1 Ekim 2013 Salı

Bir avukat, akınlarda çocuklar gibi şendik

Bugün bir avukat olarak mesleki tatmin yaşadığım nadir günlerden birindeyim. Aslında cezacı olsam bu tatmini çok daha sık yaşayabileceğimi biliyorum ama mesleğe öyle başlamadım, devamı da öyle gelmedi. Ama inanın, hukukçuluk da hiç fena değil. Yeter ki siz bir yola baş koyun.

Önce sabah başıma gelenden bahsedeyim.

Bir süredir Kartal'a gitmem gerekirken bunu hep erteliyordum. Çünkü oradan hoşlanmıyorum. Bugündü yarındı derken, bu sabah artık düştüm yola. Twitter'da hayıflandım biraz, "Kartal neresi yeaa" gibilerinden. Bir arkadaşım aradı bunun üzerine, o da oradaymış, çayını içeyimmiş.

Arkadaş hukukçu değil, hayırdır dedim, ne işin var? Tanık filandır diye düşünüyorum. Değilmiş, şikayetçi olduğu dosyanın duruşmasına gelmiş. Ben olayı bilmiyordum, anlattı, çok da can sıkıcı gerçekten. E neden kimse yok yanında dedim, avukatı yokmuş, ailesine de anlatmamış. "Bırak allaşkına ya bir de ailemle mi uğraşaydım" dedi. Haklı çocuk.

Duruşmana ben gireyim madem dedim, çünkü ruh halini tahmin edebiliyorum. Bana iş davası filan dese, ben de duruşma beklerken hiç olmazsa gidip kendi işime bakacağım çünkü o dava her durumda hallolur. Fakat olay biraz netameliydi, arkadaş da belli ki gergin, yalnız bırakmak istemedim. Neyse biz girdik duruşmaya, öncesinde o kadar geyik filan yapan eleman tir tir titriyor! Bir de ben bunun ağzını şimdiye kadar hiç kapalı görmedim, bir insan sürekli mi gülümser? Bu öyle bir tip. Tabii gergin görünce iyice üzülüyorsun.

Duruşmadan çıktık, bu bir sarılıyor, bırakıp bir daha sarılıyor. "Ne yapayım senin için, rakı mı ısmarlayayım, bir şey yapayım" dedi. "Rakı iyi fikir" dedim.

Döndüm geldim işime.

Hani bizim bir seçim meselesi var ya, TEB sağolsun yaptırmamak için bayağı uğraşıyordu. Şurada anlatmıştım: http://koridorda.blogspot.com/2013/09/cunku-birlik-meslek-icin-degil-meslek.html

Size bahsetmemiştim ama sonradan, eczacıların içinden de birtakım sesler çıktı. Şimdi onu anlatmayayım ama kişisel görüşüm, TEB'in İstanbul'a ait kayıtlarla oynamasına karşı birlik olunması gerekirken gelen bu hareketin pek tekin olmadığı yönünde. Neyse hakim o itiraza itibar etmedi zaten, sonra anlatırım onu da. Şimdi kuyuya taş atmayalım.

Netice olarak, Şişli İlçe Seçim Kurulu, üyelerimizin TEB tarafından silinmesini yerinde görmeyerek yaklaşık 1800 kişinin tekrar eklenmesine karar verdi.

Seçimler 5-6 Ekim'de yapılacak.

Bunun için gerçekten çok çalıştık. Ankara seferimi anlatmıştım, günübirlik diye gidip dört gün kaldığım. Orada gördüğüm misafirperverliğin detayına girmedim, bunun için seçimin geçmesini bekliyorum. Ama onun dışında, 70/240, sürekli çalışıldı. İtirazlar, dilekçeler, araştırmalar geliştirmeler, toplantılar, kavgalar gürültüler, olaylar olaylar. Evimizi özledik ayol.

Şaka maka, gidip kayıt silenlere veya silinmiş kayıtlara itibar edenlere oy verene ağır ithamlarla giderim. Ay Allah'ım sen erken sevindirmiş olma.

25 Eylül 2013 Çarşamba

Çünkü birlik meslek için değil, meslek birlik için!

Selamlar  herkese,

Daha önce açıkça yazmadım ama muhtemelen anlaşılmıştır, İstanbul Eczacı Odası'nın avukatıyım ben. Eczacılıkla ve sağlıkla ilgili mevzuata olan yakınlığımın açıklaması bu.

Bugünlerde başımızda bir iş var ve bence bunu herkes bilmeli. Yazmak için Başkan’ın oda sitesinde açıklama yapmasını bekliyordum. Buyrun o açıklama: http://www.istanbuleczaciodasi.org.tr/?page=duyurular&anns_ID=4150

Biliyorsunuz, meslek odaları hükümetin hoşuna giden yerler değil. Bu hazirandan sonra zaten direkt hedef oldular ama zaten önceden de göze batıyorlardı. Gezi'yle başlayan süreç, hükümetin meslek odalarına karşı olan rahatsızlığını artık saldırgan bir noktaya taşıdı.

İstanbul Eczacı Odası, hükümetin saldırganlığından nasibini tabipler ya da mimarlar kadar “doğrudan” almış değil – şimdilik. Fakat bizim şanssızlığımız, birliğin yani Türk Eczacıları Birliği'nin tutumu.

