27 Kasım 2012 Salı

Bir liseli esmer... 404 NOT FOUND.

Arkadaşlar günaydın,

Te iki hafta önce çıkmış olan Toplu İş Kanunu'nu hala okumadığım için affınıza sığınarak, size hemen bir özür hediyesi vereyim istiyorum.

Yalnız bu hediyeyi vermekle, özellikle erkek arkadaşlar bakımından kaş yapayım derken göz çıkarmış olmaktan endişeliyim. Çünkü haberler kötü.

"Liseli" konsepti, o kısacık pileli etekler, o bele oturan beyaz gömlekler, o liseli esmer kız, ince ürkek, duygulu... Yok artık. "Daha neler" gibi yok artık değil, "namevcut" gibi olan yok artık. Çünkü bugün Milli Eğitim öğrencilerinin kılık kıyafet yönetmeliği yayınlandı.

Siz o esmer kızı hatırlayadurun, ben anılarınızı ziyan etmeye devam edeyim.

Yeni yönetmeliğimize göre arkadaşlar, artık okullarda forma olmayacak

Forma meselesi, askeri çağrışımları olan, tek tipleştirmenin sembolü olarak görülen bir şey. İtirazım yok. Doğal olarak, milli gelirimizin çok yüksek, gelir dağılımının son derece adil, toplumun neredeyse homojen olduğu ülkemizde, çocuklarımızın sınıflara podyuma gider gibi gitmesinin bir sakıncası olmamalı. Nitekim, zaten artık her uydukentin yanında kendi okulu yok mu? Ağaoğlu sakinlerinin mahalle mektebine, mahallenin çocuğunun Ağaoğlu sakinlerinin kolejlerine gittiği, toplumun en azından çocuklarının bir arada olduğu günlerini atlattık çok şükür.

Bir çocuğumuzun, ergenliğinin en şaşaalı dönemlerinde ailesinin maddi gücünün keyfini sürmesinde ne gibi bir sakınca olabilir? Bu çocuğu, tüm tüketim çılgınlığı eğilimlerini, ailesinin kendisine ilişkin tüm bilinçsizliğini, marka giyince havalı olmak sanrısını, dolu dolu yaşamaktan kim alıkoyabilir?

Bu çocukların, dünya markalarından giyinme taleplerinin önünde kim durabilir? Diğer çocukların bunlara bakıp kendilerini önce kendi gözlerinde paryalaştırma haklarının önünde durmak, dilsiz şeytanlık değilse nedir?

Çocuklarımızın taleplerinin ufkunu lütfen püskevitlerle sınırlamayalım. Orda, bir Tommy var uzakta.

Yalnız çocukları o kadar da boş bırakacak değiliz. Tamam kafayı kılık kıyafetle bozabilir, annesi babası onu İstinye Park'a götürmeyince evden kaçabilir, para bulamayınca ne hali varsa görür, istediği depresyona da girer. Onun bileceği iş. Fakaaat, yine de bazı kurallarımız var.

Örneğin, kızlarımızın diz üstü etek giyerek güzel bacaklarını göstermesin de karışmayacak mıyız? Kızlarımızın incecik belleri, daracık gömleklerle mi sergilensin, o güzel kalçaları, beden dersinde giydiği taytla... Öhm. Pardon. Aklım neredeyse demek ki...

Artık kızlarımız, diz üstü etek belasından kurtuldular hamdolsun. Zaten dizilere de müdahale ediyoruz, 3-5 seneye kalmaz cinsiyeti toptan kaldıracağız Allah'ın izniyle. Yalnız cinsiyeti kaldırınca, artık okullarda da nispeten serbest hale gelen türbanı neremize takmak gerekecek, işte bir onu çözemedik.

Fark kalmayınca, eşitlikti, tecavüzdü, kadın hakkıydı diye bir şey kalmayacak. "Hasta" bireylerimiz de artık tek tipleşmenin keyfine varıp olmadık yollara sapma gereği duymayacak; hem zaten artık cinsiyet farkı kalmadığı için hepimiz bir noktada "hasta" olacağız.

Pardon, tek mi tip?
Ama biz bu yönetmeliği zaten bundan kaçınmak için çıkarmıyor muyduk?
Aha devreler yandı bende.

