30 Mayıs 2011 Pazartesi

Woody Allen facts :))

"Woody Allen, 27 yaşında ergenlik bunalımı yaşayan Göksun'u tek bir filmle hayata döndürebilir" :))

Cumartesi akşamı pek bir Allen'ım gelmişti, ben de gidip Alkım'dan 4 filmlik koleksiyonunu almıştım. Allen'ım geldi diyince sanki çok filmini bilirmiş gibi de olmayayım, düne kadar sadece tek bir filmini izlemiştim, dünküyle ikinci oldu :))) O tek film ise, Vicky Christina Barcelona'ydı, yani bence gayet iyi bir referans :)

Gerçi Javier Bardem'le Penelope Cruz'u beraber izlemeye tahammül edemiyorum ma olsun. Ya çok fazla yakışıyolar, çatlıyorum hasedimden. Rabb'im kem gözden esirgesin, bakma çekemiyorum filan ama ben Penelope Cruz'u hep çok sevmiş ve çok güzel bulumuşumdur. Javier Bardem ise, insanlarla kıyaslanabilecek bir şey değil zaten.

Diyordum ki Woody Allen diyordum...

Dünkü filmde din kavramıyla, sadakatle, cinsellikle, kimi İsraillilerin "özel olma" tripleriyle öyle güzel kafa bulmuş ki anlatamam. Ki anlatmak da istemem, gidin kendiniz izleyin. Ben filme başladığında hakkında hiçbir şey bilmiyorum, iyi ki de bilmiyormuşum. Acayip şaşırtan ve keyif veren bir film oldu benim için, hiç de entel kuntel bir perspektifle izlemedim valla, gayet ağzımı ayıra ayıra izledim :))))

(Bu arada yemek yedim, Başak'tan yeni hayat dersleri aldım, işte geldim burdayım :)) )

Bu filme ilişkin söyleyeceğim şey aslında kısacıkken, sözü bu kadar uzatmış olduğum için kendimle gurur duyuyorum, zira bu demektir ki eski performansıma gün be gün biraz daha dönüyorum :))

Billiy Crystal suretindeki Şeytan'la Woody Allen konuşuyorlar:

- Sen bunu beceremezsin, çünkü dünyaya çok fazla öfkelisin.
- Ama bunun için sebeplerim var!
- Herkesin sebebi vardır. Las Vegas'ta sabaha kadar kumar oynarsın ve sonunda daima kasa kazanır, hiç eğlenmedim diyebilir misin?

yaa, diyebilir misin? Denmez ki.

Evet hayat zor ve öfkelenmek için gerçekten sebep var, ama bağcıyı dövmemek lazım :)

Öps,
Göksun.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

depresyon killer: kıymalı makarna

Uyuyunca büyümek hadisesini az önce yaşadım, yüzde yüz çalışıyor.

Bir süredir canım çok fazla sıkkın. "O eski halimden eser yok şimdi..." şarkısı eşliğinde gayet arabesk, bolca kendine acımalı, rahatsız, huzursuz, keyifsiz ve güvensiz bir hayat yaşıyorum. Ergenken bile böyle değildim diyeyim, öyle anlaşılsın.

Salak gibi, evet aynen salak gibi, aylarca bu halim üzerine kafa yorup neden böyle olduğumu düşündüm. Kendimce sebepler buldum, bunlara bin türlü sonuçlar bağladım, her şeyi illa "determine etmesi" gereken saçma zihin yapım yüzünden gece gündüz düşündüm durdum ve -ne kadar enteresan!- hiçbir sonuca varamadım. Varamadıkça üzüldüm, üzüldükçe bir halt edemedim, olduğum yerde kaldım.

Salt İlter bana güzel demedi diye güzel olmadığımı, birileri beni takdir etmedi diye iyi avukat olmadığımı, ikram edeceğim kimse olmadığı için yemek yapamadığımı... filan düşündüm aylarca. Sağdan soldan aldığım ufak takdirlere de hiç inanmadım, bayram değil seyran değilen eniştem beni niye öpsündü? Bunlar hep çıkar meselesiydi. En son, çok yakın ve çok sevdiğim bir arkadaşımın bana ettiği her telefonda ona kız ayarlamamı söylemeye başlaması üzerinde, "Tamamdır" dedim, "İnsanların hayatında belli amaçlar için varım, adeta bir geçici iş ilişkisi halindeyiz."

Kendimi unuttum ya. İnsanlara nasıl moral verdiğimi, ortamı nasıl güldürdüğümü, aynada kendime bakıp nasıl güzel bulduğumu, insanlarla anında kurduğum samimi ilişkileri unuttum. Saçma sapan, ofiste Hüseyin Abi'nin "ağır abla" dediği, gözleri sürekli dolu, allık sürmeyince insanların "hasta mısın, neyin var?" dediği biri oldum.

Sonra bu halimden sıkıldım, sıkıldıkça içime kapandım, kapandıkça iyice sıkıldım. Hiçbir şey gelişmedi.

Sıkılacaksam kendi kendime sıkılmalıydım, kimseyi derdimle uğraştırmanın gereği yoktu. Kimseye karşı davranışımı değiştirmemeliydim, kendi sorumluluğumu başkasına atmaya hakkım yoktu.

Ama ısrarla kaçırdığım şuydu ki; benim zaten kimseye karşı davranışımın değişmesine gerek yoktu, kendime az daha özen göstersem yeterdi! Çünkü ben kendimi iyi hissettiğim zaman, aylardır düşünüp bulamadığım cevaplar zaten kendiliklerinden gelip beni bulacaklardı. Yapmam gereken, zihnimi sakinleştirip karar vermeye hazır hale getirmekti; fakat ben şu an kendimle savaşmaktan başka hiçbir şey yapmıyordum. Kendimi iyi hissedersem, bu his beni elbet bir düzlüğe çıkarırdı.