TEB, bizim odanın geçen haftasonu yapılması gereken seçimlerinin yapılamamasına sebep oldu ve hala oluyor. Benim burada olduğunu düşündüğüm amaç, İstanbul'un delege sayısını azaltarak muhalefeti zayıflatmış olmak. Zira İstanbul Eczacı Odası, hem genel olarak “iktidar sahibine” hem de TEB’e muhalif bir odadır. Anlatayım.

Size ilk olarak "normlar hiyerarşisinden" bahsetmem gerekecek. Buna göre, en üstte Anayasa, onun altında kanun, onun altında da yönetmelik bulunur. (Artık bir de uluslararası anlaşmalar var, onlar kanun hükmünde.) Yani, yönetmelikler kanuna, kanunlar da Anayasa'ya aykırı olamaz. Dahil olduğumuz Kara Avrupası hukuk sisteminde bu budur.

Eczacılık mevzuatının temeli ise, iki kanun ve iki yönetmeliktir. 6643 sy. Türk Eczacıları Birliği Kanunu ile bu kanunun yönetmeliği; bir de 6197 sy. Eczaneler ve Eczacılar Hakkında Kanun ve onun yönetmeliği.

İşte TEB, kanunu değil yönetmeliği değiştirerek, yepyeni bir sistem getirdi. Buna göre,

- Eczacılar artık EBS diye kısaltılan merkezi bir "elektronik bilgi sistemine" kaydedilecek. Buraya kadar sıkıntı yok. Tek tek odalarda bulunan kayıtların merkezileşmesi, işlem bu kadarla kalacaksa itiraz edilecek bir şey değil.
- Fakat, aidat borcu olanların kaydı EBS'den silinecek ve bu kişiler meslekten doğan haklarını kullanamayacaklar.

Yani eczane açma-kapama-nakletme, faaliyet belgesi alma, oda kurullarında seçme seçilme vs. gibi haklardan söz ediyorum. Bunlar kullanılamayacak ve evet, aidat borcu yüzünden.

Şimdi bakın burada üç ayrı hukuksuzluk var. Biri zaten kabak gibi ortada, diğer ikisi biraz teknik.

İlki malum, meslek mensubu olmaktan kaynaklanan doğal hakkın maddi bir edime bağlanması. Olacak iş mi bu hiç? Kendimi düşünürsem, aidatımı ödemeyince avukatlıktan mı çıkıyorum ben, meslekten istifa mı etmiş oldum?

Allahtan biz ofis açarken elli mevzuatla uğraşmıyoruz, fakat eczacılar öyle değil. Hele ki yeni kanunla, artık istedikleri yerde eczane dahi açamayacaklar. Açacakları zaman da başvurularını önce odalardan geçirmek zorundalar. Eczacı-oda ilişkisinde bu sadece bir örnek; bu ikisi çok iç içeler. Yani bir avukat baronun yolunu rahatlıkla unutabilir ama eczacı odanın yolunu unutamaz.

Seçme seçilme hakkını bir koşula bağlamak son derece sorunlu ve sıkıntılı bir yaklaşım. Bu hakkı tanıyan TEB olmadığı için, hakkın onun tarafından sınırlanmasının hukuki açıklamasını bulamıyorum.

Diğer hukuksuzluk, bu kuralın kanunla değil yönetmelikle gelmiş olması. Kanunda düzenlenen bir hususu yönetmelikle değiştiremezsin. Hele ki yeni bir sınırlama getireceksen, o iş yönetmelikle hiç olmaz. Ama yaptılar.

Bu arada antrparantez, zaten o yönetmelik değişikliğinin yapılışı da da biraz enteresan. Fakat konu yargıda olduğundan hakkında daha fazla konuşmayayım.

Son olarak, eczacıların kaydını silme yetkisi zaten hiçbir zaman TEB'de olmadı ki. Yok öyle bir dünya.

Hemen açıklayayım. 6643 sy. TEB kanunu der ki, eğer bir eczacıyı silmek sözkonusu olursa, buna oda karar verir. TEB Merkez Heyeti bu kararı onaylarsa, silme işlemi öyle gerçekleşir. Yani öyle TEB'in kendiliğinden "borcunuzu ödememişsiniz o yüzden siliyoruz" deme hakkı yok ve hiçbir zaman olmadı. Üstelik, eğer olacaksa bile, ilgili hüküm gereği buna merkez heyetinin karar vermesi gerekir. Öyle pat diye, pirinç ayıklar gibi, sistemin otomatik atması diye bir şey olamaz. (Bu konuda 6643 sy. Kanun'un md. 20/p hükmüne bakınız.)

Buraya kadar bir sıkıntı var mı? Bahsettiğim gibi, EBS'yi getiren yönetmelik değişikliğine dava açtığımız için bu konuyu burada kesiyorum.

Peki bu mesele nerede ve nasıl patladı?

Biliyorsunuzdur, meslek odalarında  bir genel kurul tarihi belirlenir ama asıl kurul hep bir sonraki hafta yapılır. Çünkü ilk hafta çoğunluk sağlanamaz. Bu bana anlamsız gelen ama artık tamamen kökleşmiş bir uygulama.