Hem tek tipleşmeye o kadar karşıysan, gidersin Harvey Nichols'a, iki günlük kıyafetine bir ev parasını verirsin, fark dediğin böyle olur. Çünkü ilim Banana Republic'te de olsa gidip alınız.

Hörmetler,
Göksun.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Bir garip ders çalışsa, kahvesi bitmeden uykusu gelir.

Merhaba yeniden,

Buranın isimini "koridorda" koymamın sebebi, hayatımın o zamanlar adliye koridorlarında geçiyor olmasıydı. Fakat okuyan arkadaşlar biliyorlardır, uzun bir süredir "masa başından" bildiriyorum. Bununla birlikte, koridorlara kısmen de olsa döndüğüm söylenebilir; yalnız bu seferkiler okul koridoru.

Bir süredir doktoradan çok fazla bahsettiğimi fark ettim. Bunu fark eden başkaları da olmuşsa, "öeh artık bu da iyi ki bi okula başladı" diye düşünüyordur. Haklısınız, gerçekten bu konuyla yatıp kalktığım doğrudur, ama izin verin size durumu izah edeyim...

Özetle, ben artık sanırım kafayı yer gibiyim.

Ticaret hukuku bana yabancı bir hukuk, yaşadığım krizi anlatmıştım zaten. Buyrun şurada: http://koridorda.blogspot.com/2012/11/tugceyi-kazyn-altndan-emine-ckar.html Ben Ayşe-Fatma peşindeyken İlayda'nın Ceylinsu'nun meselelerini anlamıyorum, fakat sorun şu ki, bu meseleler hakkında makale yazmam gerekiyor. Peki tamam, anlaşıldı. Nasıl yazılır bu makale, gidersin okulun kütüphanesine, şirketler rafının karşısında durursun. Eline geçen her genel kurul kitabına davranırsın. Eğer bugünlerde Bilgi'nin kütüphanesinde genel kurula veya sadakat yükümüne ilişkin bir kitap arar da bulamazsanız, beni bulun.

Hayır bir de şeytan dürtüyor, diyor ki al bunları yurtdışına kaç. 3-5 kuruş fazla bagaj öderim ama, bir daha katiyen toplayamayacağım kitapları da -çalıntı malıntı- iktisap etmiş olurum. Bugün bir Pulaşlı 100 lira arkadaşım, Tekinalp - Poroy - Çamoğlu'nun yeni baskısı Allah bilir kaça olacak, kaldı ki mesela İmregün'ün 1967 baskısı kitabını ben nereden bulayım? Önemli şeyler bunlar.

İşte hayatın böyle kitaptı kütüphaneydi arasında geçince, valla çok net, resmen gençleşiyorsun. Ben zaten hiçbir zaman takım elbise-topuklu ayakkabı insanı olmadım orası öyle ama, zaten yarım gün okula gideceksen  o öğrencilik "üzerinden akıyor." Bir de ben meyilli olduğumdan tabii... Mesela diğer arkadaşlar da öyle plaza insanı görünümünde değiller ama bir "düzgünlükleri" var. Ben, sefil.

Eve dönerken millet tipime bakıyor, çamur bir surat, kot-kazak, sırt çantası, at kuyruğu, elde Tekinalp filan, lisans öğrencisi sanıyorlar. Doktora dersi için makale hazırlamıyorum da vize için sabahlıyorum sanki. Bana öyle "ablasal bir anlayış" içinde bakanın yüzüne "AKTIENGESETZ!" diye bağıracağım o olacak; siz de lütfen yüzüne baktığınız insanlara az dikkat edin. Üç beş gün sonra uzman görüşü peşine düştüğünüzde, o bir zamanlar vapurda gördüğünüz gözleri yanan ama gururlu gençle karşılaşırsanız, bir şey olmaz da, belki mahcup olursanız diye... (Pardon, genç? Ahah küçülüp cebinize de gireyim mi?)

Yalnız doktoradan bahsederken hep şirketlerden dertlenmem boşuna değil ve bunun tek sebebi de benim temelimin sağlam olmaması değil.

