27 Kasım 2011 Pazar

TTK S01E02 - Ticari İşletme / Ticaret Sicili

Evet sayın seyirciler, bomba gibi fişşek gibi bir bölümle daha karşınızdayız. Bunları ekranda yazıyorum diye, aklınıza sakın bir varilin içinde ateş yakıp ısınmaya çalışmadığım gelmesin. Tabi ki de öyle yapıyorum.

*
Ticaret Sicili'nin kuruluş maddesi 26 iken 24 olmuş. Gelen esaslı bir değişiklik yok, sadece TOBB nezdinde elektronik veri tabanı oluşturulmasına ilişkin hüküm eklenmiş.

Yalnız şu enteresen, Eski 26'ya daha 2007'de eklenmiş olan 2. fıkra kaldırılmış. Buna göre, tahsil edilen harçların red ve iadelerinden sonra kalan miktarının %25'i odaya gelir kaydediliyordu. Belki ayrı bir kanunda ayrı bir düzenleme getirilmiştir bilmiyorum ama, salt böyle bakınca, çok ciddi bir gelir kaybı ve -ilgilisi için- kıyamet koparılacak bir şey bu.

*
Tescilin şartlarında, talep unsuru biraz kurcalanmış.

Eskiden "talep üzerine yapılır" deyip bırakıyordu. Şimdi, tescil anının saptanmasında harç makbuzunun belirleyici olduğu eklenmiş.
Ayrıca, Ticaret Sicili'nin evrakları Vergi Dairesi'ne intikal ettirme yükümlülüğü gelmiş. Eğer kurumlar vergisi mükellefi iseniz, TS evraklarınızın bir suretini VD'ye vermek zorunda ve siz böylece, işe başlama yükümlülüğünüzü yerine getirmiş oluyorsunuz. Bu güzel olmuş, elli ayrı yere gitmeyeceğiz yani.

*
Tescile davet ve ceza maddesindeki ceza verecek makam değişmiş. Artık cezaları ticaret mahkemesi değil sicil müdürü verecek.

Tabii haliyle, temyize ilişkin ifadeler de yeni kanuna alınmamış. Fakat "Artık bu tamamen idari bir ceza halini almışsa, itirazı da idare mahkemesine mi yapılacak?" diye düşünmeyin. Bir alttaki 34. maddei, itirazın ticaret mahkemesine yapılacağını düzenliyor.

*
Sicil kayıtlarına güven ilkesi halen var elbette.
Hatta 36/4'te yazdığını bir de ayrı bir 37. madde olarak ifade etmiş ki cila olsun diye.

Yemin ederim bu kanunu ben yazsam kafadan üçte bir daha kısa olurdu.

*
Kayıtlarda bilerek gerçeğe aykırı beyanda bulunmaya verilebilecek cezalarda değişiklik olmuş. Yeni ceza, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezası.

Eskisinde ise, adli para cezasıyla bir aydan altı aya kadar hapis birlikte verilebiliyordu. Bunların yanısıra, bir yıldan beş yıla kadar TSO'lara üye olabilmelerinin yasaklanmasına, borsada işlem yapma haklarının mahrumiyetine veya borsadan geçici olarak çıkarılabilmelerine karar verilebiliyordu.

Yani bir yandan abartmaya gerek var mı bilemiyorum ama öte yandan, şu çağda bir adam sicil kayıtlarında hala yalan beyanda bulunabiliyorsa bayağı esaslı "taammüd" olması lazım. Neden daha az ceza alsın ki? Ha hapis cezası belirgin şekilde artmış tamam ama biliyoruz ki kimse bu yüzden içeri girmeyecek, adli para cezası neyse verip hayali ihracatına devam edecek. Ekonomik suçlardan, kağıt mağıt işlerinden pek anlamam ama benim aklıma gelen budur.

*
Ticaret unvanı... Coming soon...

26 Kasım 2011 Cumartesi

TTK S01E01 - Ticari İşletme / Tacir

Böyle her kısmı ayrı bölüm yapacaksam iş biraz karışacak. Çünkü "episode" dediğim kısımların altında bir de bölümler var - hadi onlara part deyip kurtarırız da, daha da alttaki ayırımlara ne diyeceğim... Hahaha şimdi buldum, "subtitle" tabii ki ayol. Ama işte bazı ayırımlar 2 maddelik filan... Ya aslında tüm kanunu bitirdikten sonra yazmak lazım bunları ama nasıl bitireyim ki ya of bu kadar uzun kanun mu olur.