Plana göre, ilk tarih 14-15 Eylül'dü. Tabii ki olmadı, seçim 21-22 Eylül’de yapılacaktı.

Gelin görün ki, TEB bizim odanın hazırladığı seçmen listelerini onaylamadı. Bizim listemizden aidat borcu olanları sildi, böylece 1795 üyemiz silinmiş oldu. Gerçekten. Üstelik, sadece aidat borcu olanları değil, yardımlaşma sandığı borcu olanları da silmişler. Yardımlaşma sandığı nedir derseniz, birlik üyesi tüm eczacıların zorunlu olarak üye yapıldığı ve aidat yükü altına girdiği bir sandık. Üyelik zorunlu fakat aidatını ödememenin yaptırımı diye tanımlı bir şey yok. O konu da yargıda, o yüzden hakkında bu kadar konuşmak yeter.

Öncelikle, oy kullanamamakla kaydın silinmesi kavramlarını da ayıralım. Birinin oy kullanıp kullanamayacağına karar vermek zaten tek başına sorunlu bir durumdur, fakat üye kaydını da silerseniz hem mesleki hakkı olduğu gibi ortadan kaldırır hem de odanın delege sayısıyla oynarsınız. İstanbul'un üyelerinin silinmesi demek, TEB'deki en büyük muhalefet unsurunun delegesinin azalması ve sesinin kısılması demek.

Devam etmek gerekirse; bizim listemize itiraz edilince konu ilçe seçim kuruluna gitti. Kurul, son derece mantıklı bir şekilde TEB'in itirazını reddedip bizim listeleri onayladı. Bu arada, TEB’in bu itirazında da, aşağıda göreceğiniz YSK itirazında da EBS’ye dair hiçbir şey yok. Hiç ama. Sözünü bile etmemişler. Bunu bir kenara yazalım önce. Tek argüman, üyelerin “para ödememiş” olması.

TEB hata yaptığına ikna olmadı, bu sefer Yüksek Seçim Kurulu'na gitti.Oda seçimlerindeki sorunlar ilçe seçimden il seçime değil, direkt YSK'ya gidiyor.

Neyse, iki önceki cumartesi akşamı telefon acı acı çaldı, arayan mesai arkadaşımdı. "YSK itirazı kabul etmiş, seçimi yapamıyoruz." Evet nerede kalmıştık?

Buradaki hukuk sorunu şu ki, meslek odaları aslında YSK Kanunu'nun kapsamında değil. Son derece net. Fakat emsal kararlardan gördüğümüze göre, YSK benzer olaylarda "kanuna açık aykırılık hallerinde kurulumuz yetkilidir" diyerek durumdan vazife çıkarmış. Bu şekilde bir teamül oluşmuş.

Bu karara karşı itiraz ya da dava yolumuz kapalı, çünkü YSK kararları kesin. Ancak maddi hata olduğu zaman, itiraz dikkate alınıyor. Maddi hata dediğimiz de, üçle beşi toplayıp yedi bulmak veya Ahmet yerine Mehmet yazmak filan gibi şeyler.

Yüksek Seçim Kurulu idari bir organ, mahkeme değil. Yani bu kurulun, listelerden kimin silinip kimin silinemeyeceğine karar vermesini zaten beklemiyorduk. Nitekim YSK da, olaya sadece listelerde TEB onayının bulunup bulunmadığı yönünden yaklaştı. Özetle dedi ki, “Arkadaşım senin listede TEB onayı yoksa bu seçim yapılmaz; kim yazılmış kim silinmiş konusuna ise hiç girmiyorum.”

Gittik Kurul ile görüştük. Geçtiğimiz salı günü oluyor bu görüşme. Ekip benden, oda başkanımızdan ve odada birlikte çalıştığımız avukat arkadaşım Zehra’dan oluşuyor. YSK başkanvekili bize seçimlerin iptal edilmeyip durdurulduğunu, liste onayını aldıktan sonra sürece devam edebileceğimizi aktardı. Zaten tam bu esnada bizim listeler, diğer avukat arkadaş Cevahir tarafından TEB’e götürülmekteydi.

Akşam bizim başkan, Zehra ve Cevahir döndüler, çünkü günübirlik diye gitmiştik ve mantıklısı buydu. Ben kaldım. Belki ertesi güne listeleri alırız diye.

Alamadık.

TEB binasını üç beş kere indim çıktım herhalde. Liste kontrolünü yapacak olan memurdan genel sekretere kadar, dolandım durdum. Olurdu olmazdı baktıktı ettikti derken, kendimi o gece de otelde buldum.

Perşembe oldu. O gün bizim başkan ve İstanbul Ecza Kooperatifi başkanı Sait Bey de geldiler. Yine görüşmeler, dolaşmalar, olaylar olaylar. Sonra baktım ben yine oteldeyim.

Cuma ise, niyet okumak istediğimiz takdirde bize bolca malzeme sunan bir gündü. İstense salı öğleden sonra başlanıp akşam bitecek ya da çarşamba sabahtan öğlene kadar rahatlıkla halledilebilecek olan işleme, cuma öğleden sonra itibariyle halen başlanmamıştı.