Dersin hocası Gül Okutan çok güzel bir insan ve çok iyi bir hoca tamam mı, şu an kendisi hakkında yarım saat boyunca iyi şeyler anlatabilirim. Güler yüzlüdür, öğrencisini sever, anlatmaktan kaçınmaz, derinlemesine düşünür, ouv neler neler. Gerçekten bak, bunu "politically correct" olmak adına söylemiyorum. Dersini yüksek lisansta da almıştım, yani kendisini oradan da biliyorum, Gül Hoca gerçekten "ayrı" biri.

Fakat gelin görün ki, "o bizi prenses peri sanıyor." Arkadaş, dünkü derse 14.15 filan gibi girdik, 5 dakika ara verelim dediğimizde saat olmuştu 16.50 mi ne. (Dayak yemedim ve sayı saymayı biliyorum.) Bir noktadan sonra o dersten kopmamanın imkanı yok. Kendi adıma, Gül Hoca'nın dersinin ilk saatinde gayet dikkatli ve verimliyim, sonra yavaş yavaş dağılmaya başlıyorum, son yarım saat ise tuvalete gitmeye kalan saniyeleri saymakla geçiyor. Ama öte yandan, hocaya bakıyorsunuz, sanki derse daha yeni başlamışız. Öyle bir heyecan, öyle bir aktif hal.

Bence Gül Hoca'nın kök hücresinden Pharmaton filan üretilebilir. Bir de hem hızlı anlatıyor hem de bir sürü detaya giriyor, o dersten isteseniz de kopamıyorsunuz. Yani, beynin artık glikoz bulamaz hale gelse bile gerekirse beynini bayır aşağı vurdurup o dersi yine dinleyeceksin, bunun başka yolu yok. Paşalar gibi dinliyorsun tabii, ama olan başta beynine, sonra mesanene oluyor.

Gül Hoca'dan ders almayı düşünen arkadaşlara nacizane tavsiyem, evet, o dersi alın. Gül Hoca'dan ders almak insanın ufkunu açar, doğrudur. Fakat siz siz olun, dersin sonrasına bir plan yapmayın ya da randevu vermeyin.

Bir kere, siz dersin 5'te biteceğini düşünerek 5.30'ta randevu vermişseniz, kesinlikle geç kalırsınız. Çünkü ders zaten 6'ya doğru bitecek.

Bunu düşünerek 7'ye mi verdiniz, yine olmaz, çünkü haliniz kalmayacak. Gerçi bu kişisel bir mesele olabilir, diğer arkadaşları bilemem ama benim halim kalmıyor. Savaştan çıkmış gibi oluyorum. Ders çıkışında ha bana konuşmuşsun ha 3 ayküu'lu bir embesile; aynı şey. O an bana ne desen, "tamam peki" deyip senin susmanı sağlamaya çalışacağım.

Yalnız dünkü ders arasından sonra hoca hepimize "Sizi yordum madem, besleyeyim o zaman" diyerek kuru kaysı ve fındık ikram etti, o iyi geldi işte. Güzel de neymiş, bayağı ilaç gibi geldi, çok net.

Peki benim şirketler ödevim nasıl gidiyor - ahah bu konuya mutlaka değinmem lazım.

Şimdi benim konum, şirketler topluluğunda hakimiyetin genel kurul kararları yoluyla kötüye kullanılması. Yani özetle, TTK md.202/2'yi çalışıyorum. Ama ticarete aşina olmadığımdan, okuduğum herhangi bir şey beni herhangi bir yere sürükleyebiliyor. Mesela geçenlerde oturup "ne lan bu nama yazılı pay?" diye bakındım. Yine mesela, "iyi de şirketin kendi payını satın alması neden bu kadar önemli ki" diye açtım Pulaşlı okuyayım dedim, Hoca bir yazmış ki sağolsun, anladığım iki zerre varsa onlar da yalan oldu. Neyse sonradan İlyas Çeliktaş'ın tezini okudum da algım açıldı. Allah kendisinden razı olsun.

Dün derste, hissedarın genel kuruldan çıkan karara güvenerek gidip bankadan kredi alması yönünde bir örnek verildi, iyi de ben bunu kurgulayamam ki, bir şirketin hissedarına kredi aldıracak türde nasıl bir kararı olabilir, bu konuda hiçbir fikrim yok. Sermaye artırımı olabilirmiş mesela, hissedar buna iştirak etmek için kredi almak zorunda kalabilirmiş. Çok güzel de, sermaye artırımı ne ki? Of kafayı yemek üzereyim.