Kervan yolda düzülür derler. Ben bir yola çıkayım da...

*
Eski kanunda ticari işletmenin tanımı yoktu, bunda var. Ticari işletme ile esnaf işletmesi arasındaki farkı ise, çıkarılacak olan Bakanlar Kurulu Kararnamesi gösterecekmiş.

Eskiden de öyle miydi bilmiyorum, ticaret hukuku uygulama bilgim çok eksiktir. Fakat yenisinde açık hüküm var, ticari işletmenin devrine ilişkin sözleşme de artık tescil ve ilan edilecek.
*
Esnaf tanımı Eski Kanun'da sıkıntılıydı. "Kazancı ancak geçimini sağlamaya yetecek derecede az olan sanat ve ticaret sahipleri" olarak karşılanıyordu. Kazanç nedir geçim kimdir derken kafa oluyordu bi milyon. 

Yeni Kanun 15 numaralı ve Esnaf başlıklı maddesinde, "geliri 11. maddenin ikinci fıkrası uyarınca çıkarılacak kararnamede gösterilen sınırı aşmama" kriterini getirmiş.

"E bunu zaten söylemiştin?" demeyin. Kanunkoyucu tekrar etmek gereği duymuşsa ki daha önce de gördük, her şeyi en az iki kere söylüyorlar, vardır bir bildiği. 

Belki de kısa yazacak kadar uzun vakitleri yoktur, aceleye geldiyse, referandum filan...

*
Tebligat şekline ilişkin hükme elektronik posta da eklenmiş. 18/3'e göre, noter, taahhütlü mektup ve telgrafla birlikte "güvenli elektronik imza kullanılan kayıtlı elektronik posta sistemi var.

Telgraf ve elektronik postanın aynı usûl içinde sayıldığı bir dünyada yaşıyor olmak, Leyla İle Mecnun'un senaryosunda yaşamak gibi.

Ama "kayıtlı elektronik posta" diyorsan, bu kaydın ne olduğunu açıklaman da gerekmez mi? Bu kayıt dediğin, sadece "gerçek" olma durumu mu; yani misal ben sırf görünsün diye aslında varolmayan bir adres vermeyeyim de Google'da kayıtlı olan goksungokce@gmail.com'u vereyim gibi mi? 

Ya da, bu adresleri kaydedeceğin ayrı bir birim mi var veya Ticaret Sicil'de mi tutacaksın?
Daha da önemlisi, bu adreslerin bürokrasinin bir noktasında kayıtlı olması, meşru ya da gayrimeşru kontrollere imkan verecek mi? Evet?

*
Borçlar Kanunu'ndan bildiğimiz işlem temelinin çökmesi, TTK'ya da girmiş. Çünkü bir ticari davayı genel hükümleri bilmeden sürdürmeye çalışabiliriz, neme lazım...

"...Ancak o kısmın teslim edilmemesi dolayısıyla sözleşmeden beklenen yararın elde edilmesi veya izlenen amaca ulaşılması imkanı ortadan kalkıyor veya zayıflıyorsa ya da durumdan ve şartlardan, sözleşmenin kalan kısmının tam veya gereği gibi yerine getirilemeyeceği anlaşılıyorsa alıcı sözleşmeyi feshedebilir."

Bilginiz olsun. Ayrıca cümleyi aynen yazdım, "Bu ne ya Göksun böyle acayip cümleler kurmazdı?" demeyin.

Bu maddeyi, eski 25 karşılıyormuş. Fakat eskinin 4 ve 5. bentleri yeniye alınmamış. Alınmayan 4. bende göre, tüccarlar arasındaki zamanaşımı altı ay idi ve azaltılması mümkündü. 5 ise, sif ve diğer denizaşırı satışların hükümlerini saklı tutuyordu.

Şimdi bu 5'in alınmamasıyla, denizaşırı satışlar için özel durum olmadığı sonucunu mu çıkarmalıyım? Aslında kanun yapma tekniği bakımından öyle olmalı evet, ama niyeyse, pek güvenemedim... Denize ilişkin hükümlere gelince tekrar bakarız.