İstanbul’a döndük, ne yapalım. Bu dört gün süresince TEB’in sayın genel sekreterinin gösterdiği nezaket, iyi niyet ve misafirperverliği ise asla unutmayacağım. Umarım kendisi de unutulmayacağını unutmaz.

Dün yani salı günü, TEB’den yeni bir yazı geldi. İşte EBS denen şey burada karşımıza çıktı. Biz sisteme girmedikçe listelerimiz de onaylanmayacakmış. E girince de siliyorsun? Ankara’da İzmir’de öyle olmadı mı? Bir sürü eczacının kaydı sırf para gerekçesiyle silinmedi mi? Ben buna neden razı olayım? Meslek örgütü kendi meslektaşının kaydını nasıl siler?

Konu çok uzayacak, deniz bayağı dalgalı. Sırf süreci anlatmak zaten üç sayfayı geçti, iyice detayına girmeyeyim.

Önümüzde muhtelif yollar var elbet, susup oturacak halimiz yok. Hepsinden yürüyeceğiz. Çünkü yollar yürünmeden aşınmaz.

Saygılar,
Göksun.

22 Eylül 2013 Pazar

Yeni Akit'e gelen ceza meselesi

Selam arkadaşlar, güzel bir haberle karşınızdayım. Gerçi haber daha güzel olmalıydı ama buna da şükür.

Yeni Akit gazetesinde köşe sahibi olan Hasan Karakaya, temmuz ayı başında biz "çapulculara" ağır hakaret ve küfür içeren köşe yazıları yazmıştı. Ben de direkt "dava açalım" hissiyle dolmuştum. Hasan Karakaya etiketli yazılar için buraya tıklayabilirsiniz.

Sağolsun Akın (Atalay) Abi ve Tora (Pekin) beni Basın İlan Kurumu'na şikayet etme yoluna yönlendirdiler. Ben de yazdım dilekçemi, Tora'ya "olmuş mu" diye bir gösterdim, olmuş dedi - o da sağolsun. Gitti dilekçe.

Akın Abi'nin beni BİK'e yönlendirme gerekçesi, çok daha hızlı ve etkin bir yol olması. Dava açılsa hem bir iki yıldan aşağı sürmeyecek, hem de dişe dokunur bir sonucu olmayacak. Fakat BİK, belirli bir süre reklam yayınlama yasağı verebiliyor ki bu da gazeteler için ciddi gelir kaybı demek. Sizin de aklınızda olsun, böyle durumlarda BİK yolunu ihmal etmeyin.

Salıdan cumaya kadar İstanbul'da değildim. Bu sabah (evet, bir pazar günü olan bu sabah) işyerine bir gittim ki, BİK'ten sonuç gelmiş.
"... Yeni Akit gazetesinin, 195 sayılı Kanun'un 49. maddesinin a bendi uyarınca, resmi ilan ve reklamlarının 3 (üç) gün süre ile kesilmesine..."
karar verilmiş. Oh la la.

Gazetenin verdiği savunma, Hasan Karakaya'nın 40 yıllık gazeteci olmasına dayanarak başlayıp, kendisine teşekkür edilmesi gerektiği ile devam ediyor. Şikayete konu yazıda pezevenk ve kaltak denerek küfür edilmiş; gazetenin bu konudaki savunmasından aynen alıntılıyorum:
"Yazılardaki sert ifadelerin tamamı, 5 kişinin ölümü, 200 milyon liralık zarar, 600'e yakın polisin yaralanması ve ülkeyi darbe sürecine götürmek isteyenlere yöneliktir. 
Şikayete konu yazılarda getirilen eleştiri nitelemeleri yazarın şahsi menfaatlerine tecavüz eden herhangi birisine veya masum vatandaşlara yönelik ifadeler değildir. Eleştirilerin tamamı, Türk Ceza Kanunu ve diğer kanunlarda suç olarak tanımlanan eylemlerin faili olan kişilere yöneliktir. Manyak denilmiş ise, sıradan vatandaşa değil, polisin dağılın ikazına rağmen gece yarısı gösteri yapanlara denilmiştir."
Buraya kadar özetleyelim:

1. "Eleştiri nitelemeleri" derken şair pezevenk ve kaltak kelimelerinden bahsediyor olsa gerek.
2. Eğer TCK anlamında suç işlemişseniz bir yayın organından size ağza gelindiği gibi konuşulmasına itiraz hakkınız olamaz. Çünkü ihkak-ı hak bizden sorulur.
3. Polisin sözünü dinleyip eyleminizi de gündüz yapsaydınız manyaklıktan kurtuluyormuşsunuz. Ne yavuz hırsızmışsanız demek ki.

