.

İlkokuldaki matematik derslerinde tahtaya "verilenler" ve " istenenler" diye başlıklar atıp altlarını doldururduk ya, işte ben onu hala uygularım. Şu durumda verilenlerimiz, pasaport, çıkması muhtemel bir vize, derdini anlatacak kadardan biraz iyi İngilizce bilgisi, Almanca öğrenme gerekliliği (Almanca özel hukukun temel dilidir) doktora tez çalışması için yurtdışına gitme niyeti. İstenenler ise öfkelenmeden, aç kalmadan ve İngilizceyle yaşanabilecek, ayrıca Almanca da öğrenilebilecek bir ülke.

"Aç kalmadan" kısmından emin olmadığım için oraya bir şerh düşerek belirtiyorum ki, şu an en gidilesi görünen yer İsviçre. Sakin, "az insanlı," hayatı boyunca tarafsız olmayı başarmış, AB'ye girmeyi "standardımız düşer" diyerek kendisi istememiş, enteresan bir yer. Snob ve elit duruyor ama sinir olunan insan sayısı daha az olursa tahammül de daha kolay olur diye düşünüyorum.

Üşenmedim, İsviçre konusunda biraz kafa yordum. Nasıl bir yermiş diye bakındım, enteresan sonuçlar edindim. Koray bir internet sitesi bulup Zürih ve İstanbul'daki yaşam maliyetini karşılaştırmıştı zaten, ben o karşılaştırmayı bir de Cenevre ile denedim. Buraların İstanbul ile karşılaştırılmasına geçmeden önce şunu söyleyebilirim, Cenevre -genel olarak- Zürih'ten daha ekonomik görünüyor. Tabii her kalemde böyle değil ama listelerden edinilen fikir bu. (Bu arada, Cenevre'nin Fransızca bölgesinde olduğunu biliyorum ama buna takılmayalım, anafikrimiz başka.)

Cenevre'yi İstanbul ile karşılaştırdığımızda, neredeyse her şeyin daha pahalı olduğunu görüyoruz. En az "daha pahalı" olan şey, %20 ile bir kilo pirinç. En fazla daha pahalı olan ise, %87 ile şehir merkezinde olmayan bir evin fiyatı. Listeye bakarsanız, bir çift Nike ayakkabıdan ortalama bir akşam yemeğine kadar, gündelik hayata dair pek çok kalemin düşünülmüş olduğunu görüyoruz. (Aynı sitede "yaşam maliyeti indeksi" gibi indeksler mevcut ama bunlar New York piyasasına göre düzenlendiğinden, bana çok bir şey ifade etmedi.)

Maaşlar ise elbette İsviçre standartlarına göre, lütfen komik olmayalım. Bu arada, ecnebi memleketleri hakkında bakınırken www.glassdoor.com sitesini de öğrenmiş oldum; maaşlar ve iş imkanları gibi şeyler için faydalı görünüyor. Henüz fazla kurcalamadım, önce şu yazıyı bitireyim kısmetse.

Efendime söyleyeyim, Türkiye öyle kalemlerde daha pahalı veya İsviçre'ye yakın ki, küfretmeden duramıyorsunuz. Eğer burada gece dışarı çıkmalı, gezmeli tozmalı veya spor yapmalı bir hayat istiyorsanız, bunlar için İsviçrelileden daha fazla para ödemeniz gerekiyor. Çünkü neden, bunlar hep Batı ahlaksızlığı ve elbette hepsinin bir karşılığı olmalı.

Yerli üretim biranın, Türkiye'de %33 daha pahalı olduğunu biliyor muydunuz? İthal bira ise %29 daha pahalı. Hayır karıştırmadım, yerel biradaki fark, ithal biradan daha fazla.

Benzinin pahalı olduğunu zaten biliyoruz, oranı %29.
Tenisin %16 daha pahalısını oynuyorsunuz.
"Tenis beyaz Türk oyunu, bira gavur içkisi, arabam da zaten yok" mu diyorsunuz? Aylık "akbil" de daha pahalı. %1. "Yüzde bir ne yaa" demeyin, her şeyin ama her şeyin daha pahalı olduğu bir yerde, İstanbul'un pahalılık kalemlerinden birinin şehiriçi ulaşım olması sizce de sorgulanmayı hak etmiyor mu? "Ama mesafeler çok uzun" derseniz, sirkatinizi söylemiş olmuyor musunuz? Yaşam kalitesinden anlamayan bir toplum olduğumuz zaten açık, haliyle şehir planlamasından da hiç anlamıyoruz.

İstanbul'un pahalı olduğu diğer kalem ise, benim Türkiye'de yaşama isteğimin tabutuna çakılan son çivi oldu.

Ev kredisi (mortgage) faizleri: İsviçre %2.5, İstanbul %12, fark %380.

Alkol alma, fazla dolaşma, ille spor yapacaksan tenis dışında bir şey olsun ve mümkünse asla evin olmasın.