Bunu keşfetmemle birlikte bir sürü karar vermem bir oldu tabii. Öncelikle malum, kendini yenilemeyi kafaya takmış her insan gibi spor yapmaya karar verdim. Sınavlarım bitince başlayacağım, haziran ortasında. KAV'a dönüyorum, bir şey yapmasam bile pazartesi toplantıları yeter. Evimde daha çok zaman geçirmek istiyorum artık, bunu mutlaka yapmalıyım. Okul bittiği için, artık çok daha rahatlıkla kitap okuyabilirim - çünkü sürekli makale okuyacak faslı atlatmış oluyorum. Artık benimle sürekli iş konuşanlarla ben de sürekli iş konuşacağım; eskiden "Ya ben iş konuşmayı sevmem, o yüzden kendi sevmediğim şeyi başkasına yapmamalıyım" diyerek illa örnek bi tavır sergilemek peşindeydim. Takarım örneğine, bu kadar zamandır emsal teşkil edemedim birden mi edeceğim? Böyle böyle, irili ufaklı bi ton karar verdim. Artık İlter'leyken soğan-sarımsak da yiyeceğim mesela.

Tabii bunu söylemekle uygulamak her zaman o kadar senkronize gelişmiyor. Bugün yine mutsuzdum, neden, İlter'le dün tartıştık diye. Eve mutsuz geldim, bilgisayarın başına mutsuz oturdum, Sözlük'te canımı sıkan şeyleri okuyup iyice mutsuz oldum, "Kadın bile değilim ben..." diye bir bunalıma daha girdim. Sonra uyudum. Yani azcık kestirdim, çünkü o an gerçekten de, hayatta yapabileceğim başka hiçbir şey olmadığına yürekten inanıyordum.

Uyanınca, bi dakika ya dedim, hani ben kendime özenli davranacaktım? Hani ben iyi olunca kararlar gelip beni bulacaktı? Ne oldu ona?

Bunu hatırlamak beni mutlu etti. İşe, uyuklamadan önce Sözlük'e yazdığım bunalım entry'yi silerek başladım. Akabinde bir güzel kıymalı makarna yaptım, birazdan onu yiyeceğim üstüne sarımsaklı yoğurt döküp. Sırf buzdolabını boşaltmak için yaptığım o ne idüğü belirsiz saçma sapan yemeğe kendimi mahkum etmeyip köpeklere vereceğim birazdan.

Sonra da gidip Alkım'dan bu akşam için bir film alacağım. Öyle ağır, ciddi filan değil, Woody Allen falan olacak bu film. Coen bile izleyemem şu an.

Bu ne arkadaş ya, sıkılmakla ömür mü geçer?

Şimdi onlar düşünsün.

Göksun - ergenlik sloganıyla: simply irresistible :)))))

*
"Halis niyet" dedikleri: Gittim filmlerimi aldım geldim, eve girer girmez telefonum çaldı. Arkadaşlarım geliyor :) Anında çay koydum, evi topladım, kendimi düzelttim, hazır ve mutluyum :) İşte bunu seviyorum :)

26 Mayıs 2011 Perşembe

yara izi meselesi

Sözlük'te "bir erkeğe yara izinin hikayesini sormak" diye bir başlık var. Bir an duygu yaptım.

Bir insana yara izini sormak, verdiği his itibariyle gerçekten de özel bir şey. Bunun neden olduğunu düşünüyorum bir on dakikadır filan, bulamadım. Ama bir kadının yarayı sorarkenki ve erkeğin cevap verirkenki hissi gerçekten başka yerde başka zaman olmuyor.

Bu soruyu "aşık olmakla" filan ilişkilendirmiş Sözlük'tekiler, katılmıyorum. Bence bu doğrudan sahiplenme ile alakalı bir şey. Çünkü o yaraya bakarken "Canım..." diyorsun, "Nasıl acımıştır bu..." ya da "Sen ne yaptın kendine..." diye dertleniyorsun. O yaranın oluşum süreci seni eziyor, çünkü o insanı sevip sahiplenmişsin ve çektiği acıyı bu kadar "direkt" görmek insana ağır gelebiliyor.

Bileğindeki yarayı sormuştum birinin. Kestiğini söyledi. Kalakaldım, çünkü -özellikle sorduğum zamanlardaki neşeli huyum itibariyle- bana o kadar uzaktı ki bu. Bileğini kesmeye yakın biri bile olmamıştı ki hayatımda. Lisede en yakın arkadaşım ara sıra kendine ufak tefek zarar verdiğinde bile nasıl ezilirdi içim, kendimi nasıl sorumlu ve suçlu hissederdim... Ama şimdi, hayatımın gayet "dibindeki" bir insanın bileğinde kocaman bir iz var ve bu iz kendisini unuttuğun zaman bile aslında büyük bir yük.

Hayatındaki insanın yara izi, asla sadece bir iz olmuyor. Çünkü onu görür görmez, o insanın geçmişini ve o geçmişi kimsenin unutmayacağını hatırlıyorsun. O insanın, izi her gördüğünde oluştuğu ana geri dönmesi ihtimalini düşünüyor ve o hayatla empati kuramayacağını hissediyorsun. Bu da, onu anlayamayacak olmak bağlamında seni büyük bir karamsarlığa itiyor, kendini "daha çok çalışmalıyım" diyerek büyük bir sorumluluk içinde hissediyorsun.

İşte o insanı o kadar sahiplenmiş oluyorsun. Bu aşk değil, başka bir şey. İnsan kardeşini, eşini dostunu da sahiplenir. Onları da anlamak zorunda hisseder kendini; insan sevdiği herkese yardımı dokunsun ister. Yani ben isterim. İsterim ki, sevdiklerimin kendilerini iyi hissetmelerinde payım olsun. "Göksun anlar" desinler benim için ve ben de anlayabileyim. Anlayamasam da, bana anlatmak onları rahatlatsın isterim.