Devamla,
"TBMM'de 300'den fazla milletvekiline sahip AK Partinin ancak yeni bir seçim sonucunda seçmenin oyu ile hükümetten düşebileceği, yoksa anayasal zeminde bu hükümetin işbaşından uzaklaştırılamayacağının farkında olmayıp, hükümet istifa diyenlere yönelik kullanılmıştır."
Yani diyor ki, vatandaş olarak hükümet istifa diye bağırmak da bir darbeciliktir neticede. Adeta bir zor kullanmak, adeta bir tank yürüyüşü... Yahu bunu söylemekten başka yapacak hiçbir şeyimiz yok, yine mi edilgeniz yine mi çiçek arkadaş, istifa kararını yine hükümet veriyor? Ama işte darbeciymişiz meğersem.
"Bir kısmı halen cezaevinde olan, bir kısmı da Terörle Mücadele Şubelerince soruşturulmaya devam edilen sanıklar için eleştiri ifadeleri kullanılmıştır. Bu çerçevede, şikayet dilekçesindeki isnatlar haklı değildir.. Doğru değildir. 
Başbakan'a, eşine, kızlarına küfür edenlerin, molotoflarla polislere saldıranların korunacak bir hakları yoktur. Olamaz.."
Tekrar belirteyim, aynen yazdım. İki noktalar, olamaz'lar filan orijinal.

Ayol adamlar tam olarak "senin anana bacına yapsalar" diyerek cevap vermiş ya la? Ay ahahahah ilahi ahahahahahaha

Şu seviyede bir cevaba kalkıp da "nasıl korunacak bir hakları yoktur!" atarını yapmayı bile fazla buluyorum. Korunacak hakkın olmadığını düşünen biriyle daha ne konuşacaksın Allah aşkına? Fakat lütfen hatırlatmama izin verin, soruşturması devam edene sanık demiyoruz canlarım, şüpheli olacak o. Kaldı ki, sanık terimi doğru olsaydı dahi, yine hakkında hüküm verilmemiş birinden söz ediyor olacaktık. Görüyorsunuz, gazete kendisini yargıdan üstün görüyor.

Gelelim BİK'in kararının gerekçesine.

Öncelikle şunu öğrendik, Basın İlan Kurumu cevap süresine uyulmadığı zaman bunu pek umursamıyormuş. Aslında cevabın on gün içinde verilmesi gerekir, fakat gazete geç vermiş. BİK de "... daha önce benzer durumlarda yapılan uygulamalar da göz önüne alınarak, muhatap gazetenin anılan savunması dikkate alınmıştır" diyerek cevabı reddetmemiş.

Bir de, gazetenin savunmasının bir yerinde, benim neden üzerime alındığımla ilgili bir bölüm var. Şikayetçinin - ki ben oluyorum, doğrudan yazının muhatabı olmadığı ve kendisine yönelik somut bir itham vs. bulunmadığı için şikayet etme hakkının da bulunmadığı belirtilmiş. Diyor ki BİK, gazetenin yazısı kamuoyuna ulaştığı için, rahatsız olan okuyucuların somut olarak kendilerine yönelmiş bir husus olmasa dahi şikayet hakları bulunmaktadır. Bir de şunu demiş hatta,
"... Kaldı ki, şikayet konusu köşe yazıları esas itibariyle Gezi olaylarına katılanlara yönelik olduğundan, şikayetçinin Gezi olaylarına katılmış olması ya da bu olayları katılmadan desteklemiş olması bile, bu yazıların kendisini ilgilendirdiğini gösterir. ..."
Bu doğru bir söylem fakat kararda yine de "kekre" bir tad var. İşin hukuki tarafına girmemiş çünkü. Mesela "malum kişilerin" korunacak bir hakkının olup olmadığını tartışmamış. Hakkında hüküm verilmemiş insanlar için atılıp tutulması konusuna hiç girmemiş. Gezi olayının mahiyeti konusunda zaten hiç konuşmamış - bunu beklemiyorduk zaten. Sadece ve sadece, yazının küfür içermesinden yürümüş. Yani adam kendini yargıdan üstün görebilir, yeter ki pezevenk ve kaltak demesin.

Ben şikayet dilekçesinde aykırı davranılan beş ayrı hüküm belirtmiştim, BİK sadece iki hükme aykırılık tespit etmiş.

Benim aykırı davranıldığını iddia ettiklerim şunlar - bu kuralları bu linkte bulabilirsiniz:

c) Hiç kimse, suçlu olduğu kesin yargı kararıyle belirtilmedikçe suçlu olarak ilân edilemez; cezai soruşturma aşamasında veya devam eden davaların konusu olan olaylarla ilgili haber veya yorumlarda "Suçsuzluk" ilkesi ihlâl edilemez; soruşturma ve yargılamanın doğal ve yasal akışını, özellikle hâkimlerin kararını etkileyecek beyan ve yorumlarda bulunulamaz.

e) Küçüklerin ve gençlerin toplum içinde, kişiliklerinin gelişmesini ve korunmasını olumsuz etkileyecek veya onlara yönelik cinsel tacize teşvik eden ve şiddeti özendiren yayın yapılamaz.

h) Ahlâka aykırı yayın yapılamaz.

ı) Kişi, kurum ve toplum katmanlarına yönelik yayınlarda, eleştiri sınırlarını aşan aşağılayıcı sözcükler kullanılamaz; hakaret edilemez, sövülemez iftira ve haksız isnat yapılamaz.

k) Yayınlarda hiç kimse ırkı, cinsiyeti, sosyal düzeyi ve dini inançları sebebiyle kınanamaz, aşağılanamaz. Vicdan, düşünce ve anlatım özgürlüklerini hukuka aykırı şekilde sınırlayıcı, sarsıcı veya incitici yayın yapılamaz.

