14 Ekim 2012 Pazar

2012 Genel Kurulu - Bir "Fotoğrafın" Hikayesi

Merhaba arkadaşlar,

Bugün, yılın son "güzel havalarından" birini geçirdik. Baro genel kurulları zaten çok çekici yerler değil, işin içine güzel hava girince ise iyice cazibesizleşiyor. Haklısınız.

Gelmeyen, ya da gelip de adayları dinlemeyen, veya dinleyip de aklını dışarıdaki havadan salona adapte edemeyen arkadaşlar için, adayların konuşmaları hakkında bir özet geçmek istedim. Yalnız bu özete geçmeden önce, kişisel bir itiraf meselem var, bunu halletmem lazım.

Ruhsatımı aldığım sene KAV'a dahil olup, 2008 ve 2010 seçimlerinde bu grup için çalışmıştım. Bu seneki seçimlerde ise hala KAV'da olmama rağmen, fazla bir çalışma performansını göstermedim. Bunun için elbette -kendime göre- sebeplerim vardı; fakat o sebepleri gözümde bu kadar büyütmesem iyiymiş. Filiz Kerestecioğlu'nu bugün genel kurulda dinleyince, bu sürecin bir parçası ve aktif bir çalışanı olmayı aslında çok isteyeceğimi anladım. Kısmet değilmiş, 2014'e inşallah.

Başkan adaylarını teker teker anlatmak yerine, Ümit Kocasakal üzerinden gitmeyi tercih ediyorum. Aksi takdirde tekrarlarla dolu bir yazı olacak, çünkü zaten konular hep aynı.

Sayın Kocasakal, başkan ve başkan adayı sıfatlarıyla, toplam süresi 1.5 saat kadar olan iki konuşma yaptı. Kendisi -kendi deyimiyle- "akademik alışkanlık" itibariyle süresi kadar konuşmaya alışık, kendisine tanınan zamanı taşırdığını iddia edemeyiz. Fakat, zaten aday olan birinin, bir de başkan sıfatıyla bir saat konuşması nedir? Aday sıfatıyla konuşmasını süresi içinde tamamlamış olması, eğer başkan olarak konuşma süresine ilişkin bir "standart" yoksa, bir anlam ifade eder mi? Bıraksak 3-5 saat daha konuşurdu bence.

Biliyorsunuz, hukuka ilişkin perspektifler muhtelif. İşin esasını önde tutan olduğu kadar, usûlünü önce tutan da var. Benim hukukçuluğum daha çok "esasa yönelik" çalışıyor. Ondan sebep, bugün Sayın Başkan'ın "avukatlığının" baro genel kurulunda onaylanmış olması meselesine bir türlü aklım ermedi.

Başkan Bey, konuşmasına geçen dönemde kendisine başkanlık teklif eden ve kazanmasını sağlayanlara teşekkür ederek başladı. Meğer başkanlık, o zamanlar kendisinin aklından bile geçmiyormuş. Yalnız değilsiniz Sayın Başkan, siz bizim aklımızdan da hiç geçmiyordunuz.

Sözün devamı, "Benim hoca olduğumu, avukat olmadığımı söylüyorlar" diye geldi. Doğrudur, mesela ben de kendisi için tam olarak öyle değilse bile "adliyeye sadece fotoğraf çektirmek için giren hoca" diyorum. Meğersem geçen genel kurulda, bunu nasıl kaçırmışım hayret, kendisinin avukatlığı oylamayla kabul edilmişmiş. Nitekim -yanlış hatırlamıyorsam- 1991'den beri de baroya kayıtlıymış, yani avukatmış bu yüzden. E hocam, peki "esas?" Biz size baroya kayıtlı değilsiniz demedik ki, fiilen avukatlık yapmıyorsunuz dedik. İcraya gidip talep açmışlığınız, aylarca CMK ödemesi alamamışlığınız, saatlerce duruşma beklemişliğiniz, masraf almadan iş yapmaya zorlanmışlığınız, sigortanızı yapmayan bir patronunuz yok dedik. Var mıydı?

Sayın Başkan'ın "Ben de baroya kayıtlıyım!" çığlığını, Burhan Altıntop'un "Ben de Nişantaşı çocuğuyum!" isyanına benzeten olmuş mudur bilemiyorum. Fakat kendisinden bu konuda daha esaslı bir savunma beklerdim.

Bu konudan sonra, baroda "tek adam" devrinin bitmesinden bahsetti biraz. Son iki yılda başkanlık diye bir şey kalmadığından bahsederken, aynı iki yılda kendisinin adeta bir "star" havasına sokulduğunun farkında olmaması dikkat çekiciydi. Cep telefonlarına gelen mesajların altına "Yönetim kurulu adına Av. Doç. Dr. Ümit Kocasakal" yazınca veya baro bültenindeki her makale "Başkanımız Av. Ümit Kocasakal..." diye başlamayınca, kendini bu anlamda Muammer Aydın'dan farklı gördü anlaşılan. Fakat tarih, bu seçim sürecindeki "Budur!" yazılı afişi unutmayacaktır. Algımız, Filiz Hanım'ın çok güzel değindiği üzere, kendisine ait 25 fotoğrafın birden olduğu seçim broşürünü de, başkanın yönetim kurulundan "benim üyelerim" diye söz etmesini de, elbette ki not etti. Son iki yıldır öyle medyatik bir başkanımız oldu ki, baromuzdan çok "başkanımızı" konuşur olduk.

Bu arada kendi seçmenleri, başkanın "Bazı şeyler bana mal ediliyor ama ben kararları tek başıma almıyorum, biz bir ekibiz" demesini nasıl karşılıyor bilemiyorum. Fakat bu sizce de ayıp değil mi? Bu sizce de, tam bir "Ben yapmadım, Miki yaptı" söylemi değil midir? Hele bir de, hemen bu cümleden sonra, "Başarılar ekibime, başarısızlıklar bana aittir" demek, ortada tam bir "çark" varmış izlenimi vermiyor mu?

Bu arada ÇHD ekibi, oturdukları yerden, her kişide bir harf olacak şekilde, "Savunmaya özgürlük" pankartı açtılar - hatta ben de n harfiydim. Salondan elbette ki esaslı bir alkış geldi, hele harflerimizin arka yüzünü çevirip "Suriye'den elini çek" yazısını oluşturunca alkış iyice koptu. Başkan sağolsun birkaç dakika durdu ve alkışımızı kesmedi, fakat konuşmasına aynen kaldığı yerden devam edip, hiçbir şey olmamış gibi davranmış olması da kayıtlardan kaçmadı.