*
Böylece ilk bölümün sonuna geldik.
Bir sonraki bölüm en kısa zamanda, bu ekranda. Kaçırmayın :)

Yeni TTK - Giriş taksimi

Merhaba,

TTK çalışmaya taa Eylül'de karar verdim fakat şimdilik sadece ticari şirketlere kadar gelebildim. Çok üzülerek fark ettim ki, uzun süredir iş hukuku çalışmak beni biraz yabancılaştırmış. Fakat arayı büyük bir hızla kapatmak azmindeyim.

Çalışırken fark ettim, not alırken sanki bunları ben okuyup anlıyormuşum gibi değil de Arslan (Kaya) Hoca’dan dinliyormuşum gibi geliyor. Yani aslında kanunu okumuyorum, Arslan Hoca söylüyor ben dinliyorum sanki. Derslerini hep çok severdim, hatta seçimlik derslerimi bile onun verdiklerinden seçmiştim. Üstelik bana referans mektubu vermişliği de vardır, sağolsun. Demek canım o kadar sıkkın ki, bünye “Sen bunu kendin okuyor gibi olursan kendinden sıkılırsın, Arslan Hoca anlatsın da dinle bari...” esasına dayanan bir savunma geliştirdi. İyi olmuş.

Bu arada Ömer Teoman ve Mehmet Helvacı hocalarımızı da anmak isterim. Okuldan sonra bir daha hiç çalışmadığım kıymetli evrak hukukuna dair hala bir şeyler biliyorsam, Mehmet Hoca’nın derslerine olan bağlılığımdandır – diğer sebebin ise Eski İstanbul 11. İcra müdür yardımcısı Gül Hanım olduğunu düşünüyorum...

Ömer Hoca’ya dair anılarımda, kendisinin ne anlattığı kalmamış pek. Çok sevdiğimi ve derslerinin gayet keyifli geçtiğini hatırlıyorum ama ne anlattığını gerçekten hatırlamıyorum. Aklımdakiler sadece “...ve sahnede Ömer Hoca...” şeklinde özetlenebilecek birtakım görüntülerden ibaret.

Hüseyin Ülgen’i de nezaketle anıp bu bahsi kapatıyoruz.

*
Şimdilik okuduğum kısmında ahım şahım değişiklikler yok ama dikkate değer pek çok şey var. Yalnız, ticari defterlerle ilgili bahse fazla girmedim ve cari hesap kısmına bakmadım. Oralar daha çok mali müşavirleri ilgilendiriyor zira.

Ya da şöyle diyelim; okulda Arslan Hoca oraları bize anlatmamış ve sorumluluğa dahil etmemişti. Kulağımda sesi olmadığından okumak da mümkün olmadı tabii...

Son bir not olarak, bu sefer HMK’daki gibi hazır bir metin üzerinden değil doğrudan kanun üzerinden gidiyorum. O yüzden, dikkatimi çeken ve aslında “esasa müteallik” olmayan birtakım eleştirilerim filan da olacaktır. Tüm kanunu bi 200 sayfada filan bitiririm herhalde. Önemli gördüklerimi kalın yazdım, oradan bakabilirsiniz.

*
Madde 1- Ticari Hükümler’de esaslı değişiklik yok. Fakat eski kanunda atıf Medeni Kanun’a yapılmışken, yenisinde şu tarihli ve bu sayılı MK’ya yapılmış. Medeni Kanun’a sahip çıkalım, olur da değişirse Ticaret Kanun’suz kalacağız...

Paralel şekilde, ticari davalar ve delilleri ile ilgili 4. maddede de, eski atıf Borçlar Kanunu’na iken yeni atıf somut olarak şimdiki Borçlar Kanunu’na. Ona da sahip çıksak fena olmaz.

Bu atıf meselesinde anlamadığım bir şey daha var. Dördüncü maddede Medeni Kanun’a yapılan atıfta sadece “Medeni Kanun” deniyor. Peki sonuç ne şimdi, Medeni Kanun’un değişirse ne uygulanacak ne uygulanmayacak?

*
Yine 4. maddede, BK’da düzenlenmiş olup da davası ticari sayılacak olan hususlara ekleme yapılmış. Buna göre, kredi mektubu ve kredi emrini düzenleyen maddelere ilişkin davalar da ticari sayılıyor.