Eğer izi kendini yapmışsa daha fena... Çünkü, o insanın bir vakitler kendini nasıl bir çıkmazda hissettiği ve o anlarda kendine neler yapabildiği ayan beyan ortada oluyor. Bu çok büyük bir sorumluluk. Üstelik, kendine ne yaptığını kim unutur ki? Karşınızdakinin bilinçaltındaki kırıklığı silmeye çalışmak ama başaramayacağını da bilmek; insanı gerçekten, çok derinden ağlatan bir şey. Hatta şu an bunun için ağlamak üzereyim. Acziyet çok fena.

Murat Uyurkulak'ı fazla biliyor sayılmam. Bir kitabına başlayıp yarım bırakmıştım, o zamanki algımla pek hoşlanmamıştım. Şu an kitap nerede, onu da bilmiyorum. Neyse, Sözlük'te bu konuda kendisinin bir sözü var; "İnsanın ruhuna erişeceksen, deliğinden değil yarasından gireceksin." demiş. O kadar güzel bir söz ki bu. Çünkü yara, insanın geçmişinin doğrudan ve silinemeyen göstergesidir. "Buraya ne oldu?" dediğinizde aldığınız cevap lafzen herhangi bir şey olabilir, ama verilen cevap yalan da olsa, cevabı verenin hissi gerçektir. Size lafla beraber his de geçer. Cevap ne olursa olsun, siz oranın nasıl acıdığını, belki hala ara sıra sızladığını, bir yaranın illa ki bir hikayesinin de olduğunu bilirsiniz. Belki çocuktu ve bir şeylerin peşinde koşarken yüksekten düştü, belki kız arkadaşına sinirlenip duvarı yumrukladı, belki kendisi kesti ya da belki bir şeylerin altında kaldı... Ne fark eder ki. Her halükarda, her yaranın bir hikayesi vardır ve yara izleri de o hikayeyi hep canlı tutar. Siz de, sorduğunuz andan itibaren o hikayenin bir parçası olursunuz.

Yara izi yapmayın kendinize. Kendi hayatınızın kararını elbette kendiniz verirsiniz ve elbette ki kaza da geliyorum demez. Ama bilin ki o izler sizi "sahiplenenleri" çok üzüyor. Empati diye bir şey var, sevdikleriniz sizi her gördüğünde "canım..." diye iç geçiriyor. Aman diyeyim.

Göksun.

24 Mayıs 2011 Salı

Reklam Yasağı - Muhafazakarlığın Daniskası!

(KAV mail grubunda hasarmerkezi.com'la başlayan bir mail silsilesi var. Bir arkadaş bizi bu siteden haberdar etti, sonra gruptan Arin Abi "Acaba baro bu tip şeylerin, Google reklamlarının, dilekçe yazılır tabelalarının peşine düşüyor mu" diye sordu, ben de döküldüm...)

Bu sorulara tamamen katılmakla birlikte, benim gördüğüm şudur:

Avukata reklam yasağı getirilirken ve bu mesleğin "dilekçe yazılır" levhasıyla yürütülmesine karşı çıkılırken korunmak istenen menfaatin tartışılması lazım artık. Ben mesleğime baktığımda çok da vakur bir algıya kapılmıyorum ve üstelik kapılınması gerektiğini de düşünmüyorum. Avukatlığın ne kadar onurlu, gerekli, bambaşka, vs vs bir meslek olduğunu oturup 72 saat durmaksızın konuşabiliriz, ama hayat hiç de öyle devam etmiyor. Bunu en iyi işsiz avukatların ve "patronların" biliyor olması lazım. (Patron diyorum, kastım belli, alınganlık etmeyelim.)

Bu tip şeyler dünyanın ve mesleğin dönüştüğünün açık göstergesidir. Bu yüzden, mesleğe nasıl bakılacağı konusunda bir karar verilmeli ki ona göre bir yön çizilebilsin. Ben meslek algısı yönünde iki alternatif görüyorum:

1. Arin Abi'nin yapılıp yapılmadığını sorguladığı denetimler doğru düzgün yürütülerek avukatlığın idealize edilmiş şekline dönmek için ciddi çabalar sarfedilebilir. Fakat bu asla sadece reklam denetimi gibi şeylerle olmaz. Hukuk fakültelerinin kapatılması, avukatların maddi ve sosyal güvenceye kavuşturulması, adli kolluk diye ayrı bir şeyin olması, baroların asıl varlık sebeplerini hatırlamalarının sağlanması... gibi şeylerin hepsi birden lazım. Bir avukat kendinini esnaf gibi hissetmeye devam ettikçe, neyin önü alınabilir ki? Daha iki sene filan önce, tele-avukat olur mu diye söylenenlerden biri de bendim, şimdi olsa o kadar söylenmezdim. Bu bir ihtiyaç ki, insanlar böyle yapıyor. Mesleğin saygınlığı denen şey aslında tatlı bir hayal ki, insanlar bir hayal uğruna işsiz kalmak istemiyor. Kendi ofisimi açsam Google'a reklam vermeyip ne yapacağım? Gökten müvekkil mi yağacak? Eğer bu tip şeylerin olmaması isteniyorsa, salt "yanlış bunlar" demekle olmaz. Muhalefetin bu türlüsünü Deniz Baykal'ınkine benzetiyorum. (Bu türlü derken, Arin Abi ya da İlknur Hanım'ı asla kastetmiyorum. İlknur Hanım'la tanıştık mı bilemiyorum ama Arin Abi candır :) )

2. Ya da artık, avukat anlayışımızı değiştirelim. Bunun bir "meslek" olduğunu, neredeyse hepimizin aslen para kazanmak için bunu yaptığını, pek çok meslektaşın mutsuz, işsiz ya da her ikisi birden olduğunu, ayrıca vatandaşın da hukuk ihtiyacının daha kısa ve acısız çözülmesi gerektiğini, mevcut mevzuatımızın ve uygulamamızın pek de çözüm getiren cinsten olmadığını kabul edelim. Ya da İngilizler gibi filan olalım, orada sanırım iki tip avukatlık var, bir kısmı "takip elemanı" kabilinden bir şey, duruşmaya giremiyor. Öbürleri giriyor. Bu ayrımı uydurmuş olabilirim, tam hatırlamıyorum.