Yani bu ticaret ödevlerini başka arkadaşlar 5 birim çalışarak yapabiliyorsa, benim 15 birim çalışmam gerekiyor. Bu tamamen kişisel bir yetersizlik, kimseye bir şey dediğim yok. Yalnız ben gece çalışmalarına alışık değilim, lisans öğrencisiyken bile sabahlamışlığım yoktur. Efendi gibi, sabah başlar yatma vakti bitiririm. Gece 2.30'a kadar çalıştığım tek ders lisedeki analitik geometri idi, onun da hocasından çok korkuyordum ve zaten sınavına da giremedim. Ateşim çıkmıştı, meğer suçiçeği olurmuşum. (Evet lise, evet yaş 16.) Geçenlerde bir gece çalışayım dedim, aldım elime bir kahve, oturdum masanın başına... Fakat alışmadık bünyede ders durmuyor, daha kahvem bitmeden uykum bastırdı. Saat 1 olmadan ben yatmıştım.

Tabii -kendine göre- bu kadar çok çalışmak gerekince tüm algın da belli bir yönde gelişiyor. Geçen gün demokrasi konusunda düşünüyorum tamam mı, çoğunluğun azınlığı ezemeyecek olmasını nasıl anlatacağımı bulmaya çalıştım. Dedim ki "Şimdi bak, sen hakim şirketsin, bağlı şirketin genel kuruluna geldin. Bağlı şirketin vereceği kararı, sırf sen hakimsin diye, kendi istediğin gibi yapabilir misin, hayır. Yaparsan başına 202/2 gelir." Ama o zaman da şu oldu, "E tamam işte, ben küçük ortağın paylarını satın alırım, iyice hakim olurum, çıkıp giden ortak n'aparsa yapsın." İşte sana "Ya sev ya terk et."

Çalışma masasının üzerindeki ikinci şişe suyu da mı bitirdin, işte gitti sana yedek akçe.

Herkesin ihtiyacı olan birini ya da bir şeyi herkesten fazla mı meşgul ettin, al sana haksız rekabet.

Bu doktoraya en çok annen baban mutlu olsun diye mi başladın, buyrun sadakat yükümü.

Bazen çıldıracak gibi olup kendini uysallaştırman mı gerekiyor, hoşgeldin basiretli öğrenci.

Bu arada, dün gece Füsun Nomer'in doktora tezi olan Anonim Ortaklıkta Pay Sahibinin Sadakat Yükümü kitabını okuyorum, hoca sadakat yükümü kavramını anlatıyor... "Bu yüküm farklı sözleşme türlerinde de bulunur" diye örnekler verdikten sonra alta dipnot koymuş, "evlilikte de bulunur" diye. Yani evet tabii bulunur ama, ben yine de kendimi bir an, hocanın özel hayatına girmiş gibi hissettim.

Yazılmış tezlere bakıyorum, iki yüz tane kaynak kullanılmış, bunların 3-5 tanesi Türkçe, gerisi hep Almanca. O bambaşka bir mesele ve nasıl çözüleceğine dair hiçbir fikrim yok.

Diğer derslerimden neden bahsetmediğimi sorarsanız, ticaret kadar zorlanmıyorum da ondan. İş hukukunda esaslı bir sorunum yok ve zaten Kübra Hoca da insanı savaştan çıkmış bir hale getirmiyor. Akşam 6-9 dersi olmasına rağmen, Gül Hoca'nın 2-5 (5?) dersi kadar yorucu geçmiyor. Sakin, başı-sonu belli, yavaş ama sağlam adımlar atılarak işlenen bir ders oluyor. Örneğin, Kübra Hoca'nın dersinde hafif ve rahatlatıcı bir "beyin meltemi" yaşanırken, Gül Hoca'nın dersi, açık alanda on Sandy gücünde geçiyor. Ama tekrar ediyorum, bunun bir sebebi Gül Hoca'nın hiperaktif tarzı ise, diğer sebebi benim temelimin zayıf olması. İş hukuku kadar rahat anlayabiliyor olsam, bu kadar yorulmayacaktım.