Kurum ise, sadece e ve h'den karar vermiş. Yani BİK'e göre,

- Yargılaması devam eden hatta belki hiç yapılmayan biri için istediğiniz kadar ithamda bulunabilirsiniz.
- Hakaret, iftira ve isnat serbest. Enteresan olan, Hasan Karakaya'nın yazısının ahlaka aykırılıktan ceza alıp hakaretten almaması. Hakareti ahlaka uygunduysa o zaman h'den neden ceza verdiğiniz gazeteye? Hmm ben bu karara itiraz edeyim dur.
- Aşağılayıcı ve incitici yayın zaten hepten serbest, buyrun dükkan sizin.

Özetle böyle. Yani birine pezevenk derseniz, sövmüş olmuyorsunuz ama gayriahlakilikten yine de ceza veriyorlar. Muhteşem bir ülkeyiz yeminlen.

Öperim,
Göksun.

22 Ağustos 2013 Perşembe

İşveren sağlığı ve devletin güvenliği

Selam,

Bugün iş sağlığı ve güvenliğine taktım. Yani aslında bu konu epeydir aklımın bir ucunda var ama, bugünkü Resmi Gazete'de "Çalışanların Titreşimle İlgili Risklerden Korunmalarına Dair Yönetmelik" diye bir şey görünce eeeeh dedim, bu ne abi, gün aşırı yeni bir İSG yönetmeliği çıkıyor.

Şimdi siz diyeceksiniz ki, deli mi ne ayol, ne güzel işte iş sağlığına önem veriliyor demek ki, bunun nesine söyleniyorsun?

O iş öyle değil bence. Yani içimden bir ses öyle söylüyor ama kanıtlamaya yetecek sabrım yok. Sabrı olan kızlar eklesin.

Sürekli çıkan mevzuat konusunu araştırırken düşünmemiz gerekenleri sıralayıp kaçayım, rubik küple uğraşmak da meraklısına düşsün:

1. İş kazalarının artık cinayet halini aldığı bir ülkede yaşıyoruz. Gündemin dışına bakmadan yaşayanlar bile memleketin tersane işçilerini, kot kumlayan çocuklarını ya da maden göçüklerini bilir. Fakat bilmediğimiz çok fazla olay yaşanıyor, bunu görmek için Google'a "iş cinayeti" yazmanız yeterli. Hatta ona da yorulmayın, buyrun yazılmışı var: http://iscinayetleriniunutma.org/

2. Bu bakımdan iş güvenliği konusuna eğilmek gerçekten lazım. Fakat,

a. İş güvenliği kavramı bu sene gelmedi, daha önceden de vardı kendi çapında birtakım önlem mekanizmaları. Çok genel şeylerdi; işçiye eğitim verilmesi, güvenlik teçhizatı sağlanması, ağır işler yönetmeliği vs... Fakat bunlar hiçbir zaman gerçekten uygulanmadı. Pres makinesinde eldivensiz çalışıldı, kaynak yapan işçiye gözlük bile verilmedi, sonra o insanlar elinden gözünden oldu. İşçi gitti tazminat davası açtı, mahkeme işyerine keşfe geldi ve ne oldu dersiniz? Mahkeme heyetinin keşfe geldiği gün, birden tüm güvenlik önlemleri alındı, tüm uyarı levhaları asıldı, birden bire tüm işçilerin eğitim aldığına dair tutanaklar bulunduğu ortaya çıktı.

O dava 10 yıl sürdü ve aslında o kazada ölseniz daha iyiydi - çok ciddiyim, bu konuda lütfen bakınız: http://koridorda.blogspot.com/2012/03/is-kazasnda-ilk-yaplacak-ol.html

Nihayetinde, tazminat diye elinize verdiler 3 kuruş, kaybettiğiniz benliğinizle kaldınız. Bu sistemi çalışır hale getirmeden, hangi güvenlik Allahaşkına ya, küfrettirmeyin şimdi.

b. "Eskiden öyleymiş diye cinayetler oluyormuş, şimdi bak bir sürü mevzuat çıkıyor, bunlar azalsın diye" mi diyorsunuz? Kuzum siz hangi dünyada yaşıyorsunuz?

Bu yönetmeliğe uyup uymadığı kontrol edilen yerler nereler biliyor musunuz? Diğerlerini bilmiyorum ama mesela ecza dükkanları acayip denetleniyor. Her gün ama her gün, onlarca eczacıdan telefon alıyoruz. Tabii bu denetlemeyi her tür işyeri için düşünebilirsiniz, bakkal, süpermarket, kuaför, anahtarcı, dönerci... Maksat iş olsun. Zabıtalar sürekli gezip iş sahiplerini tehdit edip duruyor. Cezalar da öyle "dostlar alışverişte görsün" gibi değil ha, devebayıltan cinsten. Binlerce liralardan bahsediyoruz. Gerçi bunlar büyük üretim alanlarının elinin tozu etmez ama esnaf için önemlidir.