Biz ne yaparsak yapalım, fiili durum 2.'ye doğru gidiyor ve gidecek. Ben şimdilik başka bir yol düşünemiyorum -bu düşünemeyiş benim basiretsizliğim de olabilir. Fakat şu dönemde, kılıç kuşananın ama iş bilenin değil. İşler patronlara gidiyor, diğer arkadaşlara da böyle alternatif para kazanma yolları kalıyor. Ne olacaktı?

Ha ben burada "patron" dediğim kesimi de eleştirmiyorum aslen. Avukatlığı idealize edeceksek patron kavramı da ortadan kalkar, fakat bu hayatın olağan akışında mümkün değil. Sermaye varsa patron da olur, 2*2=4 bu. Bu abiler/ablalar elbette ki özgürlükleri dahilinde istedikleri şekilde bir çalışma şekli öngörebilirler, sorun patronlarda değil, sistemin sağladığı patronlaşma özgürlüğünde.

Eğer bir sistem, "Avukatsın, avukatın astı üstü, patronu işçisi olmaz, sen kamu hizmetçisisin, asarsın kesersin, o kadar özelsin ki Googla'a reklam bile veremezsin" dedikten sonra gençleri marabalaştırıyorsa, ben o Google'ın kendisi bile olurum, kimse de bir şey diyemez.

Ha beni bozan bir şey yok, ben işverenimin gayet rahatlıkla ulaşabileceği bir yazıyı bu şekilde yazıyor olmaktan dolayı rahatım. Bunu "Göksun ofisine çok sinirlenmiş" diye düşünülmesin diye yazıyorum. Sadece böyle de bir perspektif olduğunu hatırlatmak istedim.

Çok sevgiler ve içten saygılar,
Göksun.

15 Mayıs 2011 Pazar

Adana Adliyesi Efsanesi: Bizzat yerinde müşahede ettim.

Efendim, takdir edersiniz ki pek çok hemşehrim gibi ben de Adana'ya pek "objektif" yaklaşamam. O yüzden, adliyesini anlatmaya başlamadan önce şehrime biraz methiye düzmeme izin veriniz, rica ediyorum.

Bu mayıs Adana için farklı geçiyor. Normalde, Adana'nın mayısı pek çok yerin temmuzu gibidir. Bayağı bayağı yaz gelmiş olur. Fakat bu sene, istisnasız her öğleden sonra yağmur yağmış. Ben buradayken de yağdı. "Çukurova'nın kırkikindisi meşhurdur" derlermiş, ama hiç bu seneki kadar meşhur olmamıştı.

Bu kadar su yağınca tabii, nehir ve göl tarihinin belki de en üst seviyesinde. Ki bu da özellikle gölün karşı tarafını son derece güzel kılıyor. Adana'nın en güzel zamanı, nisan sonu-mayıs başı gibi yaşanıyor.

Adana'nın turistikleşememesi hakkında da eteğimde çok taş var ama onları başka bir yerde yazdım zaten, tekrarlama isteğim yok. Zaten biraz sonra buraya kopyalayıp yapıştırırım. Fakat tekrara düşecek de olsam şunu belirtmem lazım; burası her geldiğimde daha bir "sosyetik" oluyor. Bayağı bayağı "havalı" bir şehir olmuş Adana, her geldiğimde biraz daha fark ediyorum bunu. Neyse, Tayyip Beyefendi eğer İstanbul'a yeni şehirler yapma fikrini uygularsa pılımı pırtımı toplar memleketime dönerim artık.

Perşembe günü "Misafir mi sayılsam yoksa ev sahibi miyim ki..." diyerekten babamın peşisıra yöneldim adliyeye. Avukatların plaza giriş kartı gibi bir kartları varmış Adana'da, onu okutup turnikeden giriyorlarmış. Babam bir süre "Hay Allah sen nasıl gireceksin..." gibi bir derde düştü, diğer kapıda kuyruk oluyormuş filan... "Ne münasebet" dedim, "Biz plaza insanıyız da şirketimize mi giriyoruz ki kart okutalım? Nasıl işmiş o, senin girdiğin çıktığın saati kaydediyor! Hem avukat kimliğini gösterirsen sıra mıra olmaz" dedim. Zaten o turnike arızalıydı Allahtan, şirkete girer gibi girmedik.

Gelelim adliyenin içine...

Arkadaşım, gittim gördüm, Adana Adliyesi inanın ki aslında "iyi idare ediyor." O ortamda insanın toplu katliam yapmaması bile güzel memleketimin delikanlı insanın asude duygularının bir izdüşümüdür.

Adana 5. büyüktü yanılmıyorsam; bu durumda kendisinden büyük olan 4 şehrin de adliyelerini biliyorum. İstanbul'da 20'ye yakın adliye var, neredeyse tamamını bilirim. Bu binaların tamamı sevimsiz, kullanışsız ve insana mutsuzluk veren binalardır.