Hukukta yöntem ise, Rona Hoca'nın dersleri için konuşuyorum, zaten ders değil keyif. Lisansta alamadığım -ve zaten almam gerektiğinin bilincinde bile olmadığım- Rona Serozan dersini doktorada yakaladığım için çok şanslıyım. Yalnız geçen hafta Kerem Cem Sanlı girmişti, ben o derste yoktum. Bugün de yine o gelecek, bu derste de olasım yok. Fakat bu kadar tembellik yeter.

Ayağımın Kerem Hoca'nın dersine gitmek istememesinin sebebi, dersinden kalmış olmam değil. Aksine, dersinden zaten bu ayak isteksizliği yüzünden kaldım.

Son olarak, yüksek lisansta dersini aldığım Kerim Atamer ne güzel hocaydı... Şimdiki yerini bilmiyorum fakat her neredeyse kulakları çınlasın.

Şimdi artık gideyim de sadakat yükümü okuyayım.

Kolay gelsin,
Göksun.

16 Kasım 2012 Cuma

İyileşmeyene SGK'dan dev hizmet.

Merhaba arkadaşlar,

Sağlık sistemimiz gerçekten çok enteresan bir şekilde dönüşüyor. Artık -farkını vermek suretiyle- istediğimiz hastaneye gidebiliyor olmak insana iyi şeyler düşündüren bir değişiklik, fakat maalesef bu dönüşüm işleri göründüğü gibi değil.

İşin içinde olanlar zaten biliyorlardır; benim niyetim konuyu "en bilmeyene" anlatmak. En önemli noktayı en baştan söyleyeyim ki, merakınız celbolsun:

Ülkemizde ilacın reçeteyle satılması kuralı pek uygulanmıyor, o yüzden de gündelik ilaçlarımızı almak için "yazdırma" ihtiyacı duymuyoruz. Bu sebeple fark etmemiş olabilirsiniz ama artık biz, muayene için ayrı, ilaç katılım payı olarak aynı, bir de yeni icat, "reçete katılım payı" olarak ayrı bir ücret ödüyoruz.

Bir önemli nokta daha; diyelim ki muayenenizden memnun kalmadınız veya yanlış teşhis - yanlış ilaç mağdurusunuz. İlk muayeneden sonraki on gün içinde, aynı branşta tekrar muayene olmak için beş lira fazla ödüyorsunuz.

Şimdi bunları sırasıyla açıklayalım:

1. Reçete katılım payı meselesi:

Reçete katılım payının sebebi, size reçete yazılmış olması. Yani devletin doktoruna reçete yazdırmışsanız, o reçeteyi yaptırırken ayrıca bir para ödüyorsunuz. Bu para ilaçlar için verdiğiniz yüzdeden farklı bir şey, sadece ve tamamen reçetenin kendisiyle alakalı.

Elinize 3 tane ilaç kutusu geçene kadar, bu bedel 3 lira. "3 tane ilaç kutusu" deme sebebim şu; sizin tek ilaçtan 3 kutu ya da 3 ilaçtan birer kutu almanız önemli değil. Toplamda 3 tane kutu alıyorsanız, 3 lirayı veriyorsunuz.

Yalnız bu 3 lira bir alt limit. Sizin elinize geçen kutu sayısı 3 olmasa bile, bunu veriyorsunuz. Üçün üzerine eklenen her bir kutu için, 1 lira daha ödemeniz gerekiyor.

Diyelim ki doktor size A ilacından 2 kutu, B ilacından da iki kutu, C ilacından bir kutu yazmış olsun. Burada aslında "3 kalem" ilaç var. Fakat elinize geçen kutu adedi 6. O yüzden de, 3+3=6 lira ödemeniz gerekiyor.

Ya da sadece A ilacından 4 kutu yazılı. Tek ilaç ama dört kutu olduğu için, dört lira.

Bir kutu A bir kutu B ilacı varsa, tamam üç kutuyu bulmadık ikideyiz, ama yine de 3 lira. Yapacak bir şey yok.

2. "Cezalı" muayene ücreti:

Buna cezalı deme sebebim şu; devlet sizi hizmetinden tatmin olmadığınız için cezalandırıyor bence.

Yeni düzenlemeye göre, aynen yukarıda yazdığım gibi, eğer ilk muayenenizden sonraki on gün içinde aynı branşta tekrar muayene olursanız, bunun ücretini beş lira fazlasıyla ödüyorsunuz.