En popüler meselemiz, risk değerlendirmesi meselesi. Gerçi ondan önce işyeri hekimi meselesi vardı, şimdilik o konu gündem dışı kaldı ama seneye ısınıp tekrar önümüze sürülecektir. Efendim risk değerlendirmesini nasıl yapıyoruz, eczanenin riski mi olur, falan filan.

İkinci popüler cevabımız, çalışanlardan düzenli sağlık raporu alınması. Manavlar da aynı şekilde denetleniyor mu bilmiyorum.

Üçüncüsü ise, kapıya engelli rampası koyma zorunluluğu. O dükkanlar o şekilde yapılmış, tamamına ruhsat verilmiş, kaldırımlar belediye tarafından her sene olmak kaydıyla yapıladurulmuş, ama engelli rampasını eksik bırakan kişi dükkanda iş yapan esnaf olmuş.

Takdir edersiniz ki bu biraz garip bir görüntü. Nitekim biz de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nı aradık konuyla ilgili, dedik ki "Tamam tabii ki engelli rampası gerekli bir şey ama, ne yapalım kaldırımı mı sökelim? Bu işi belediye ele almamalı mıdır?" Bakanlık ne dese beğenirsiniz, "O işin nasıl yapılacağını henüz biz de bilmiyoruz." Vallahi böyle dediler.

Bu arada, engelli rampası meselesi yürürlüğe yeni girdi ama kanun aslında sekiz yıllık. Sekiz yıldır yapılan binaların dükkanlarından tek birini biliyor musunuz ki, önünde engelli rampası olsun?

c. Son olarak; AB direktiflerine dayandırılıyor hep bunlar. Çok güzel, ben AB'yi seven insanım. Hatta bizi almamalarını gayet mantıklı ve yerinde görüyorum. Çok farklı dünyaların insanlarıyız, kafalarımız gerçekten farklı çalışıyor, sadece mevzuat değiştirerek nasıl Avrupalı olabiliriz ki? Bunu Avrupayı yüceltmek bağlamında söylemiyorum, gereksiz milliyetçilik yapmayın. Farklıyız işte ve biz ne kadar özensek de, o fark - bu kafayla- kapanmayacak.

Bunu şunun için söylüyorum, AB'nin bir tek leyleği kalmış olabilir. Fakat bizim görmemiz gereken daha milyonlarca kuş var. 20 yaşında ölen silikozisliler için hiçbir şey yapmıyoruz biz. Göçük altında kalanlara ancak hayatlarını kaybetmelerinden sonra ulaşabiliyoruz. Hiçbir güvenliği olmadan bina tepelerinde amelelik yapan binlerce insana dönüp bakmışlığımız yok. Bu yönetmelikler onlar için de değil mi? Neden bu cezalardan patronlar değil de, yol üzerindeki dükkan sahipleri dertleniyor? Neden rampa zorunluluğu dükkan sahibine getiriliyor da, o binayı yapan müteahhitin dünyadan bile haberi olmuyor?

Bırakın bunları ya, nefes almamız bile paralı oldu artık bu ülkede.

Kanun-yönetmelik dediğini, sürekli yeni kurallar ve para cezaları öngören metinler olarak tanımlıyorum artık. Başka hiçbir işe yaradıkları yok.

Daha örnek bulurum da asabım bozuldu şimdi, uğraşamayacağım.

Öptüm.
Göksun.

13 Ağustos 2013 Salı

böyle buyurdu ahriman.

selamlar cümleten,

bir süredir tatildeydim, ne resmi gazeteye baktım ne başka bir şeye. itiraf edeyim, bugün mesaiye başlayınca da hiç canım geriye dönüp bakmak istemedi. giderek sıtkım sıyrılıyor her şeyden, gündemi takip ettikçe iyice anarşist oluyorum. halbuki dünyadaki herkes bohem filan olsa ne güzel yaşardık. 

en azından resmi gazeteye, bugün geri döndüm artık. sıyrıldım demenin ecele faydası yok. avukatlık kanunu'nun beşinci maddesinde değişiklik olmuş. mesleğe kabulde "avukatlık mesleğine yaraşmayacak tutum ve davranışları çevresince bilinmiş olmak" şartı kaldırılmış.


linke bakınca göreceksiniz, gerekçe gayet mantıklı. yaraşmayacak davranış dediğin nedir, çevrece bilinmiş olmak derken aslında ne kastedilmektedir, bunlar değişken ve güvenilmez şeylerdir, vs vs. doğru, eyvallah. şimdi sorulara geçelim:

1. bir kere her şeyden önce, böyle bir koşul zaten hiç olmamalıydı. ama vardı ve biz bunu hiç garipsemiyorduk. biliyorum niyet okumak çok ayıp bir şey, fakat bu koşulun iptalinden sonraki uygulamaları takip etme fikri size de gerekli gelmiyor mu?

2. mesleğe kabul veya red kararını verebilecek olanların, bu koşulu bulamayınca sığınabilecekleri bir şey var mı? buna ayrıca bakmak lazım, ben güç sahibi olan herhangi birinin bu gücünü şansını zorlamadan bırakacağına pek ihtimal vermiyorum. üç gün sonra başka bir kural gelip bunu mumla aratabilir.