*
Göreve ilişkin 5. maddeyi yazanların “algıya” ilişkin bir sıkıntıları olduğunu düşünüyorum. Zira, ya eski 5’in ilk iki fıkrasının aynı şey olduğunu düşünüp kendileri bir yanlış algıya kapıldılar, ya da biz okuyucuların yeni 1. fıkrayı bir okuyuşta algılayamayacağımızı düşünüp 2’nin başında tekrar ettiler.

Mesele şudur, HMK’daki görev sınırının kalkmasının doğal sonucu olarak artık tüm ticari davaları ticaret mahkemesinde açıyoruz. Bu kadar. İki fıkralık bir şey yok yani aslında.

*
Teselsül karinesinde önemli değişiklik var!

Eski ve yeni 7. maddeler aynı fakat yenisinde şöyle bir ek var: “Ancak, kefil ve kefillere, taahhüt veya ödemenin yapılmadığı veya yerine getirilmediği ihbar edilmeden temerrüt faizi yürütelümez.”

Kefil ve kefillere, evet.

*
Madde 8/2, bileşik faizin sadece cari hesaplarda ve her iki taraf için de ticari olan ödünç sözleşmelerinde mümkün olduğunu yazmış. Son cümlede ise, bunun tacir olmayanlara yapılamayacağını tekrar etmiş.

Bu hızla gidersek sonunda anlayacağız ki, kanunun kalınlığının yarısı tekrardan...

Bu maddede, eskiden banka kooperatif filan hükümleri saklı tutuluyorken, şimdi sadece tüketicinin korunmasına ilişkin saklı tutuluyor. Anlamlı bence. Bankanın nesini koruyacaksın, adamlar zaten ümüğümüzün üstünde.

Eskiden faiz oranı belirtilmişti, yüzde on olarak. Kaldırılmış. Bir de denmiş ki, "bu maddenin tüketiciyi koruma ve tacir olmayanla sözleşme yapmamaya ilişkin hükümlerine aykırı olarak yürütülen faiz yok hükmündedir."

*
"Prelude" kısmımız bu kadar. Birinci sezon'da görüşmek üzere...

Göksun. 

18 Kasım 2011 Cuma

Sultanahmet'i geri istiyorum :(

Çağlayan Adliyesi sonum olacak olmasına da, Kartal'da napıcam hiçççç bilmiyorum.

Dün, 2010'dan kalma bir kyo itirazının sonucunu öğrenmek için tamı tamına bir saat adliyede dolandım. (Avukat olmayanlar küfretmesin, kyo derken, takipsizlik yani.)

Gerçi benimki de akıl... Genel soruşturmanın 7. katta olduğunu duymadın mı sen, daha ne diye beşinci altıncı katlarda kastırıyosun... Neyse dur anlatıcam.

Soruşturma ve takipsizlik veren savcılık Şişli. Bunun itirazı Beyoğlu'na yapılıyor. Beyoğlu'na itiraz dilekçesini Kadıköy'den göndermişiz. Ne zaman gönderdiğimiz ise belli değil. İşte bunu seviyorum.

- "Senin kalem ya 5 ya 6. katta, emin değilim, bi bak..." diyen Sezer'e uyaraktan, önce 5 ve 6. katlardaki savcılıkları bi dolaştım.
- Aslında muhtelif savcılık kalemleri var, mesela biri eski şişli faili meçhul bürosu. Oraya girip "Pardon, benim failim belli aslında, nereye gitmeliyim?" diyebilirdim ama savcılık memurlarıyla olabildiğince az muhatap olmak istedim. Bir de öğrenci gibi gitmişim zaten, öyle "avukatım ben taam mı!" tribim de yok... Şimdi bana stajyer muamelesi yapacak, cevap vericem, bi ton asap bozukluğu. (Yani diyorum ki, stajyerlere iyi davranın ve ben küçük görünüyorum.)
- Çağlayan'daki savcılık memurları, bişey sorgulamak istediğiniz zaman sizi -3'teki bankoya yönlendiriyor. O bankonun çok fazla bi işlevi yok ama işte, maksat başından savmak olsun. "Ben önce o yolu tüketeyim, sonra bir daha göndermesinler." diyerek -3'e indim.
- Beni 7. kata gönderdi, gideceğim kalemi de tarif etti sağolsun.
- Gittim. Memur dedi ki "Savcıların görevleri değişti, siz bu kararı veren savcıyı şu listeden bulun, ona göre yönlendirelim."
- Listede benim savcı yok. Ya emekli ya tayin olmuş, ne bileyim ben.
- "o zaman genel soruşturmaya gidin." aynı katta bir yerler. dolan dur.
- Genel soruşturma: "Takipsizlik büroya gidin." yine aynı katta bir yerler. yine dolan dur.
- Takipsizlik büro: "Aslında doğru geldiniz ama bu soruşturmanın esası 2004, bizde yok onlar. Arşiv görevlisine sorun. Ama o görevli artık bilişim suçlarına geçti, oradan bulun." Allahtan o da aynı katta bir yerde. Neyse önceki dolanmalarımdan bunun yerini biliyorum, görmüştüm.
- Bilişim suçları: "Sizin aradığınız memur şimdi arşive indi, yerinde yok. Bekleyin, gelir."