Fakat dostum, Adana bambaşka... Ankara Adliyesi'nden, hatta Bursa Adliyesi'nden bile karışık. Kartal Adliyesi'nden bile havasız ve bugüne kadar hiçbir adliyede görmediğim kadar karanlık. Eski Bakırköy Ceza Adliyesi kadar da dar neredeyse. Üstelik, tüm bu özellikler Adana gibi büyük ve insanların "deli" olduğu bir şehirde bir araya geliyor. Varın siz düşünün.

Allahınızı severseniz, ışıksız, havasız, dar, oturaksız ve bekleme sürenizin tamamen belirlenemez olduğu bir ortamda, katil olmaz mıydınız? Ki bir de Adanalıysanız. Dostum, tamam 21. yüzyıl, adliye, medeniyet filan diyorsun ama, "eşyanın tabiatı" diye bir şey var. Adanalı tabiatı o ortama uygun değil; olaylar 7/24 devam etmiyorsa bu tamamen hemşerilerimin edebindendir.

Duruşma saati 11.30, ben 11.20'de kapıdaydım. Kapıda liste yok! Allah'ım bu garabeti sadece Konya'da yaşarım sanıyordum, yahu listesiz duruşma salonu mu olur! Ksçıncı sıradasın, içerideki kaçıncı sıra, arada tanık var mı, toplu dosya var mı... Katiyen bilemiyorsun. Zaten mübaşir de bilmiyor, çünkü öyle bir sistem yok. İnanılmaz bir kaos ortamı. Bütün avukatlar salonda bekliyor; salonda oturacak yer bitince ayakta bekliyorlar. Sanarsın ki iflas erteleme duruşması var. Salon dopdolu, herkes ayakta, aralarında konuşanlar, cep telefonuyla konuşanlar, mütemadiyen girip çıkanlar... Off Allah'ım İstanbul'un gözünü seveyim. Üstelik, sıra tamamen "o an" belirleniyor. Bir avukat öncelik rica ediyor, öbürünün karşı tarafı gelmemiş oluyor o bekleniyor, diğeri için hakim "E hadi siz şu işi yapın ben sizi öğleden sonra alayım" filan diyor...

Bir de ben hakimin iyice garibine çattım. Beyefendi hiperaktif. Emeklilik yaşı da gelmiş üstelik, buna rağmen enerji patlaması halinde kendisi. Öyle ki, tarafların kaç tanığı hazırsa tamamını dinliyor. Bir davada 4 ayrı davalı tanığı, 2 de davacı tanığı dinledi ya! Tek bir davada 6 tanık! İstanbul'da katiyen böyle bir şey olmaz; bir kere hiçbir hakim iki tanıktan fazlasını dinlemez. Ayrıca, taraf tanıkları da genelde aynı celsede dinlenmez. Dinlendiği nadiren olur. İspat yükü kimdeyse önce onunki dinlenir, sonra diğerininki. Ama bu hakim bey biraz garipti.

Yanımdaki avukat hanıma "Öğle arası veriyor mu" diye sordum, "Yok bu hakim vermez. Yaşına rağmen çok enerjiktir, 20 yaşındaki halini merak ediyorum" dedi. Derin bir of çektim.

Saat 1 miydi neydi sıram geldiğinde. Ha yalnız şunu söylemeliyim, saat 12.00 olunca adliyeyi belirgin bi kebap kokusu sardı ve bu beni çok eğlendirdi. Başkası dese inanmazdrım ama doğruymuş; adliye gerçekten de kebap kokuyor.

Hakim Bey duruşmayı çarşamba gününe verecek oldu, rica minnet perşembeye aldırdım. "Ama Sayın Hakim, burada ailemiz var, onları da ziyaret etmiş oluyoruz, lütfen..." dedim, hakim de "Avukat Hanım çok acıklı söylediniz..." diyerek ikna oldu sağolsun. Bir sonraki duruşmaya diğer Adanalı arkadar gelir muhtemelen, ona da bir güzellik olsun.

Yani işte böyle. Adana güzel, hele mayısta bambaşka. Ama adliye... Yo dostum, işte orada dur bakalım...

Çok sevgiler,
Göksun.

8 Mayıs 2011 Pazar

kısa çalışmayı tanıktan öğrenen iş hakimi

Geçen gün yine İstanbul içindeki bir iş mahkemesindeyiz, yine işçi vekiliyiz. İşe iade davası, davalı tanıkları dinlenecek. Hakime hanım soruyor:

- Peki işyerinde ekonomik sıkıntı var mıydı gerçekten?
- Vardı, biz de zaten kısa çalışma yapıyorduk.
- Nasıl yani az mi çalışıyordunuz, işler mi azalmıştı?
- İşler azalmıştı, şirket iyi durumda değildi, biz de o yüzden kısa çalışma yapıyorduk.

Diğer tanık:

- İşyerinde başka işten çıkarılanlar da oldu mu?
- Oldu, zaten biz de kısa çalışma yapıyorduk.
- Ya bu kısa çalışma nedir ben bilmiyorum onu?
- Yarım gün çalışıyorduk, sonra işten çıkıyoduk.
- Yani işveren fesih mi yapıyordu? (Ne dediğini tam hatırlamıyorum ama yemin ederim fesihle ilişkilendirdi ilk başta.)
sizi çalıştırmıyor muydu?
- Yok, sadece yarım gün çalışıyoduk, işten çıkmıyoduk.
- Yani ücret ödemiyor muydu işveren?
- Paramızı gidip PTT'den alıyorduk, işverenden almıyorduk.
- Bu kısa çalışma nedir, diğer tanık da söyledi ama ben bilmiyorum onu?

Kalakaldım, ama zaten o arada davalı vekili "Efendim izin verirseniz ben analtayım" diye anlatmaya başladı. Fakat hakim hala "fesih yapmıyor yani?" diye soruyor. "Yok" dedi avukat hanım, "fesih değil. Devletin ekonomik kriz sebebiyle kısa bi süre sağladığı bi imkan."