Bu hadiseden -hemen değil- biraz sonra, baroların sosyal sorumluluk meselesini dinledik. Bence tüm adayları ayrıştıran esas hadise budur.

Başkan Bey, baroların Avukatlık Kanunu'ndan doğan sosyal sorumluluğundan bahsetti; bu sorumluluk ülkenin hukukunun geiştirilmesi ve hukuka işlerlik kazandırılmasına yöneliktir. Bahsedilen pek çok şeyi bu başlıkta inceleyebiliriz.

İlk başta değinip "sırasını savacağım" bir husus var. Başkan, sosyal sorumluluk kapsamında Fetus Okey davasında bulunduklarını söyledi. Nasıl bulunduklarını bilmiyorum ama pek fazla ilgilenmedikleri açık, zira mağdurun adı Festus. Fetus deyince, bildiğimiz fetüs gibi oluyor.

Diyarbakır'a gittiklerini söyledi. Peki Sayın Başkan, İstanbul'dan Diyarbakır'a - o da gözlemci olarak- gittiniz tebrikler de, Filiz Hanım'ın ifadesiyle, Beyoğlu'ndan Beşiktaş'a mı inemediniz?

Biliyorsunuz, onlarca meslektaşımız şu an "mesleklerini yaptıkları için" tutuklular. Bu olaya adayların nasıl yaklaştıklarını konuşma sıralarıyla aktarayım:

Ümit Kocasakal: Evet maalesef öyle, biz kendilerini ziyaret ettik, arkalarında olduğumuzu söyledik, ama davaya müdahil olmadık. Çünkü belirli bir fotoğrafın içinde olmak istemedik.

Muammer Aydın: Ergenekon'a gidiyorsan bu davaya da gitmelisin.

Rıza Saka: Tamam, Ergenekon'a gidiyorsan buna da gitmelisin ama bence ikisine de gitme. (Rıza Bey'le başkan arasında geçen darbecilik muhabbetinde bu cevaba tekrar döneceğiz.)

Filiz Kerestecioğlu: Ergenekon'a da, bu davaya da, her türlü adaletsizliğe de elbette müdahale edeceksiniz, sizin fotoğraf seçme şansınız yoktur. Biz haksızlığın olduğu her fotoğrafta yer alırız. Biz sizin hakkınızda soruşturma açıldığında yanınızda olduk ve hep de oluruz, siz neden bizi yalnız bırakıyorsunuz?

Balyoz'da sessiz kalmamakla övünüp "mesleğin onurunu ayaktta tuttuk" diyen bir başkanın, avukatların doğrudan o mesleği yaptığı için tutuklanmasına sessiz kalması, anlamlı bir cümlede yan yana kullanılabilecek unsırlar değil ne yazık ki. Ama oluyor.

Kaldı ki, mesleğin onurunu koruma aracı olarak gördüğü kurumların pek çoğunun, Filiz Hanım'ın mensubu olduğu tarafça oluşturulmuş olması ayrı bir ironi. Adli yardım, insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları ve avukat hakları merkezleri, faili meçhuller, iş hukuku ve mülteci hakları komisyonları, hep o zamanlarda kurulmuş birimler. Hal böyle iken, daha kendisinin ismi bile ortada yokken kurulmuş olan bu komisyonları bu kadar sahiplenmesi tam bir hazıra konmacılık örneği.

Sayın Başkan, "Bize yüksek siyaset yapıyor diyorlar. Alçağını mı yapalım? Hukuka aykırı iktidarlara karşı elbette ki sesimiz çıkar" diyerek salondan esaslı bir alkış aldı, fakat Filiz Hanım'ın "Bütün bu komisyonları, biz daha o zaman ve bütçemiz de yokken kurup çalıştırdık. Biz insan hakları geleneğinden geliyoruz, İşte o 'alçak siyaset' budur" cevabı, Başkan'ın aldığı alkışı ikiye katladı.

Darbecilik meselesine gelirsek... Aslında bunun sırası tam gelmedi ama bağlamdan kopmayayım istedim. Bu konuda Başkan, sahneyi Rıza Saka ile paylaştı. HÜP, broşüründe "darbeci baro" ifadesini kullanmışmış, ne münasebetmiş, ayrıca kendi broşüründe bile kullandığın bir yaftayı nasıl kaldırırmışsın, bunun -amiyane tabirle- ekmeğini yiyormuşsun.

Filiz Hanım bu topa girmedi fakat Rıza Bey'in cevabı bence yeterliydi: "Bunu biz uydurmadık, bu algıyı kendi eylemlerinizle siz oluşturdunuz. Örneğin, 1.5 saatlik konuuşmanızın yarısını Ergenekon ve Balyoz'a ayırdınız. Bu bile bir göstergedir. 12 Eylül davasına 'mahkemeye güvenmiyoruz' diye katılmadınız, böyle bir gerekçe olamaz. Mesele sizin güvenip güvenmemeniz değil, yargılamanın mevcut olmasıdır." kabilinden konuştu.

Bu arada, darbecilik meselesinde fantastik bir gelişme olmuş. Baromuz, kendisine "darbeci" diyenleri dava etmiş ve kazanmış, artık kim darbeci derse ona dava açacakmış.

Hukukun üstünlüğünün ve ifade özgürlüğünün garantör kurumu İstanbul Barosu'ndan dinlediniz.

Molierac olmasaymış, bağımsızlık sanrısı kendinden menkul avukatlar ne yaparlarmış bilmiyorum. "Avukatlar köle kullanmadılar, fakat efendileri de olmadı" sözünün artık ancak bir hukuk tarihi dersi vecizesi olduğunu birilerinin bu avukat milletine anlatması lazım. Evet avukatlar belki hala dışarıya karşı efendi-köle görünümünde olmuyorlar, zira artık bu ilişki "endogamik" bir şekilde yürüyor. Avukatlar yine kendi meslektaşlarının efendisi ya da kölesi oluyorlar ve kırılan kolu yen içinde aramak kimsenin işine gelmiyor.

Böylelikle işçi avukatlık konusuna geliyoruz. Benim hep düşündüğümü Filiz Kerestecioğlu çok çok güzel ifade etti; bu kadar büyük bir oy potansiyeli haline gelene kadar kimse işçi avukatları düşünmemişti. Başkan tip sözleşmeden, ofis açacak olanlara kredi vermekten filan hep bahsetti ama, bunları neden iki sene boyunca yapmadıkları konusuna hiç girmedi. Seçime beş gün kala bir tip sözleşme mi hazırlamışlar ne, ben görmedim. Onu söylüyor, ancak yetişti diye. Sayın Başkan, din kardeşiyiz.