Hayda... Neyse, müdüre dedim artık, "Müdür bey, aradığım memur yerinde yokmuş, siz bi yardımcı olsanız..." diye. Oldu sağolsun, bulup verdi kararı.

- Vallahi tam bir saattir bunun için uğraşıyorum, Allah razı olsun müdür bey.
- Sen bana denk gelmesen 3 gün yine uğraşırdın...

Doğru söylüyor.

Adliyeden çıkarken artık ayaklarım tutmuyordu, yemek de yememiştim.
Peki sorsan n'aptım, altı üstü bi karara bakıp çıktım. Bu yani.

15 Kasım 2011 Salı

Seralarda yetiştirilen doğal yargıç...

Hah, "keçinin sevmediği ot burnunun dibinde biter" derler ya, benim yetki belgesiyle girdiğim ağır ceza duruşmaları da o hesap.

Dosyayı daha yeni görmüşüm, müvekkili tanımam, cezayı zaten daha yeni öğreniyorum. "Bir şey olmayacak zaten" diye gönderiliyorum duruşmaya, ama heyet zırt diye dayıyor kararı. Nası olmayacak, oluyor işte. Katılan vekiliyiz, beraat çıktı.

Geçen bi asliye ceza duruşması da patlamıştı yine. Arkadaş rica etti sanık vekili olarak girdim. Daha yakalama filan bekleniyormuş dosyada, kararlık durumda değilmiş yani. Hakim esas savunma isteyince kalakaldım! Sonra demesin mi "sanığın mahkumiyetine..." Hayda...

Yok hacı benim bu ceza sürecim çok sancılı geçiyor. Rabb'im "Senin bu iş davalarıyla uğraşırken başka bişey öğreneceğin yok" diye beni aniden ummana atıverdi, resmen çırpınıyorum. dur hele pazartesi CMK başlıyor, artık önümüzdeki maçlara bakıciz.

*
Az önce duruşmasına girdiğim dosya, 2007 esaslı, bugün karara çıktı. sanıkların zaten ikisi o arada ölmüş, biri bir suç için zaman aşımından öbürü için de suçu sabit görülmediğinden beraat etti. Kalan sanığın davası ayrı devam edecek.

Yüce devletimizde bu yargılama işlerinin ne kadar sıkı tutulduğunu şu şekilde açıklamak isterim,

Elimdeki dosyanın içinde tam 13 adet duruşma zaptı var.
Bu zabıtların tamamında, hakim değişikliği olmuş. Ve dava 4 farklı savcı görmüş.
Son celsede esas hakkındaki mütalaayı veren savcı, dosyayı en sonradan almış olan.

Şu "doğal yargıç ilkesini" ben adım gibi eminim, ama adım gibi eminim, Yener Hoca "Davayı aynı hakimin (veya heyetin) sürdürmesi" diye anlatmıştı. Bunun, doğallık ilkesinin tamamı değil fakat bir tezahürü olduğunu sonradan öğrendim. Bizde ise doğal yargıç ilkesinden tek anlaşılması gereken, "yargılamayı halihazırda mevcut olan ve normal prosedürde davanın görülmesi gereken mahkemenin sürdürmesi" imiş. E o zaman doğal "hakim" değil "mahkeme" olmamalı mıydı?

Bence bu ilke hem mahkemeyi hem hakimi kapsıyor fakat bizde hakimler seralarda yetiştirildiği için doğallıkları kalmıyor.