Devlet sizin ilk muayenenizin eksik ya da hatalı olma ihtimaliyle ilgilenmiyor. Doktorunuzun da insan olduğunu, iş yoğunluğu ya da hastane koşulları sebebiyle bir şeyleri o an fark edememiş olabileceğini kabul etmiyor. Ya da belki doktorunuz mesleğinde başarılı da olmayabilir, o da mümkün. Fakat hayır, devletin böyle şeylerle alakası yok.

Belki size yazılan ilaç, öngörülmeyen bir etki doğurdu ve sizin tekrar muayene olmanız gerekti. Ya da o tedavi sizde hiçbir etki göstermedi. Devlet buna değil, sizden alacağı ekstra beş liraya bakıyor. Çünkü bizim devletimizde, devletin doktorunun yazdığı ilaçtan olumsuz etkilenmek suç, muayeneden en bi yüksek verimi almamak yasak.

3. Bu ücretlerin tahsilatı nasıl yapılıyor?

Gelelim, devletin vatandaşla yüzleşmekten kendini "sıyırma" hareketine...

Tüm bu tahsilatlar artık hastane veznesinde değil, eczanelerde yapılıyor. Yani eczaneye verdiğiniz para eczanenin değil devletin parası.

Diyelim ki, çalışan birisiniz ve devlet hastanesine ödeyeceğiniz muayene ücreti de 8 lira. İlaç katılım payınız ise mesela, 4 ilaç için 7 lira olsun.

Eski sistemde olsak 8 lirayı hastaneye, 7 lirayı ise eczaneye veriyordunuz, bitiyordu. Şimdi, hastaneye bir şey ödemeyip doğrudan eczaneye geliyorsunuz. Eczane sizden 7 lira değil, 8 lira muayene ücreti + 7 lira ilaç katılım payı + 4 lira reçete katılım payı olarak toplam 19 lira isteyecek.

Eğer siz bu konuyu bilmiyorsanız, efendim ben devletin hastanesine bile para vermedim de bu ilaca nasıl 19 lira veriyorum diye gerginlik yaratırsınız - ki olmayan şeyler değil. Sonra da, eczacılar devletin fiyat politikası yüzünden "cepten yer" hale geldiğinde "oh olsun, çok kazanıyorlar zaten" dersiniz. Demeyin annem. O fiyat politikası da mesela, dışarıdan görüldüğü gibi değil. "Stok zararı" diye bir şey var, bilahare anlatırım.

Devlete "bunu neden eczacıya tahsil ettiriyorsunuz" diye sorduğunuzda, efendim vezne kuyrukları vesaire kabilinden cevaplar alıyorsunuz.

Evet, biz bu ülkede her istediğimiz doktorun karşısına her istediğimiz zaman çıkabiliyoruz, randevu için haftalarca beklemek diye bir şey bizim hayatımızda hiç yok, ama o vezne kuyrukları yok mu... İşte onlar çok fena.

Sayın Devlet, ülkemizdeki hastanın asli sorunu vezne değil doktor kuyruğu. Bilmiyorum farkında mısınız. Bu sorunun da tahsildarlık görevini eczacıya yükleyerek nasıl çözüleceği konusunun izaha muhtaç olduğunu düşünen tek kişi ben olamam.

Yani demem o ki, aklınızda olsun, her şey o kadar güllük gülistanlık değil. O muayene ücretsiz olmadığı gibi, o 2-3 lirayı da eczacınız kendine almıyor. Ayrıca da doktorundan memnun kalmayana da bizzat SGK Başkanı gelip sistemlerini bildiriyormuş.

Sağlıklı günler,
Göksun.

*
Bu katılım paylarının düzenlendiği Sağlık Uygulama Tebliği hakkında İstanbul Eczacı Odası bilgilendirmesi için lütfen buyrun: http://www.istanbuleczaciodasi.org.tr/?page=duyurular&anns_ID=3433

Bu da ilgili Tebliğ değişikliği: http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/02/20120229.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/02/20120229.htm





12 Kasım 2012 Pazartesi

Vekalet ücreti nedir ne değildir?

Avukatlara değil, avukat arayanlara sesleniyorum:

Davayı kazandığınız zaman, avukat ücretini kaşı taraftan almıyorsunuz.

Karşı taraftan alınan para, sizin avukata vereceğiniz para değil.

Yani diyorum ki, avukatın parasını karşı taraf vermiyor.