Bu tip sözleşme konusunda kendileri karar mercii olamazlarmış, TBB'nin genel kurulunda bir meslek kuralı haline getirilmesi gerekiyormuş. Konuyu TBB'ye iletmişler. İşine gelince ÖYM'leri kendisinin kaldırttığını iddia edecek kadar ileri gidebilen bir zihniyetin, altı üstü bir tip sözleşme için girdiği hallere bakınız. Binlerce dansöz var adeta.

Evet, Sayın Başkan bir yerde özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasında payları olduğunu söyledi.

Biri lütfen Sayın Başkan'a ara sıra günlük gazete okutsun. Gerçi Filiz Hanım çok güzel söyledi zaten, "Ne kaldırılması, yetkileri daha bile artırıldı, fakat ismi değiştirildi" diye. Ama Başkan anlamamış olabilir.

Tekrar "genç avukata yardım" konusuna dönüp hemen Muammer Aydın'a bağlanıyoruz. Kendisi diyor ki, meğer iki veya daha fazla avukatın ofis açmak istemeleri halinde kendilerine uygun şartlarda kredi verilmesi meselesi, te kendisinin başkanlığının son zamanlarında kararlaştırılmış. Resmi bir karar haline gelmekten söz ediyorum. Bu kararın, iki senedir neden uygulanmadığını ise bilmiyoruz. 

Karar diyince, bir de kararların şeffaf olması meselesi var. Sayın Başkan öyle güzel, ama öyle güzel bahane üretiyor ki, birazcık "sorgulayıcı" biri olmasam vallahi kendisine inanacağım. ("Bahane üretiyor" yerine "boş konuşuyor" yazmıştım sildim. Darbeci diyemiyormuşuz, demagog da diyemiyor olabiliriz.)

Efendim, kararları sitede açıklamak isterlermiş, ama disiplin kararlarının açıklanması kişilik haklarına zarar verebilirmiş, o yüzden o iş olmazmış. E o zaman disiplin kararlarını açıklamayın tamam, peki diğerleri?

Bütçeyi de şeffaf yapmak istemişler ama çok fazla hesaplama yöntemi varmış, karışıyormuş. E o bizim sorunumuz? "Biz bunu şuna göre hazırladık" diyin, anlayıp anlamamak bizim sorunumuz olsun. Bu mudur gerekçeleriniz?

Bunun dışındaki konuları şöyle özetleyelim... Baro'nun bir Anayasa hazırlığının olmaması, bence çok önemli bir konuydu ama buna sadece Filiz Kerestecioğlu değindi. "Baro 'istemiyorum' diyemez, öncü olur" ifadesi olması gerekeni çok güzel özetliyordu. Öte yandan, hutbesinin "hukuksuzluğun karşısında durmayalım mı" kısmında "TÜSİAD bile konuşuyor, biz konuşmayacak mıyız" diyen bir baro başkanının, Anayasa konusunda TÜSİAD kadar sözünün olmaması da yine, kaçırılmayacak bir noktaydı. Ayrıca, yanlış not almışsam lütfen düzeltin ama, "TÜSİAD bile konuşuyor" diye bir şey olmaz, ama "Baro bile konuşmuyor" diye bir şey olur ve maalesef olmaktadır.

Bu genel kurul bence, adayların KCK tartışması ile birlikte, Baro Bahçe'de kaç tane çay içildiği meselesi ile hatırlanacaktır. Zira biz binlerce avukat, sabah evlerimizden çıkıp te Haliç Kongre Merkezi'n gidip, saatlerce Baro Bahçe'yi konuştuk. Muammer Aydın bu tesisten çok rahatsız mesela, avukata değil çevre sakinlerine hizmet verildiğini ve safi zarar olduğunu söylüyor. Şahsen benim için sorun değil. Rıza Saka, bunun hizmet bile sayılmayacağını, elbette ki olması gerektiğini ifade ediyor. Bu arada, bir gün kendi grubu seçilirse o bahçenin Beltur olacağından emin olan bir tek ben miyim?

Hasılı, bahçe konusunda kafalar karışık ve bu konu gerçekten çok fazla konuşuldu. Başkan uzun uzun, aslında ne kadar iyi bir fiyata aldıklarını filan anlattı. Bir de, üşenmemiş, bahçenin eylül ayı z raporunu almış getirmiş. Açtı okudu, efendim şu kadar çay bu kadar tatlı tüketilmiş diye. Oturduk bunu konuştuk. Bu konuda Filiz Kerestecioğlu'nun yaklaşımına geçmeden hemen belirteyim, Rıza Saka bu z raporu restini gördü ve anında cevap verdi: Kendisi de başkana dair bir z raporu hazırlamış. Şunları şunları yapacaktı ama yapmadı diyerekten. Uzun hikaye, not aldım ama aktarmayayım. Neyse, Filiz Hanım konuyu çok güzel bağladı: "Sayın Başkan, eğer siz tüm bu hesapları şeffaf bir şekilde yapsaydınız, baroda katılım ve temsili sağlayabilseydiniz, şu an z raporuna filan gerek kalmazdı."

Unutmadan, Baro Bahçe'de "1. Geleneksel Kültür Sanat Festivali" başlayacakmış. Ben demiyorum, Kocasakal diyor. Aynen bu şekilde.

Kocasakal daha çok Rıza Saka'ya yüklendi. Bu tavrını, geçen seçimde ulusalcıların fark atmasının HÜP korkusundan kaynaklandığını bilmesine yoruyorum. Fakat bunu öyle gereksiz, öyle kof, öyle anlamsız bir milliyetçilik üzerinden yaptı ki, "Yıl olmuş 2012..." noktasına geldik. Efendim Rıza Saka, broşüründe "Türk milleti" bile diyemeyen, "Türkiye halkı" diyen biriymiş de falan filan. Sanırsınız Muhsin Yazıcıoğlu konuşuyor.

Fakat bu başlangıç tüm ırkçılığına rağmen, inanılmaz ama gerçek, mantıklı görünen bir yere bağlandı. "Daha 'Türk milleti' diyemiyorsunuz, ama işinize gelince 'milli irade' demeyi biliyorsunuz."

Yalnız Sayın Başkan'ın iyice milliyetçi cepheye seslenen bu konuşmasındaki asıl trajedi, söylediği şeyin salonda gayet yüksek bir alkış koparmasıydı. Tamam, "anaakım" vatandaş bakımından şaşırtıcı bir tablo değil, fakat ben meslek grubumdan biraz daha izan görmek isterdim.