Acaba duruşmadan sonra "Neymiş ki bu..." diye okumuş mudur... Gerçi, görev yaptığı adliyenin yargı bölgesinde pek çok kobi var, kısa çalışmadan faydalanmış ve sonra krizi bahane edip fesih yapmış davalıları illa ki vardır. Ama ye denk gelmedi, ya pek ilgilenmedi, ya da artık bilemiyorum ne oldu...

Tanık beyanlarına beyan yazarken kısa çalışmayı da anlatayım bari, sevaptır.

5 Mayıs 2011 Perşembe

mesai

(şu an radyo eksen'de çalan şeyin feridun düzağaç olup olmadığından hala emin değilim. radyo eksen'i sık dinlerim ama kimi dinlediğimi neredeyse hiç bilmem. bu yabancı her kim ise, fd kendisinden bayağı bir esinleniyor olmalı...)

ofisten çıkabilecek duruma yeni geldim ama çok üşeniyorum. ama çıkıp gitmek de istiyorum. ama çok yorgunum ve buna halim yok. bu dün de böyleydi, ara sıra böyle oluyor. önümüzdeki iki hafta da böyle olacak.

yorgun, mutsuz, neredeyse umutsuz, ara sıra yalnız, çirkin ve aç. işte benim zeki müren.

feragat... fırk...

Öğlen Bakırköy'de zilyon tane duruşmam var, iki ayrı toplu dosya. Bir topluluktan birini, diğer topluluktan ikisini aldım eve gittim, yolda gider gelirken okuyayım diye. (Bu arada, iki grupta da işçi vekiliyiz.)

İki emsal aldığım topluluk biraz enteresan. Bizim müvekkil işyen çıkarıldıktan sonra şirket devredilmiş, bizim işe iade davası devirden sonra kesinleşmiş, yeni başvuruyu devralan şirkete yapmışız. Devralan şirket de "Ben halihazırda çalışanları devraldım, bu çalışmıyordu, aha da listesi de budur" deyip talebi reddediyor falan filan. Dosya bana ilginç geldi, Mehmet Uçum da bayağı güzel, epeyce ağır yazmış hakikaten. Dosyaya bir "muhabbetim" oluştu birden, seviverdim. Emsal değeri yüksek çünkü; hem işyeri devri hem de bizim dilekçe üslubumuz bakımından :)

Heyhat, bizim müvekkil dosyadan feragat ediyormuş. Üzüldüm be ya. Ne güzel şurada hukukçuluk yapıyorduk... (Diğerleri etmiyor neyse ki.)

Böyle enteresan davalardan feragat edilemesin arkadaşım. Karşıyım ben buna. "Şu güzel ortamı bozuyorsun" demek geldi içimden.

Göksun :)

4 Mayıs 2011 Çarşamba

"Haaa... İlamı okumadımdı..." - Bir hakim.

(Gerçi hakimlerin dosyayı bilmemeleri vaka-i âdiye ama...)

İstanbul içinde bir iş hakimi. Adliye-mahkeme vermeyeyim. Biz davacı/işçi vekiliyiz, tazminatlar dahil işçilik alacaklarına hükmedilmesini istiyoruz. Davalı ise, işçinin 1998 yılında giriş çıkışının olduğunı, '98'de çıkarken o güne kadarki çalışmasından doğan tazminatlarının ödendiğini öne sürüyor. Buna delil olarak da imzasız, hukuken pek de itibar edilebilir olmayan bir bele gösteriyorlar.

Mahkeme bizim davayı kısmen kabul etti, biz de temyiz ettik. Dosya bozuldu. Bozma gerekçesinde de diyor ki, "Öncelikle 98 yılında olduğu iddia edilen ödemeyi iyice bir araştır. Ödeme varsa ona göre, yoksa ona göre karar ver. Kısmen değil tamamen kabul etmen de gerekebilir. Ayrıca faizin de yanlış, eksik faize hükmetmişsin, doğrusu bu olmalıydı."

Girdik duruşmaya, davalı vekili yok. Ben bozmaya uyulsun dedim, hakim çat diye sadece faiz kısmını düzeltip karar verdi. Ben dedim ki "Sayın Hakim böyleyken böyle, Yargıtay ödemenin araştırılmasını istemiştir, bu konuda taraflara süre verilsin beyanda bulunalım" dedim, çünkü yine kısmen karar verecek... Hakim bi baktı, "Neymiş ki o" der gibi, ilamı dosyada aradı buldu, bi okudu, bi düşündü, "iyi taam" deyip tarafımıza beyanda bulunmak üzere süre verdi. Duruşmayı da te Eylül'e attı.

Biz de bulunduk bakalım, çok da güzel yazdım hem de. Neler olacağını Eylül'de görüciiz...

Göksun.

Tanrı'nın "Dur sana bir güzellik yapayım" deme şekli: Konya meselesi.

Geçenlerde bir gün Konya'ya gidicem yine. Havayolu şirketlerinin Konya konusundaki uçuş politikalarını anlamıyorum, sabah tek uçak 6.40'ta, akşam yine tek uçak 21.40'ta. Bu Pegasus'un saatleri, ama Anadolujet de farklı değil.

Bizim de tek duruşmamız var, o da saat 11.30'da... Başta 9.30 sandığım için "iyi madem, hemen girer çıkar 11'deki Ankara otobüsüne binerim, oradan da atlar eve dönerim" diye plan yapıyorum. Davacı vekilini aradım, saat 9.30'da hemen gidip çıkabilir miyiz diyeceğim. Avukat Bey bana demesin mi, "Ama duruşma 9.30'da değil ki 11.30'da, ben de Ankara'dan geleceğim o yüzden o saate aldırdım" diye... Hah, benim tüm planlar yalan oldu tabii ki.