Tekrar ediyorum, yargılama gideri denen şey avukat ücreti değil.

Yine söyleyeyim, avukat sizden alacağı parayı karşıdan istemiyor.

Anlatabildim mi, on kere daha tekrar edeyim mi?

*
Şimdi değerli müvekkiller, size durumu izah edeyim...

Diyelim ki birine 20bin liralık dava açtınız. Bu dava için de, avukatınızla 2bin liraya anlaştınız.

1. Aslında bu davanın bedeli, asgari ücret tarifesine göre - bak "asgari" diyorum, beş bin liradır.
2. Zaten iki bin liraya yaptırıyorsunuz, bunu bir de "dava sonunda öderiz yeaa" diye ertelemeyin. Davanızın tahsil kabiliyeti kazanmasına 3 yıl filan var; biz sizden 3 yıl sonra ödemek üzere bir iş istesek ne derdiniz, onu düşünün.

Bu arada yanlış anlaşılmayayım, sorun müvekkilin ödeme gücü-güçsüzlüğü değil, saygısızlığı. Gerçekten ödeyemeyecek olmak başka, bunu sırf küçük hesapçılığından ödememek başka şey.

Gelelim en önemli kısma...

3. Artık masraflar peşin alınıyor. Yani bunu biz almıyoruz, mahkemeler alıyor. Yani, sizin davanızı açabilmek için bu masrafların tamamını daha baştan vermek şart. Yani bunu kendimiz için değil, sizin davanızı açabilmek için istiyoruz. Yani yaklaşık 600 lirayı tık diye ödemeyene dava yok. Bunun biz demiyoruz devlet diyor. Anlaştık mı? Anlaşamadıklarımızı HMK'ya havale ediyorum, "HMK ne la" derseniz prosedür kanunu. Eğer okur da anlamazsanız, tekrar düşünün, biz avukatlar neciyiz?

4. Eğer davayı kazanırsanız, bu harç-masraf gibi şeyleri karşı taraftan isteyebiliyorsunuz. Bunda bir sıkıntı yok. Bak burayı hemen anladınız di mi...

5. Sizin avukatınızla yaptığınız iki bin liralık sözleşme ise bu kapsamda değil.

Bakın değerli müvekiller, sizin avukatınızla yaptığınız sözleşme başkadır, avukatın dava kazanmış olmaktan kaynaklanan yasal avukatlık ücreti başkadır. Sizinle aradaki anlaşma, tamamen iki kişi arasında kalan, kimseyi ilgilendirmeyen, uyulmadığı takdirde yine sizin aranızda halledilecek olan bir meseledir. Avukatın sizden alacağı iki bin liralık ücret, sizinle arasındaki sözleşmeden doğar.

Yasal avukatlık ücretinin ise, sizinle alakası yoktur.

Bir dava kazanıldığı zaman, kaybeden taraf, kazanan tarafın avukatına bir karşılık ödemek zorundadır. Bu bir sözleşmede değil, kanunda yazar.

Bunun mantığı da şudur, kaybeden taraf, haksız olmasına rağmen yargıyı uğraştırmıştır. Kazananın avukatı, müvekkilinin mevcut hakkını savunmak için emek ve mesai harcamıştır. Yani "yargıyı uğraştırmak" dediğimiz şey sadece hakimi-savcıyı uğraştırmak değildir çünkü avukat da bu yargının üçüncü ayağıdır. Siz devleti yorduğunuz kadar, yargının üçüncü ayağı olan avukatı da yormuş olduğunuz için, bunu yasal olarak ödemek zorunda tutulursunuz.

Ha peki bu yasal ücret neden hakime - savcıya ödenmiyor derseniz, çünkü onlar devlet memuru. Ayrıca, eğer herhangi bir taraftan karşılık alacaklarını bilirlerse, tarafsızlık yalan olur.

Ama biz serbest meslek erbabıyız. Emek ve mesai kavramlarımız, memurlarınkinden farklı. Kaldı ki, biz elbette ki sizi savunacağız, tamam kişi olarak taraf olamayız, ama avukat olarak "tarafı" temsil ediyoruz. Üstelik, kazandığımız zaman alacağımızı bildiğimiz bir "bonus" niteliğindeki "meslek hakkı," performansımızı da artırır.