Ben de hala "Allah'ım nasıl öğrenicem ben tüm bunları" diye stres yapıyorum. Piii...

4 Kasım 2011 Cuma

şu ücretli avukatlık meselesini kaldırsak mı acaba?

(Önbilgi: Başlıktaki soruyu Mecnun toplamasıyla okuyunuz, ben öyle yazdım :) )

Canım bir süredir pek yazmak istemiyor. Gün içinde aklıma gelen bin türlü şey ve "çiziklediğim" iki milyon haberden bile bahsedesim yok. Ara sıra böyle olduğu zaman "cepten yiyordum," fakat artık önceden yazmış olduklarımın sona erdiğini fark edince o imkanım da kalmamıştı.

Gelin görün ki, hayat sürprizlerle dolu. Şu an Adana'dayım ve burada annemin kullandığı bilgisayarın masaüstünde "zihni sinir no.1" isimli bir word dosyası buldum. "Ne yazmışım ki?" diye açtım (bu dosya adını bu bilgisayarda başkası kullanmış olamaz) ve ücretli avukatlık hakkında 2010 yazında yazdıklarımı buldum. KAV'ın seçim çalışması için Ahmet Abi (Dindar) "Çocuklar, projeler üretin" demişti, ben de ücretli avukatlık konusunu seçmiştim. Yazarken, işler bu tip avukatlığın kaldırılmasına kadar varmış.

Buyrun:

*
Arkadaşlar merhaba,

Nisbet yapıyormuş gibi olmayayım ama, deniz kenarı insanın zihnini açıyor. Bir yandan “patron” avukat kavramının ne kadar sinir bozucu olduğunu, bir yandan da Ahmet Dindar’ın beni de kattığı “Zihni Sinir proje ekibine” nasıl bir katkı sağlayacağımı düşünürken, bu iki düşünce aklımda muhteşem bir füzyon örneği gösterdi…

Aramızda “işveren avukatlar” mutlaka vardır, “patron avukat” tamlamasını bu yüzden kullandım. Herkesi aynı kefeye koymak gibi bir kaygım yok, fakat aşağıda belirteceğim türden uygulamalarda bulunan işverenler, sözlerimi üstlerine alınmaktan çekinmesinler.

Bizim sorunlarımızı biz hep söyledik. Vekalet ücretinin “koklatılmaması”, çalışma koşulları, bağımsız olmamak, maaşın eksik gösterilmesi hatta eksik göstermeye gerek bırakmayan maaşlara mecbur olmak, özel şirketlerdeysek hukuktan haberi bile olmayan yöneticilere “peki efendim” demek ve bunun dışında muhtelif iş hukuku sorunları: bırakın ihbar tazminatını, çalıştığımız günün parasının bile alamadan üstelik de “telefonla” işten çıkarılmak. “alo, ofis dışındaymışsınız, artık sizinle çalışmayacağız, gelmenize gerek yok” gibi bir çıkarma yani.

Kanaatimce bu sorun bir “ıslah konusu” bile olamayacak halde, zira sorunu oluşturan bizzat avukatların kendisi. Allahaşkına, bunu “düzeltmek” için yasayı nasıl değiştirmeyi düşünüyorsunuz? Avukatlığın bağımsız yürütüldüğünü mü ekleyeceksiniz? Yok mu? Vekalet ücretinin “davayı yürüten avukata ait olduğunu “ mu ekleteceksiniz? Bu var mı bilmiyorum, fakat her dilekçenin altına patronun imzasını atmıyor muyuz? Bir tek duruşma zabıtlarındaki isimle mi alacağız vekalet ücretini? Az maaş alanlar, avukatın asgari ücreti kadar almıyor mu, bir patron sırf az maaş verdiği için dava edilebilir mi? Maaşı SSK’ya eksik bildirilenler, zaten isterlerse (!) bunun için dava açamıyor mu? Bağımsız olmadığını düşünen avukat, başka bir iş yerinde çalışamaz mı? … Görülen o ki, aslında –belki de- tüm yasal haklarımız mevcut…

Bence bu iş, herhangi bir yasal düzenleme ile “düzeltilebilecek” bir şey değil, çünkü bunu bizzat avukatların kendisi bu hale getiriyor. Lütfen gerçekçi olalım. Yapılması gereken şey, ücretli avukatlığın olduğu gibi kaldırılmasıdır.