Bu tip söylemleri olan Başkan'ın, Halit Çelenk'ten söz etmesi enteresan oldu, Sayın Çelenk üstadımızın ismi Başkan'ın ağzında sakil durdu. Sanki Halit Çelenk, kendilerine "el vermiş" gibi bir edayla anlattıkları şey de şu; yönetim olarak Sayın Çelenk'e bir ödül vermişler, o da teşekkür etmiş. Teşekküründe, baronun insan hakları savunuculuğu sıfatından söz edip bunun unutulmaması gerektiğini ifade etmiş. Bu yani. Ama Başkan'a baksan, tamam Halit Çelenk'in sözlerini çarpıtmıyor belki ama öyle bir yansırıyor ki, sanki baroyu Çelenk bunlara emanet etmiş.

Bunun dışında, Rıza Saka Bakanlık'la olan sıcak ilişkilerinden ve Arabuluculuk Kanunu'nda "kendilerinden olan bir milletvekilinin" rolünden sözetti. İşte asıl propaganda budur. "Ben iktidara yakınım, o yüzden dediğini yapabilecek olan da benim. Yani mühür bendeyse, Süleyman da benim." Bu propaganda Kocasakal'ın konuşmasından sonra olduğu için kendisinin cevabını alamadık, fakar Filiz Kerestecioğlu - tabii ki yine ve her zamanki gibi- çok güzel konuştu: "Bizim hükümetle böyle yakın ilişkilerimiz yok, bu şekilde iş yapmaya çalışmıyoruz. Kaldı ki, böyle bir hükümetin bakanıyla olan ilişkiden bahsederek oy istemek ne demek?"

Rıza Bey'in bir de değişim söylemi vardı. "Biz baro yönetiminde hiç söz sahibi olmadık, değişim zamanı sizce de gelmedi mi" diye konuştu. Filiz Kerestecioğlu'nun buna da bir yanıtı vardı: "Sizin nüveniz olan Boğaziçi Hukukçular Derneği'nin kendisi bile 'ÖYM'ler işe yarıyor aslında...' diyor, siz misiniz değişimden bahseden?"

Adayların konuşmasından sonra, Av. Ercan Kanar kürsüye çıkıp tutuklu meslektaşları anlattı. Ben kendisinin bütün konuşması sırasında yine "savunmaya özgürlük" pankartının bir harfiydim, o yüzden not alamadım. Salonun her yerinde, tutuklu meslektaşların portre fotorğaflarını tutan arkadaşlarımız vardı. En sonunda, Sayın Kanar'ın okuduğu metnin, tutuklu bir meslektaşın mektubu olduğunu öğrendik.

Netice olarak, barodaki durum şudur:

- Bir "Türk milleti" lafzı fetişli, darbeci sıfatını reddeden ama bu sıfatı taşır gibi davranan, ama yine de hakkında böyle söyleyenleri dava eden, avukat hakları diyen ama tutuklu meslektaşlarla ilgilenmeyen Önce İlke,

- HÜP - Bir AKP sevdalısı,

- Sadece Ergenekon'da değil KCK'da da muhalefet eden, ama 28 Şubat'a da muhalif olan, '80 darbesini de dibine kadar yaşamış, "konu insan haklarıyla gerisi teferruattır" noktasında bir ÖHP-KAV-ÇAG var.

Bunların mesleki söylemleri, söylem düzeyinde hep aynı aslında. Ama baktığınız zaman, Önce İlke'nin "uygulamamaları" ortada. HÜP'ün ise "uygulaması" için Bakan'la sizin de iyi geçinmeniz gerekiyor. ÖHP-KAV-ÇAG için ise, tekrar ediyorum, konu insan haklarıyla, gerisi teferruat.

Çok sevgiler,
Göksun.

7 Ekim 2012 Pazar

Baro'da kime oy vereceğinizi bilmiyor musunuz? Ben biliyorum.

Merhaba arkadaşlar,

Barodaki oyunuz halen belirsiz olabilir, ben size yardım edeyim.

- Adliyeye utanmasa kamuflajla, postalla filan gelecek meslektaşları -üstelik ısrarla- seçmenin alemi yok. Dün "Cumhuriyet Hukuku Komisyonu'nun" düzenlediği bir seminere gittim misal, bu arada öyle bir komisyonumuz varmış meğersem, ortalık nasıl "ulusal" kokuyor anlatamam. Bir mesleki semineri İstiklal Marşı ve saygı duruşuyla başlatmasak vatan elden gidebilirdi mesela, neyse ki öyle başlattık da vatani görevimizi yerine getirmiş olduk.

Seminerde, genel sekreterimiz Sn. Hüseyin Özbek yeni Anayasa çalışmalarına neden katılmadıklarını bizzat kendisi açıkladı. "Sivilleşme görünümlü otoriterleşme sürecinin bir parçası olamayacakları" içinmiş.

Hukuk fakültelerinin durumu malum; yeni arkadaşlarımızın bir kısmı güzel dilimizi çok fazla bilmedikleri gibi eski kelimeleri hiç bilmiyorlar. Ben onları bilgilendireyim. "Şecaat arzederken sirkatin söylemek" denen şey, işte tam olarak Sayın Özbek'in yaptığıdır sevgili arkadaşlar. Yapmadığın bir şeyin sebebini açıklarken, asıl o sebeple rezil olursun.

Haşa, ben Sayın Özbek'in şahsında baromuzun rezil olduğunu iddia etmiyorum. Fakat bir baro olarak, üstelik İstanbul Barosu olarak, Anayasa'nın hazırlanması gibi doğrudan seni ilgilendiren bir konuda bu derece sessiz kalmak zaten açıklaması olmayan bir şeydir; bir de buna "biz Anayasa'nın amacını beğenmediğimiz için..." diye bir sebep uyduruyorsanız büyük yanlıştasınız. Sayın yönetim, Sayın Özbek, Sayın Kocasakal... Bu "otoriterleşmeye" bir avukat meslek örgütü olarak siz müdahale etmezseniz, kim edecek? Ülkenin hukukuna ilişkin çalışmak, sizin varlık sebepleriniz ve oluşma amaçlarınızdan biriyken, siz kalkmış "Ben oynamıyorum" diyor ve buna saygı duyulmasını mı bekliyorsunuz?