Bunun dışında tabii ki, parasız eğitim isteyemezsin, çevreyi koruma eylemi yapamazsın, kendini anadilinde savunamazsın. Ayrıca, sokak ortasında vurulan birini anmak için "Hepimiz Ermeniyiz" dersen, bir arada yaşadığın insanlar seni kınayacaklardır. Çünkü hepimiz Türküz aslında.

Başka bir arzunuz?

İzlemediğim ama adını çok duyduğum bir film var, Stepford Kadınları diye. İzlemediyseniz özetleyeyim, öyle bir mahalle düşünün ki, buradaki her şey inanılmaz şahane olsun. Stepford, son derece becerikli, anaç, güzel, iyi huylu, gerçek olamayacak kadar düzgün kadınları bulunan bir mahalledir. Fakat gelin görün ki, işler aslında öyle değildir - ama nasıl olduğunu bilmiyorum, dediğim gibi filmi izlemedim. İşte İsviçre, kendisine ilişkin okuduğum her yeni sayfada bana o mahalleyi hatırlatıyor.

Arkadaş, bir ülke bu kadar sorunsuz olamaz, orada bir işler dönüyor ama anlamıyorum.

CERN'in orada olduğunu da düşünürsek, kocaman bir ülke aslında bilimadamların deney ortamı olmasın?

Şimdi siz beni geyik yapıyor sanıyorsunuz ama ben ciddiyim, bir ülke nasıl hala doğrudan demokrasiyle yönetiliyor ve bu süreçte hiçbir sorun yaşanmıyor olabilir? Nasıl ya, bunun gerçekleşebildiği bir toplumun insanlardan oluştuğuna beni ikna edemezsiniz.

"Vatanın bir karış toprağı..." hamasetiyle büyümüş, 90'ların başına denk gelen çocukluğunda üç rengin yan yana durmasının terörizm olduğu öğretilmiş bir TC vatandaşıyım ben. Üç farklı dil konuşulan federatif bir yapının "bölünme" anlamına gelmediğini aklım nasıl alsın? Şaka mı bu?

"Kanun değiştirmezse ölecek" hastalığından muzdarip hükümetlerle yaşayan insanlar olarak, 1848 Anayasasının hala uygulandığı bir ülkede yaşamak bize nasıl fazla gelmesin?

Yahu onu bunu bırakın da, yukarıda bahsettiğim türden bir ülkeden hukuk ithal etmek, çok afedersiniz ama, haddimize nasıl düşüyor, ben asıl onu anlamıyorum. Hadi 20. yüzyılın başında her şey daha yeniydi, umutluyduk, yeni bir devlettik, belki bir gün biz de İsviçre olabilirdik, vs vs ... E olmuyor? Tek partili rejim elbette ki kalamazdı, ama sen çok partilisini de beceremedin? Demokrasinin temsilisini bile eline yüzüne bulaştırdın, bu kavramı tamamen manipülatif bir kapitalizm güçlendiricisi olarak kullandın, yaşam kalitesini ısrarla düşürüp duruyorsun, adamların ülkesindeki mahkemeler artık seninle uğraşmayı reddedetse haklı olacak noktaya geldi... Arkadaş senin neyine İsviçre'nin hukukuyla hukuklanmak?

Doğru düzgün "Benim imkanım şimdiye kadar böyle olageldi ama daha iyisini istiyor ve bunun için çalışıyorum, asıl amacım iktibas değil örnek almaktır" de, ben sana kurban olayım. Böyle bir girişimin de yok ki. Neymiş, Batının ahlaksızlığıymış, emperyalizmmiş, şuymuş buymuş. Gördük annem, senin uğruna fena olduğun cennet vatanın yaptıklarını da gördük, al işte sizin kafanızla becerilenler ancak bu kadar. (Bakın işte bu noktada elitizme kayıyorum, gözlerinizle gördünüz, yazmaktan ben kaçmayayım kimler kaçsın?)

Netice olarak, ben artık bu yazı-çizi işini rölantiye alıyorum arkadaşlar. İşim var. Daha Almaca öğreneceğim, yurtdışına çıkış imkanlarımı zorlayacağım, tezimi yazacak bir okul bulacağım, yazdıktan sonra da nerede kalabiliyorsam orada kalıp; buraya dönüyorsam da hayatıma inziva içinde devam edeceğim.

Hukuku ve hukukla uğraşmayı sapıkça seviyorum. Ama bu bilimin giderek daha da çiğnendiğini görerek yaşamak istemiyorum. Evet mücadele etmek çok kıymetlidir, evet insanın bir ideali varsa o ideal için elinden geleni ardına koymamalıdır, ama ben hukuk ideali için çalışırken boşa kürek çektiğimi hissetmemeliyim.

Biraz önce bir arkadaşım, "yurtdışına gidenler tuvalet temizliyor" dedi. Ben de gazete manşetlerini gösterip "burada kalsam da farklı bir şey yapmayacağım ki" dedim.

Siz Şangay Beşlisine giredurun, aferin.