Nasıl ki hakim ve savcıların bağımsızlığına şüpheyle bakılmasının temel sebebi “devletten” maaş alıyor olmaları ise, bir avukatın bağımsızlığını imkansız hale getiren de bir yerlerden maaş almasıdır. Hepimizin (genç avukatların yani) işe ihtiyacı var. Kendi işini yapabilen arkadaşlarımızı dışarıda tutarak, ücretliler adına rica ediyorum: Lütfen maaşlı insanlarla biraz empati kurar mısınız? “Eeeh, avukatım ben, böyle çalışamam” diye istifayı basıp gitme lüksüne kaçımız sahibiz? Bunun “lüks” addedilmesi sizi rahatsız etmiyor mu?

Gelin görün ki, ücretli avukatlığı kaldırdığımız zaman yerine mutlaka bir ikame koymamız gerekiyor. Zira genç bir avukatın kendi işini yapması gerçekten her zaman kolay değil. Bu ayrı bir başlık ve ayrı bir yazı konusu fakat neyse ki hepimiz konuyu biliyoruz.

Ben bunun yerine, kâr paylaşımlı avukatlık sistemini öneriyorum. Patronlukta ısrarlı avukatlar bu sistemi de illa ki kendilerine yontacaklardır, her türlü geliri düşük göstermek yapılmayan bir iş değil. Fakat en azından artık ücretliye “maaş” değil “her türlü kârdan belli bir pay” verileceğinden ve ücretli, kendini daha “işin içinde” hissedeceğinden, maaşa göre daha sıcak bir sistem olduğunu düşünüyorum.

Avukatın karşı taraftan aldığı avukatlık ücretinin, işveren avukat ve ücretli avukatlar tarafından paylaşılması gerekiyor. Ücretin belli bir kısmının olduğu gibi işverene verilerek, kalan kısmının çalışanlara paylaştırılması düşünülebilir. Müvekkil –neredeyse her zaman- işverenin kişisel bağlantılarıyla kazanıldığı ve tüm ofis masrafları işverence karşılandığı için, bunun hakkaniyete aykırı görünmediği kanaatindeyim. Bununla birlikte, ücretin salt o işi yapan avukata özgülenmesi değil, çalışan tüm avukatlara paylaştırılması gerektiğini düşünüyorum. Bunun sebebi, çalışma ortamı içinde gerilimli bir ortamın oluşmasının engellenmesidir. Ofis içi rekabetin, hem insanın bağımsız düşünmesini engelleyen bir unsur olduğunu, hem de müvekkil aleyhine sonuçlar doğurabileceğini düşünüyorum. Hatta bundan eminim.

İşveren avukatın müvekkillerden aldığı ücretler konusunda da fikrim aynı. Yukarıdaki paragrafı yazarken bir yandan da bunu düşünüyordum, “acaba o müvekkilin işlerini yürüten avukata daha fazla pay verilmeli mi…” derken, bunun da ciddi bir rekabet sebebi olduğunu fark edip vazgeçtim.

Bunlarla birlikte, avukatın bir maddi güvencesi de olmalı. Yukarıda sayılan iki tür ödeme dışında, bir de sabit maaş şartı getirilmeli. Aslında cümleyi yanlış yazdım, yani aklımdaki bu değildi, ama yazdığım şey aklımdakinden daha iyi oldu! Beynim doğru düşünmese de elim doğru yazabiliyor :) (Ya da "beynimin hatasını elim kendiliğinden düzeltiyor" da denebilir) Paragrafa başlarkenki düşüncem, “ücretli avukatın aylık ücreti hiçbir şekilde … TL’den aşağı olamaz” gibi bir düzenlemeyle, kâr paylaşımıyla aldığı ücretin çok komik miktarlar olmasını engellemekti. Fakat yazdığım şeklinin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Gerekçem de şudur: iş görüşmesinde “Peki karşı taraftan alınan avukatlık ücretleri?” dediğim zaman dumura uğrayıp “Anlamıyorum, onun sizinle ne ilgisi var???” diyen zihniyetin, benim kazandığım davalarla yeni araba almasından inanılmaz derecede rahatsızım. Ben kirasını karşılayabileceğim ev bulamazken, trilyonluk davalarıyla uğraştığım şirketlerden gelen paranın işverenimin yeni evine gitmesi –açıkça söyleyeyim- kanıma dokunuyor. Üstelik, “istifayı basıp gitsem” ne zaman nasıl bir iş bulacağımı bilemediğim gibi; hem benim yaptığım işleri yapmaya çoktan hazır ve razı binlerce genç avukat var, hem de “cv” denen merette “büyük şirketlerle/işlerle uğraşmış görünmek” çok mühim bi’şey! O işlerle uğraşırken ne kadar sömürüldüğünüz, dayanma gücünüzün ne kadar yüksek olduğu da sizi “kıymetli işçi” yapan diğer bir faktör.