Arkadaşlar bakın Allah'ın adını veriyorum, eğer ulusalcıysanız bile bunlara oy verme konusunda tekrar bir düşünün. "Benim amacım hukuksuzluğa müdahale etmek olabilir ama ben etmiyorum çünkü canım istemiyor" diye bir gerekçe olamaz. Gidin kendinize başka ulusalcılar bulun, Allah tillah aşkına. Ha şimdi Allah diyorum diye kalkar "laik devlet elden gidiyor" filan dersiniz siz, ama ne diyem Mahmut mu diyem? İyi tamam sizin istediğiniz gibi olsun; Baro'nun bu tutumu sizce de aydınlanma öğretisine taban tabana zıt değil mi, Fransız İhtilali aşkına?

- Başka bir aday dedim diye aklınıza Muammer Aydın gelir sizin şimdi. Ya ben çok üzülüyorum Sayın Aydın için, gerçekten bak. Geçen seçimlerde bölünmeyi engelleyemedi, ama seçimi de alamadı, şimdi "banane yaaa ben oynicam" diye hırpalanmaya devam ediyor.

Sevgili ulusalcı arkadaşlarım, Sayın Aydın'ın başkanlık döneminde avukatlık ya da hukuk adına herhangi bir atılım, herhangi bir gelişme görüyorsanız kendisine oy verebilirsiniz. Bir itirazım yok. Fakat kendisinin 2010 seçimlerindeki konuşmasını size bir kez daha hatırlatmak isterim. (2010 seçimlerini çok uzun anlatmıştım, arşivde bulabilirsiniz.) Özetle, konuşmasının büyük kısmı, "şunları şunları istedik ama beceremedik, ne yapalım..." diye dert yanarak geçmişti ve bu konuşmanın tamamında, metnini zorla ezberlemiş ve boynu da büyük bir Küheylan'ı andırıyordu.

Ama en azından, şimdikiler gibi "çok şey yaptık biz taaam mı!" iddiasında değil, "Budur!" iddiası da yok, yani bunlar bile bir şeydir neticede.

Ha bu arada, budur diyince... Daha önce söylemiş miydim hatırlamıyorum, ama o "Budur!" afişlerinin birini başkanımıza imzalatıp saklamazsam çok eksik kalırım. Zira bir sohbette biri kalkıp "ya kitsch dedikleri şey nedir allaşkına?" diyen olursa "ahanda budur" diye gösterecek bir materyalim olmasını çok istiyorum.

- Bunların dışında bir hüpürdekler var, malum. Tamam adliyeye postalla gelmemek de bir erdemdir ama duruşma saatlerinin ibadet saatlerine göre ayarlanması için filan eylem yapacak değilsinizdir herhalde? O zaman sizinle çok ağır dalga geçerim ve bunu öyle güzel yaparım ki, tek kuruş tazminat koparamazsınız. Baştan söyleyeyim. (Hüpürdek demesem iyiydi aslında ama "hüp" yani, bu konuda ne kadar ciddi olunabilir.)

Bu konuda fazla konuşmak istemiyorum, malum, sağ taraf genelde saldırgan oluyor. Muhatap olmaya gerek yok, bizden uzak Allah'a yakın... Ya aslında böylesi onlar için de daha iyi, neden ısrarla bize yakın olmaya kasıyorlar ki? Neyse tamam sustum, bana sağcılar adam öldürüyor dedirteceksiniz zorla, o olacak.

- Şu durumda, oy verilebilir adayımız zaten tek bir tane. Ama kendinizi sanki bir şeylere zorlanmış hissetmeyin, bence tanısanız siz de seversiniz, "ben zaten oy verirmişim ki" dersiniz.

Mesela, inanın bana, dün Avcılar'da insanları taşlayan ve "haftaya yine buradayız!" diyenler var ya, işte onların hiçbiri, bu üç gruptan biri tarafından savunulmayacak. (Hatta iddialı olmak gerekirse, ittifaka oy vermiş kişiler tarafından da savunulmayacağını düşünüyorum.) Ama diğer gruplar için söz veremem. Hele biri için, hiç veremem.

Mesela, bu ittifaktaki insanlar, "avukatlık yaptığı için yargılanan" meslektaşları varken bu konuda üç maymunu oynamayacak. Oynayamaz, oynanmaz çünkü. Bakmayın siz öyle yapanlar olduğuna, bunlar hep sağduyu meselesi. Varsa var, yoksa yok.

Başka bir örnek daha, siz daha adliyeye fotoğraf çektirmek dışında başka bir amaç için gitmemiş birinin cübbenize sahip çıkmasını beklemek zorunda kalmayacaksınız. Adliyede, cezaevinde ya da emniyette, artık sinir bozukluğundan ağlarken, "Onlar ne bilir böyle şeyleri!" diye isyan etmeyeceksiniz. Bu insanlar, sizin cümlenizin başını duyup sonunu kendileri getirecekler.

Hiç böyle kaygılarınız yok mu, çok mu temiz bir meslek yaşantınız var? Çok güzel, Allah hepimize nasip etsin. Bu durumda, 100 küsür yıllık İstanbul Barosu'nun ilk kadın başkanının seçmeni ve Türkiye'de baro başkanlığı yapmış yüzlerce insan arasındaki birkaç kadının sayısını artırmaya çalışmış biri olmak size gurur vermeli bence. Bana veriyor mesela.

Bence hala düşünüyor olamazsınız, zira gayet mantıklı konuştum.

Ama çok istiyorsanız bir kez daha düşünün, daha gününüz var. Kararınız hala Filiz Hanım lehine değişmemiş olursa, o artık vicdanınızla sizin aranızda olan bir şey, kimseye söz düşmez.

İyi pazarlar,
Göksun.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Resmi Gazete'den haberler

arkadaşlar merhaba,

bugün pek halim yok; sırf "görev bilinciyle" yazdığım için doğru düzgün bir şey çıkmayacak.

yayınlanan aym kararlarından bir kuple:

- 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 36. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinin  “Aynı konuya ilişkin olarak nüfus kaydının düzeltilmesi davası ancak bir kere açılabilir.” biçimindeki birinci cümlesinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE,
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/10/20121006-13.htm

- 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu’nun 11.12.1935 günlü, 2862 sayılı Kanun’un 4. maddesi ile değiştirilen 49. maddesinin (A) fıkrasında yer alan; ... … fiilleri hakkında dava müruru zamanı, bütün askeri mükellefiyetlerin… bitmesinden itibaren işlemeğe başlar.” ibaresinin, “firar suçu” yönünden Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE,
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/10/20121006-14.htm

- yeni eğitim sisteminin iptaline ilişkin red kararı yayınlanmış; aslında gerekçeyi okuyup bir şeyler yazmak tam bana göre bir iş ama bugün yapabileceğimi sanmıyorum:
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/10/20121006-15.htm

- 6094 sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 4. maddesiyle 5346 sayılı Kanun’un 6. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 6/C maddesinin son fıkrasının “…veya gerektiğinde masrafları ilgililerine ait olmak üzere EPDK tarafından yetkilendirilecek denetim şirketlerinden hizmet satın alınarak EPDK tarafından yaptırılabilir. Denetim şirketleri ile ilgili uygulamaya ilişkin usul ve esaslar, Bakanlık görüşü alınmak kaydıyla EPDK tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.” bölümünün Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE,
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/10/20121006-18.htm

tekrar hatırlatayım ya da söylememişsem söyleyeyim; aym'nin red kararlarına bakmıyorum. yani tüm aym hareketlerini aktarıyormuşum gibi bir hava olmasın.

en azından şu 66 ay meselesini okusam iyiydi ama bugünlük tembelliğimi mazur görün.

iyi haftasonları,
göksun.