Eğer kalkıp da "ya ben avukata neden ücret vereyim ki, nasıl olsa karşı taraftan almıyor mu" derseniz neler olur:

Açıkça, "ben sana para vermem, paranı 3 yıl sonra karşı taraftan al" demiş olursunuz.

1. Üç yıl meselesine yukarıda değinmiştik.
2. "Ben sana emeğinin karşılığını filan vermem" diyen birinin hakkını neden savunmam gerektiğini söyler misiniz?
3. Emek sömürücülüğü iğrenç bir şeydir.
4. Bir kişiden, karşılık alamayacağı bir işi yapması nasıl istenebilir?

Anlatabildim mi değerli müvekkiller?

Bütün bunlardan sonra haaalaaa "avukat ne yeaa iki laf ediyor..." kafasındaysanız, içimdeki vahşi sizin için "ay bunu kimse savunmasın yaa..." diyor ama, yine içimdeki adalet duygusunu böyle dangozlar için çürütmek de doğru değil. Oralara girmeyelim. Özetle, Rabb'im o kafalarla karşılaştırmasın...

Hukuklu günler,
Göksun.





9 Kasım 2012 Cuma

Tuğçe'yi kazıyın, altından Emine çıkar.

Aaay ay, bu doktora beni öldürecek...

Üç tane ders alıyorum tamam mı, şirketler topluluğu, hukukta yöntem ve iş hukukunda emredici hükümler rejimi. Hukukta yöntem zaten muhteşem bir ders, "hukuki akıl yürütme şekilleri" ile ilgileniyoruz. İş hukukunu ise az çok biliyorum - hatta ukalalık yapayım, bu konudaki temelimin hiç fena olmadığını düşünüyorum. Ama şirketler topluluğuna gelince iş değişiyor.

Mesele konuyu anlamamak değil. Kavramların değişikliği. Yoksa, nüve hep aynı, her özel hukuk ilişkisinde bir.

Düşünün ki, bir insan bir insanı aldattığı zaman bu dünyanın her yerinde "aynı anlama gelen" bir şeydir. Ben size, ortak arkadaşlarımız olan Ali ve Ayşe arasındaki hikayeyi anlatırsam buna geliştireceğiniz algı ile, tanımadığınız Berk ve Selin'in hikayesine göstereceğiniz algı farklı olur. Ali'lerin neden bu hale geldiğini enine boyuna konuşabilecek durumdayken, Berk'ler konusunda bir fikir öne süremezsiniz.

İşte ben de, Ticaret Kanunu'na bir şey diyemiyorum. Anlatılan hikayelerin temeli, sözleşmeye aykırılık, haksız fiil, ifa imkansızlığı, borçlu veya alacaklı temerrüdü... Bunlar hep bildiğimiz şeyler. Ama genel kurul kim? Pay sahipliğiyle oy hakkı neden bu kadar faklı? Sadakat yükümünü biliyoruz, ama yönetim kurulu üyesi diye birini tanımıyorum ben, o nereden çıktı?

Mesela şu an önümde, TTK'nın şirketler topluluğuna ilişkin hükümlerinden 202/2 var. Özetle diyor ki, bir paydaş bakımından genel kurul kararlarında hakimiyet kullanımından doğan bir zarar sözkonusuysa, o paydaşın (belli şartlarda) dava açma hakkı vardır.

Sonra şartlardan bahsetmiş. Bu şartların "özü," kusur, zarar ve illiyet bağı.

E hacı haksız fiil bu? Ama görünme şekli değişik.

Yani aslında dön dolaş, her şeyde aynı yere geliyoruz. Makyajını silince, Melis'in altından da bildiğimiz Hafize çıkıyor. Ama işte o fondöten katmanı biraz yoğun, bu tanışıklığı her zaman göremiyorsun.

Kübra Hoca, doktora öğrenciliğinin yüksek lisansa benzemediği konusunda beni uyarmıştı, ben de "anlıyorum, göze aldım" demiştim - nitekim bu konuda fikrim değişmiş değil. Ama gerçekten zormuş, ben bugün bunu gördüm.

*
(Başlık, Av. Faruk Erem'in "Suçluyu kazıyın, altından insan çıkar" sözünün kendisine ayıp edilmiş halidir. Üstadın anısına saygıyla.)