Bunu öğrenir öğrenmez söylenmeye başladım. Napıcam ben bütün gün orada, of, bir duruşma için o kadar saat harcanır mı, sabah 5'te kalkıcam gece 11'de eve gelicem, neler neler... Nasıl söyleniyorum, canım nasıl istemiyor...

Neyse ne yapalım, söylenmenin ecele faydası yok. Aldım bilgisayarımı makalelerimi, yeni açılan kütüphaneye gidip ders çalışmaya karar verdim. Karatay Müzesi'ne giderim diye düşündüm (Mevlana'ya önceden gitmiştim) e biraz da Farmville filan derken işte ancak...

Gel gör ki, Tanrım beni boş bırakmadı. Öncelikle, okuldan arkadaşım Adem'le karşılaştık. O da sabah gelmiş, duruşması varmış. Adem ÖHP'lidir, BDP'de de bayağı aktif bir arkadaş. Adaylardan filan konuştuk, o zaman daha aday listeleri açıklanmamıştı. Sebahat Tuncel'e selam söyledim, kendisini benim için öpmesini istedim. Adem'in özel yetkili mahkemelerde çok işi olduğu için pek çok hikayesi de var, onları dinledim büyük bir şaşkınlıkla. Vay arkadaş dedim, altı üstü cevap dilekemizi tekrar ederek avukatlık yaptığımı sanıyorum ben de... Dinlediklerimi uzuuuun uzun anlatırım da, çok uzun olur. Başka bir blogda konu ederim bunu. Şimdi her şey çok birikti.

Adem'le konuşurken yine okuldan başka bir arkadaşımızla karşılaştık, okulu bitirip Konya'ya yerleşmiş. Fakat günün asıl bombası başka bir Avukat Hanım'dı. Bu Avukat Hanım, biz Adem'le otururken "Oturabilir miyim çocuklar" diyerek geldi ysnımıza oturdu, sonra üçlü sohbete başladık. Yaşça annemden büyük, belli. Derken, bana dönüp "Yavrum sen bütün gün sokaklarda ne yapacaksın, gel seni bizim eve götüreyim, istediğin gibi yat dinlen" demesin mi! "Nası yani..." diye kalakaldım! "Evde bir yardımcı hanım var, yemek filan hazırlar sana..." diye anlatmaya devam ediyor.

"Teşekkür ederim ama rahatsız etmeyeyim, hem benim proje hazırlamam gerektiği için bilgisayarımı makalelerimi filan da alıp geldim, ders çalışacağım" dedim. (Bu arada, Konya Adliyesi'nde bir kütüphane açılmışi henüz ısıtması yok ama böyle çalışmalar için çk uygun bir yer. Sessiz, aydınlık filan. Bir de İlhan Bey diye bir görevlisi var, çok ilgilendi benimle, çok istedi orada çalışayım. Güleryüzlü ve yardımsever bir amca. giderseniz uğrayın selam söyleyin :)) ) Ben böyle söyleyince, Avukat Hanım bu sefer de "O zaman madem gel ofiste götüreyim, bizim ofis çok büyük, sana masa da veririm rahaaat rahat çalışırsın" demesin mi!

Gittim ofislerine, gerçekten de çok büyükmüş. Ofiste çıkan yemekten yedim, çok güzeldi. Etli pide söylemişler benim için sağolsunlar. Tüm personel geldi teker teker hoşgeldinizledi beni. Akşama kadar bir masada oturup çok da güzel çalıştım, hiç o kadar uzun ve verimli çalışmamıştım. Bu arada tabi çayın biri gidiyor kahvenin öbürü geliyor...

Akşama kadar takıldım orada. Ama gerçekten diyorum, fakülte son sınıfın 2. döneminde kütüphanede gecelediğim zamanlardaki kadar iyi çalıştım. (O çalışmanın sonucudur ki Yener Ünver'den büt'e kalmışlığım yoktur.)

Akşam 7.30 gibi kapandı ofis, zaten en son ben, benden 6-7 yaş büyük bir Avukat Bey, bir de benden 2 yaş küçük, Büyük Avukat Hanım'ın yeğeni olan Küçük Avukat Hanım kalmıştık. Bunların bir taksicisi varmış, o geldi aldı beni. Önce Cemo'da etli ekmek yedim ki cidden güzeldi, sonra da aynı taksiyle havaalanına gittim. Taksici benden para almayacak oldu! Meğer Küçük Avukat Hanım öyle demişmiş... Yok olur mu öyle şey diyerek ödedim tabii ki. Akabinde Küçük Avukat Hanım'ı aradım teşekkür etmek için, "Ne demek, ben bilemedim taksi senin için uygun olur mu olmaz mı, o yüzden taksiciye öyle dedim" dedi. Gerçekten.

İşte Konya günüm böyle geçti. Çok söylendim, yine gitsem yine söylenirim, ama çok hoş bir anı oldu öte yandan. İşte bunu seviyorum :)

Göksun.

"Av. Göksun Gökçe Göndermez duruşmaya katılmadı. Tiz azledile."

uyap.gov.tr'den göreselini aradım ama bulamadım. Lakin bunu paylaşmam lazım:

UYAP bir tür gözetleme aparatı gibi gelmiştir bana. Doğru mu düşünüyorum bilmiyorum, benimki bir his şimdilik. Fakat şu "fasilite" iyiymiş gerçekten: vatandaşı avukatından bilgilendirme şeysi.

Gebze'de bir duruşma salonunun kapısında gördüm. Davanız hakkında bilgi almak istiyorsunuz diyelim ki. Bunu da, olması gerektiği gibi, avukatınızı arayarak yapmk istemiyorsunuz, çünkü malum, biz avukat milletine pek güven olmaz. Telefonda size elli saat anlatacağımız hiçbir şey, UYAP'tan gelen iki kelimelik bilgi kadar değer ifade etmeyecektir.