*
nasıl unutmuşum, savaş tezkeresi de yayınlandı bugün:
http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/10/20121006.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/10/20121006.htm

4 Ekim 2012 Perşembe

Pazarlıklı tutarsızlık - Abi en son kaça olur?

Bedelli askerliğe karşı olup olmama konusunda bu sabah itibariyle derin çelişkiler içindeyim.

Konuyla alakasız görüneceği için, tutarlılık takıntıma ilişkin yazmazsaolecek'teki yazdıklarıma link vermeyeyim; ama özetle beni hep bu tutarlılık manyaklığı mahvetti. Bir şeyi düşünür veya savunurken onunla çelişik başka bir alana kayıyor görünmekten her zaman korkmuşumdur. Bu da insanı suskunlaştırıyor. Mesela bugün bir çelişkimi daha fark ettim.

Özgür Mumcu, ilk okuduğum halini söylüyorum, bu sabah "Bedelli askerliği çıkaran Meclis, askere bedelli gidenlerin kapıcılarının çocuklarını savaşa gönderemez" diye bir twit attı. (Aslında tam böyle değildi ama dediğim gibi, ben ilk anda böyle okudum.)

Kalkıp "Zenginimiz bedel verir, askerimiz fakirdendir" üzerinden, yeni oluşan kast sistemini incelemeyeceğim. Bu zaten yeterince yapıldı. Fakat gündemde "savaş" gibi somut bir şey olunca, askere gitmek zorunda olanlar ve olmayanlar meselesi iyice önem kazanıyor.

"Benim oğlum kurtulsun da..." demeyi eleştirmiyorum, herkesin canı kendine önemli. Fakat bu yönde bir düşünce, vaktiyle karşısında durduğum "yetmez ama evet" fikriyle örtüşmüyor mu? Ki oradaki karşı duruşum da "böyle düşünülemez!" değil fakat "böyle düşünülebilir ama eksik olur, bunun peşinden gidilemez" fikrine dayanıyordu.

Şimdi, eksik olduğu için peşine düşmeyi uygun görmediğim bir zihniyeti, konu kendi canımın içi olunca, neden benimsiyorum? Doğru olan şey, bedelli-bedelsiz, zorunlu askerliğin tümden kaldırılması ise ki bence öyledir, bu konuyu da boykot etmeliydim. Fakat Askerlik Kanunu değişikliğini, "Otuz bin lira çok fazla ama buna da şükür..." diyerekten, tam bir "yetinmeci" ruh haliyle karşıladım. Bu parayı bulamayanların canı, benim oğlumun-kocamın-kardeşimin-sevgilimin canından değersiz miydi? Ben bunu nasıl düşünebilirim?

Derken, meğer Özgür Mumcu "... savaşa gönderemez." dememiş, "... askere gönderemez." demiş. Aslında bana düşündürmesi gereken şeyler aynı, ama savaş gibi yakın ve somut bir şey yerine askerlik gibi şu an gündemimde olmayan ve soyut bir şey söylenince, bir an nefes alır gibi olduğumu hissettim.

Sonra bu sanal rahatlama yüzünden kendimden iyice soğudum. "Sen bir şeylerin aslında ne olduğunu, ille gelip seni bulunca mı anlıyorsun, soyut bir şeyi somutlaştırılmadan anlamıyor musun" diye kendime kızdım.

Yani özetle, hani "make the day" diye bir ifade var ya İngilizce'de, Özgür Mumcu'nun benim günüme yaptığı şey "make" değil de, çok ayıp bir şeydi.

Olsun, zilyon kere söyledim, ben kendisini her durumda severim.

Sivil günler,
Göksun.

Çocuk İzlem Merkezi - İzlenene değil izleyene bak!

Merhaba arkadaşlar,

Biliyorum savaş neredeyse başladı ve hepimiz şu an insanlığımızdan utanıyoruz, fakat ben başka bir şey için buradayım.

Bugün yayınlanan bir başbakanlık genelgesiyle, Çocuk İzlem Merkezi diye yeni bir merkez açılmış. Pilot uygulama Ankara'da başlamış, bundan sonra dalga dalga yayılması planlanıyormuş.

Amaç, "istismara uğramış çocuklara bilinçli ve etkin şekilde müdahale etmek, öncelikli olarak cinsel istismara uğramış çocukların ikincil örselenmesini asgariye indirmek, adli ve tıbbi işlemlerin bu alanda eğitimli kişilerden oluşan bir merkezde ve tek seferde gerçekleştirilmesini temin etmek" olarak belirlenmiş.

Bu amaç doğrultusunda örneğin, cinsel istismara maruz kalan çocuğun beden veya ruh sağlığına ilişkin rapor da verilecekmiş. İlgili kısmı aynen yapıştırıyorum: "...cinsel istismara maruz kalan çocuğun beden veya ruh sağlığının bozulup bozulmadığının tespitine yönelik raporu vermek üzere; adli tıp mevzuatına uygun olarak ilgili uzmanların yer alacağı sağlık kurulu oluşturulması için ilgili kurumlarca gereken tedbirlerin alınması,..."    Bu noktadaki işleyiş özellikle önemli. Çünkü Adli Tıp'tan randevu bile alamadığımız için bu tür raporların gelmesi yıllar sürüyor. Merkez bu sorunu çözecek mi? Ya da, yine Adli Tıp'tan çıkan "Tamam daha ergenliğinin başında olabilir ama tacizden o kadar da etkilenmemiş" raporlarının, sadece altındaki imzalar mı değişecek? Çünkü değişen sadece tabela ise, bu kadar zahmete gerek yok gerçekten, biz kendi kendimize tacize uğrardık.

Netice olarak, bu merkez güzel sonuçların alınabileceği bir fikir gibi görünüyor; umalım ki uygulaması Pozantı gibi olmasın.