Bu arada az önce unuttum, asgari ücret şimdi 1000 lira ve bu gerçekten komik bi miktar. “Sen de, hem yüksek asgari ücret istiyorsun hem de pay istiyorsun, gözün doyacak mı bir gün?” dememenizi rica ediyorum. Bin lira ne ya? Bugün, kirada oturanınız var mı bilmiyorum, fakat sizin oturduğunuz yerlerde ve sizin evleriniz niteliğinde olup da bin liradan daha ucuz kaç ev var? Lütfen bu söylemimi Erbakan’ın karısının “Bugün kimin bir küp altını yok ki!” söylemi gibi algılamayınız. Hiç alakası yok ve bunu biliyorsunuz.

Bu işin “patron” avukatlara en büyük getirisi, ofisinde çalışan diğer avukatların kendisine öncelikle “saygı” duymasını ya da duyduğu saygıyı artırmasını sağlayacak olmasıdır.

Bundan sonra, ücretli avukat işi daha bir sahipleneceği için, yapılan işe kendi imzasını atacağını ve artı değerden payına düşeni alacağını bildiği için, daha iyi bir performans gösterecektir. İşini, işyerini seven ve geleceğinden umudu olan insan her zaman daha üretken ve yapıcıdır. Kaldı ki, 10 dakika geç geldiği için “patrondan” fırça yiyen bir ücretli “Bırak da planımı ben kendim yapayım, hepimiz aynı gemideyiz” diyebilmesi bile inanılmaz önemli bir gelişme olur.

Ayrıca, ücretli avukatlara verilen bu tür ücretler, vergiden de düşürülebilir. Zira avukatlık ücreti vekalette kimin adı varsa onun geliri olarak görünecektir fakat bu gelir yasal olarak paylaşıldığından, vergiden de pek tabii düşürülecektir.

Bu tür gelirlerin SGK primlerine esas olup olmayacağı konusunu biraz daha düşünmeliyim. Bir yandan asgari ücret alan bir avukatın geliri daha yüksek olduğunda primi neden düşük olsun diye düşünüyorum, fakat bir yandan da “ama sabit olmayan bir bedel üzerinden SGK primi de uygun olur mu…” diye düşünüyorum. Eğer sabit olmayan bedeller üzerinden de prim ödenecekse, bu halde her ayın priminin bir sonraki ay ödenmesi gerekir. Belki şu anda da öyle, fakat bu sistemi bilmediğim için şimdilik burada bırakıyorum.

Yine nisbet yapıyor gibi olmayayım ama, biraz düşünmek için denize tekrar gitmem lazım. Aklıma geldikçe ekleme yaparım.

Sevgiler&saygılar,
Göksun.
Mersin’de bir yerlerde.

*
Bu kez Adana'dan sevgilerle,
Göksun.

2 Kasım 2011 Çarşamba

"insan hakları başkanlığı iddiaları"

aihm'nin türkiye istatistiklerinin türkçesini bulur muyum diye aranırken sitesine denk geldiğim başkanlık. (www.ihb.gov.tr)

fakat buradaki "istatistik" kısmında, daha doğrusu sitenin hiçbir yerinde, güzel ülkemizin aihm'deki varlık şeklinden bahsedilmemiş. halbuki, mesela 2010 yılında aihm'yi en çok meşgul eden ülke olmakla son derece övünebilirdik. yok bunlar. (ya da ben görmedim, varsa özür dilicem.) (ama zaten sitede "ara" kısmı da yok.)

bir de, insan hakları ihlal iddiaları raporlarını .ashx formatında veriyor, onu açmak ayrı dert. ki açamadım.

sonra "aman iddia zaten bunlar" dedim. bir rahatlama geldi.