Neyse dosya numaranızı yazıp yolluyorsunuz bir telefon numarasına, size diyor ki "Av. Göksun Gökçe Göndermez 05/05/2011 tarihli duruşmaya katılmamıştır."

Burdan sonrasını tahayyül edemiyorum. Ama tanıtım afişinde aynen bu yazıyordu. Aman diyeyim duruşma kaçırmayın, size de çıkabilir. Hakimin gelip gelmemesi önemli değil. Bilirkişi raporu bekleniyor da olabilir. Her şeyi geçtim davayı uzatmak için bir hamle bile olabilir. Ama işte, olmayacak. O duruşmaya girilecek. Yoksa UYAP sizi müvekkile anında ispiyonlar, ondan sonra anlat derdini...

Büyük küçük, tüm biraderler izliyor bizi.

Bir ofis gününü güzel kılan şey: Sütlü kahve + Browni Intense

Her gün bir yerlerde sürtersen olacağı bu... Yollarda geçirmediğim günün bir "iş günü" olduğunu algılayamaz oldum. Vallahi diyorum.

Ya benim neredeyse her gün birkaç duruşmam, haftada 1-2 defa da şehirdışım var tamam mı. Sürekli bi o taşıttan inip buna binme, bir yerlere yetişme filan halindeyim. Zaten okula da gidiyorum, yani eve girdiğim de doğru düzgün yok. O bakımdan, bir yerde böyle bütün gün oturunca "oturmaya geldik" gibi geliyor bana. Halbuki işim var, gerçekten var, ama ı ıh... Kendi kendimi ihbar etmiş oluyorum ama üzgünüm, bugün çalışamıyorum.

Bu "yadsıma" hissi ilk olarak eve karşı başladı. Eve normal saatinde gidince (yani 6.30 vapuruna binip 7.10'da evde olmaktan bahsediyorum) "Eee, napıcam ki ben şimdi?" diye düşünmeye başladım ilk. Yani yapacak iş her zaman var, bulaşık, etraf, hiçbir şey yoksa bile illa ki duş, tamam da... Ev dediğin fiilen otel gibi bir şey ki... Anca koltuğunda yatağında sızılır.

Derken bu his ofise de teşmil etmeye başladı. (Düşün ki bu konuda "teşmil" kelimesini kullanıyorum, o derece içine girmişim bu mesleğin...)Ofiste olup bir yerlere koşmayınca çalışıyormuşum gibi gelmiyor. Böyle böyle derken işler birikip beni sıkıştıracak, ben anca öyle ikna olacağım ofiste geçen günün de bir iş günü olduğuna... Bari bu akşam geç çıkayım da iki makale okuyayım, ayın 22'sine kadar bir ödev bir sunum bir de proje yetiştirmem lazım, bugün gelmiş 4'ü olmuş, bende tık yok...

Bugün feysbuk statüs'üme yazdım, "Hayatımın bir 'Stranger Than Fiction' hayatı olmasını ve İtalo Calvino tarafından yazılmasını istiyorum. - böyle diyince entel gibi oldum aslında ama aslında dediğim şudur: 'Sıkıldım ulan!'" Nasıl? :)

Stranger Then Fiction çok enteresan bir film, tam benim sevdiğim tarzda. Şöyle ki; esas oğlanımız bir gün, hayatının bir başkası tarafından yazılmakta olan bir roman, kendisinin ise bu romanın kahramanı olduğunu keşfeder. Bir edebiyat profesörüne gidip derdini anlatır, hoca ona başta pek inanmaz. Sonrasında "Aslında olur olur..." diyerek, esas oğlanı anlatılan tarzdaki hikayeleriyle bilinen bir yazar hanıma yönlendirir. Yazar gerçekten de o hanım kişidir. Olaylar gelişir.

İşte ben bu hayatı, İtalo Calvio'nun yazmasını isterdim. Aslında Calvino'yu tanımam etmem, sadece iki kitabını okudum. Ama hem İtalyan candır, hem de okuduğum kitapları feci yaratıcı ve güzeldi. Okuduğum "Bütün Kozmokomik Öyküler" ve "Kesişen Yazgılar Şatosu" kitaplarını samimiyetle tavsiye ederim.

Şimdi artık adliyelere giriş yapacağım, o yüzden bu blog bu kadar yeter. Çok uzun yazdığımın farkındayım, o yüzden artık kısa kısa ve fakat pek çok başlık halinde yazasım var. Herkes bana bir ton laf sayıyor, uzun yazıyormuşum, marifet uzun değil kısa yazmakmış, vs vs vs... En son Kübra Hoca canıma okudu, projenin en fazla 40 sayfa olmasını istiyormuş. Yahu daha geçen dönem "Bir 60 sayfa filan olsun..." demiştiniz, ben 30 sayfa yazmışım daha da 20 sayfam var, şimdi 40 sayfaya indirmek nedir...

İlter de diyor ki ben kısa yazamazmışım, o yüzden projeyi baştan istediğim gibi yazıp sonradan kısaltmam mümkün değilmiş, daha yazarken kısa tutmam gerekiyormuş... Tamam verdiği akla gerçekten saygı duyuyor ve iyi niyetinden şüphe etmiyorum ama, bu kadar "yapamazsın" da denmez ki...

(İlter Feysbuk'tan düzeltme gönderdi, tekzip metnini aynen yayınlıyoruz: Ben "kisa yazamazsin" demedim! "Uzun yazdiktan sonra kisaltmak zor olur, anlam butunlugu kaybolur ya da kiyamazsin" dedim! Duzeltme talep ediyom:) )

Çok canım sıkılıyor. Bari sütlü kahve içip Browni Intense yiyeyim...

Göksun.