Fakat öte yandan ilginç bir nokta var. Merkez'in koordinasyon kurulunda Diyanet İşleri Başkanlığı da var.

Şimdi bakın biz laikliği bırakalı çok oldu, bunu biliyoruz. Bu ülkede Danıştay'ın meselesini asıl ulema biliyor. Din dediğimiz şeyin müslümanlıkla eşanlamlı olduğu yönünde eğitilen bir ilkokul nesli oluşuyor. Biz din ve dünya işlerini çoktan birleştirmiştik.

Fakat, çocukları istismar etmek gibi -daha önce söylemiştim, bu benim "hukukçu" olamadığım tek konu, kusura bakmayın- insanlık dışılığın diyanet tarafından değerlendirilmesi nedir ya? Siyaseti, eğitimi, her türlü propaganda malzemesini geçtiniz, dininizi şimdi de çocukların üzerinden mi satıyorsunuz? Bu istismar değil midir?

Çocuğu istismar eden birinden bahsediyoruz, bu noktada din ne abi? Bunun dini mi olur? Bu tacizci diyelim ki İslami tarafın en "saygın" köşe yazarlarından biri olsa sen onu beraat mi ettireceksin - pardon ya öyle bir şeyler olmuştu zaten di mi... Ne oldu o adam en son?

Çocuk müslüman değil de, "afedersin Ermeni" ise ne olacak o zaman?

Ya arkadaş bir çocuk var ve bir de onu istismar eden puşt var, din bunun neresinde, biri bana bunu anlatsın ya. "Cıkcıkcık, çok günah..." diye sırtını tapışlayıp göndersin diye mi koyuyorsunuz o imamı oraya?

Sizin dininiz "GÜNAH DETECTED" diye alarm vermese, o adamı yargılamayacak mısınız? "Hz. Aişe annemiz Pergamber Efendimiz (SAV) ile evlendiğinde bu yaştaydı" diye tarafları evlendirip çeyrek altın mı göndereceksiniz? E aynı peygamber efendiniz ilk evliliğini kendinden 20 yaş büyük biriyle yapmadı mı, o da sünnet o zaman, siz de yapsanıza?

İtibarlı ve yaşlı bir adam torunu yaşındaki bir kızla evlenince tamam, ama fakir bir oğlan, zengin ve kendinden 20 yaş büyük bir kadınla evlenince oouuvvvv... Terbiyesizler sizi.

Varlığının bile tartışılması gereken bir kurumun, en büyük bütçeye sahip olduğu ve alakalı alakasız bir sürü komisyonda yer alarak her şeyle "ilgilendirildiği" bir ülkedeyiz. Ateyizler bunu da açıklasın.

En "müslüman" günler sizinle olsun, zira müslüman soykırım yapmaz.
Ama dikkat, taciz edebülü, savaş çıkabülü.
Göksun.











1 Ekim 2012 Pazartesi

İşsiz kaldım, inan ki dünyama gün doğmuyor...

Pek sevgili arkadaşlar,

Bu sabah baktım ki, bir arkadaşım bana işsizlik maaşını nasıl alabileceğini sormuş. Ona uzun uzun bir cevap yazdım, yazarken de "e madem ben bunu neden blog'da yazmıyorum ki, lazım olur..." diye düşündüm. Buyrun:

Başvuru Koşulları Nedir?

1. İşsizlik maaşı-ödeneğinin ilk ve en önemli koşulu, işten "çıkarılmış" olmaktır. Hem istifa edip hem de işsizlik ödeneği isteyemiyoruz. Bu noktada eğer işyerimizle "anlaşmalı boşanıyorsak" bile, bizi kendisinin işten çıkarmış görünmesi gerekiyor.

İşverenler buna yanaşmak istemeyebilir ki haksız da değiller. İşçiler tamamen kişisel sebeplerden ayrılmak istemiş olsalar bile "bak işte beni sen işten çıkardın" diyerek işe iade veya tazminat davası açabiliyorlar. Prensip olarak işçi tarafında bir insanım ama doğruya doğru, işçiye sağlanan imkanların kimi zaman son derece etik dışı kullanıldığını görmüyor değiliz.

Öncelikle bu sorunu çözmüş olmamız gerekiyor. İstifa edecekseniz bile "işten çıkarılmış" görünün. Eğer bir şirkette çalışıyorsanız, İK'cılarınız "ikale" kavramını biliyorlardır mutlaka, bir tür fesih sözleşmesi. İkale yolu mümkün.

2. İkinci olarak, işten çıkış sebebiniz "geçerli sebep" olacak. İş hukuku bilmeyen arkadaşlar için özet geçeyim; iş akdinin sona ermesinde geçerli sebep ve haklı sebep diye iki kavram vardır. Haklı sebep, ahlaksızlık, terbiyesizlik, taciz, hırsızlık, işe gelmeme filan gibi sebeplerdir. Yani "işverenin o kişiye tahammül etmesinin artık beklenemez halde olması" dersem sanırım özetlemiş olurum. İşte feshiniz eğer böyle bir haklı sebepten görünüyorsa, tazminat yalan oluyor.

Geçerli sebep dediğimiz ise, bir tür "severek ayrılmak." Mesela artık istihdam fazlası hale gelmiş olabilirsiniz, işyeri küçülüyor olabilir, sizin çalıştığınız birim kapatılıyordur, ne bileyim, performansınız düşüktür, falan filan gibi. Yani aslında "biz sizinle çalışırdık ama şartlar elvermiyor" durumu. Biraz samimiyetsiz de olsa, en azından "seni burada bir dakika bile görmek istemiyorum" tribi atan bir haklı fesih gibi değil. "Siyaseten doğru" bir kovuş.

3. Çalışmış ve prim ödemiş olma koşulu feci karışık. Şimdi tekrar baktım da, arkadaşıma eksik bilgi vermişim, size tam vereyim:

a. İş akdinizin sona ermesinden önceki 120 gün, kesintisiz olarak çalışmış ve priminizin ödenmiş olması lazım. Şimdi böyle diyince "e hiçbir yere hiçbir şey ödemedim ben, şimdi napıcaz..." demeyin, hepimiz o primi paşalar gibi ödüyoruz canlarım. Sigortalı olarak çalıştığımız işyerinden aldığımız her maaş, o primler önceden kesilmiş olarak ödeniyor bize. Bu noktada dikkat, sigortasız çalışmayın. Koca koca adamlarsınız, sigortasız işe eyvallah etmeyin. Etmek zorunda kalırsanız da acilen oradan kurtulmanın yollarına bakın.

b. Bu 120 günün yanı sıra, iş akdinin sona ermesinden geriye doğru 3 yıl içinde ve 600 gün çalışmış ve priminizi ödemiş olmanız lazım. Yani 600 gün kesintisiz olmak zorunda değil, kesintisiz olması gereken şey 120 gün.

600 gün çalışıp prim ödemişliğiniz varsa, 6 ay boyunca ödenek alabiliyorsunuz. (Kanun 180 gün diyor.)
900 güne 240 gün,
1080 güne 300 gün veriyorlar.

Nasıl Başvuruyoruz?

Şöyle ki; işveren sizi işe alırken nasıl ki bir işe giriş bildirgesi düzenliyorsa, siz ayrıldığınızda da işten ayrılış bildirgesi düzenliyor. Üç suret hazırlanıyor, biri kendisinde kalıyor, kalanların birini size, diğerini ise SGK'ya veriyor.

Siz bu bildirgeyi alıp, 30 gün içinde (işgünü değil, gün.) SGK'ya kimliğinizle ve şahsen gidip başvuruyorsunuz. E-devlet şifresiyle online da oluyormuş bu işler ama onu bilmiyorum. Giderken fotoğraf da götürün, devlet dediğin fotoğraf toplamayı sever. (Bu arada Jose Saramago'nun Bütün İsimler'ini okudunuz mu? Fotoğraf toplayan devlet diyince aklıma oradaki Don Jose geldi.)

Bir dilekçe yazmanız lazım ama dilekçe diyince aklınıza uzun uzadıya bir şeyler gelmesin. Buyrun ben sizin için yazayım:

"İş akdimin ... tarihinde işveren tarafından geçerli sebeple feshedildiğine dair işten ayrılış bildirgem ektedir. Buna dayanarak, tarafıma işsizlik ödeneği bağlanmasını saygı ile talep ederim."

Herhangi bir sebep belirtmeniz veya hayatınızı anlatmanız gerekmiyor. Sonunda ise "arz etmek" ya da talep etmek sizin bileceğiniz iş, devleti nasıl gördüğünüze bağlı. Ben her zaman talep etmeyi tercih ederim, çünkü devlet birey içindir. Yalnız hesap numarası bildirme meselesini artık siz kendiniz öğrenin, oraya gidince sorarsınız. Herhangi bir numara belirtebiliyor muyuz yoksa illa -mesela- Ziraat Bankası olacak diyorlar mı onu bilmiyorum.

Bu arada, "E iyi de bu bildirgeyi işveren zaten SGK'ya da vermemiş miydi, neden ben bendekini götürüyorum?" derseniz buna verilecek mantıklı bir cevap yok. Devletin fotoğraf toplamaktan daha çok sevdiği bir iş varsa o da kağıt toplamaktır.

Başvurunuz değerlendirilecek, ama size dönüş ne zaman olur, ödeme ne zaman başlar onu bilemiyorum.

Otuz günü geçirirseniz, bu talebinizin reddedileceği anlamına gelmiyor. Süresi içinde başvurmanız halinde, ödenek sizin işsiz kaldığınız günden hesaplanıyor. Fakat 30 günü kaçırırsanız, 30 günün bittiği tarihten sizin başvurduğunuz tarihe kadar olan kısım hesaba katılmıyor. (Bu bana mantıklı gelmedi ya, devlet dediğin ilk 30 günü saymaz ki. Devlet mantığı "zamanında başvursaydın kardeşim, ben bana geldiğin günden başlarım." demeye daha yatkın. Siz 30 günü yine de geçirmeyin, ne olur ne olmaz.)

Ne Kadar Bu Ödenek?

Ahah bu kısım çok komik, bakın şimdi...

Kanuna göre bu ödenek, SGK'da kayıtlı son dört aylık brüt maaşınızın yüzde kırkı. Fakat bunun tabii ki limiti var, yani "Benim maaşım beş bin liraydı, demek işsizlik maaşım 2000 gibi bir şey olacak" diyemiyoruz. Zaten beş bin lira alıyorsanız işsizlik maaşına tamah etmeyin, ayıp.

Limit ise, asgari ücretin yüzde sekseni. Yani siz ne kadar maaş alıyorsanız alın, işsizlik ödeneğiniz (bugün için) asgari ücretin yüzden sekseni olan 709,20 lirayı geçemeyecek. Buyrun ilgili maddeyi aynen yazıyorum:

İşsizlik Sigortası Kanunu, madde 50: "Günlük işsizlik ödeneği, sigortalının son dört aylık prime esas kazançları dikkate alınarak hesaplanan günlük ortalama brüt kazancının yüzde kırkıdır. Bu şekilde hesaplanan işsizlik ödeneği miktarı, 4857 sayılı İş Kanunu'nun 39. maddesine göre on altı yaşından büyük işçiler için uygulanan aylık asgari ücretin brüt tutarının yüzde seksenini geçemez."

Yani 710 lira değil. Bu arada maddeyi, hem ikna olun, hem de kıymetimizi bilin diye yazdım. Bakın ne güzel "Yani burada şunu demek istiyor" diye anlatıyoruz şurada, fakat siz hala avukatları sevmiyorsunuz.

Bu arada, "SGK'da kayıtlı maaş" meselesi önemli. Eğer maaşınız daha yüksek olmasına rağmen asgari ücret gösteriliyorsa, ödeneğiniz de bunun yüzde kırkı olarak hesaplanacak ve siz 710 lira da alamayacaksınız. İşyerlerinize bu gözle de bakın.

Ödenek Alırken Hasta Olabiliyor muyuz?

Evet, işsizlik ödeneği alırken adeta sigortalı çalışıyormuşuzcasına hasta olabiliriz. Çünkü yine, bu ödenek de, primleri kesilmiş olarak gelir.

Aklıma gelenler bunlar. Geri kalan her şey için Master Card. (İtinayla reklam alınır.)

Çok sevgiler,
Göksun.

*
İlgili linkler:
Asgari ücret için: http://www.muhasebedersleri.com/pratik-bilgiler/asgari-ucretler.html
İşsizlik Sigortası Kanunu: http://www.alomaliye.com/4447_sayili_kanun.htm
(Bu arada, alomaliye.com bir sürü hukuk sitesinden daha iyidir, aklınızda olsun.)
İş Kanunu: http://www.iskanunu.com/images/dokuman/4857-sayili-is-kanunu-guncel-tam-metin-2012.pdf
SGK'nın sitesi ise http://www.sgk.gov.tr fakat ben çalıştığını pek görmedim.