3. özgürleşmeyi kanunlardan beklemek, tarifsiz bir trajedi değil mi? kanun zaten, olan özgürlüğün sınırlarını belirlemek için değil midir? herhangi bir maddenin kaldırılması insanı özgürlüğe bir adım daha yaklaştırır, fakat kimseye sormadan kanun değiştiren sistem, aynı şekilde yine sormadan yeni kanun yapamamakta mıdır? burada iktidar eleştirisi yapmıyorum, anti-akp söylemi de değil bu, temsili demokrasinin insanları getirdiği tufadan bahsediyorum. yani bu soyut ve kavramsal bir şey, somut ve partisel değil. yalnız bak ben her konuyu gelip demokratik saçmalıklara ve manipülasyonun kaçınılmazlığına bağlar oldum, güya iki yıldır yazacağım bu konuda ama hala tık yok... dur bakalım yavaş yavaş kendisi çıkıyor zaten.

ya çok komik değil mi sizce de, boynumuzda kat kat zincir var, biz o zincir "bir tık" gevşedi diye bayram üzerine bayram ediyoruz. bunu her konu için söylüyorum, kafam avukatlık kanunu'ndan çoktan çıktı benim. 

ha öte yandan, tamam zincirlerden birinin tek bir halkası az bir gevşedi ve biz mutlu olduk. fakat? diğerlerinin gittikçe sıkılaşması? yine sözkonusu kanuna dönersek, ne oldu şimdi, avukatlığın şerefi mi kurtuldu? insanların avukat olmasına yönelik engel mi kalktı? savunma artık daha mı güçlendi?

savunma böyle güçlenecek olsaydı, kişibaşına düşen milli avukat sayımız olmuş yetmiş beş, şu an güçten yıkılıyor olmamız lazımdı. yok öyle bir dünya. 

peki tamam, bu iptal kararının fiili sonuçlarından şüpheliyiz ve biraz da karamsarız. peki hiç mi iyi bir şey değil bu, enseyi o kadar mı karartalım?

yoo iyi bir şey. kötüye kullanıma son derece açık, subjektif, her gelenin kafaya göre uygulamaktan imtina etmeyeceği, olması gerekene hiç uymayan bir koşuldu. yaraşmayacak tutum ve davranış nedir diye bana sorsalar, terörle mücadeleden alınmış vatandaşa ifade verdirmek için orada polis tarafından bulundurulan avukatın davranışıdır derim. bence bu ne meslekle, ne insanlıkla bağdaşır. ama mesela, bu insana kimse sözkonusu maddeden bahsetmeyecekti. fakat bununla beraber, aynı yerde kendi müvekkiline ifade verdirmeye gitmiş olan meslektaşlarımız şu an silahlı terör örgütü yöneticisi oldukları iddiasıyla tutuklu. hüküm giydikleri takdirde mesleklerini yapamayabilirler. çünkü böyle buyurdu ahriman.

netice olarak zincirdeki her gevşeme bir faydadır. benim takıldığım o değil, bu tür gevşemelerin acısının başka yerden çıkmaması. bir "yetmez ama evet" dendi, neler olduğunu gördük. demek ki anahtar sözcük o değil. bakalım "bu daha başlangıç, mücadeleye devam" denince neler olacak.


*
bu arada, feysbuk'ta bana "peki özgürlüğün teminatı nedir?" diye soran arkadaşıma verdiğim cevap da kaybolmasın, elimin altında dursun:

"hukuk, kanun, yargılama gibi şeyler özgürlük tanıma amaçlı icatlar değildir. bir düzen ve bu düzenin gerekli kıldığı muhtelif kısıtlamalar öngörür. bu bakımdan. kanuna 'özgürlük teminatı' demek bana ironik geliyor. teminat insandır, halktır, bilinçtir. çünkü kanun istenirse çok rahat değişir; herhangi bir sabah yepyeni bir dünyaya uyanabilirsin. bunun emniyet subabı da sadece, neyin ne olduğunun farkında olan halk olabilir. ki o da azınlıkta kalıyor maalesef."

*
note II: aslında haberi gördüğümde aklıma ilk gelen şeyi yazmayı unuttum, işe bak... sakın bu karar, baroların ısrarla reddettiği emekli hakimler filan da gözetilerek verilmiş olmasın? hadi bakalım.

18 Temmuz 2013 Perşembe

Anayasa Mahkemesi'nin uzun tutukluluk süresi kararları

Selam,

Rutin Resmi Gazete kontrolünden Anayasa Mahkemesi kararlarıyla döndüm. Buyrun link:
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/07/20130718-22.pdf

Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru sonuçlarını önemsiyorum. Mesela bugün, ceza değil hukuktaki uzun yargılamayı konu eden bir karar da var. (Tutukluluk süresi kararları aşağıda.)

Fethiye'de bir araziniz var tamam mı. Bu arazi te 1950'lerde, orman işletme şefliğiyle sizin büyükleriniz arasında dava konusu olmuş. O süreç 1970'lerde sizinkiler lehine sonuçlanmış, tescili filan yapılmış, bugüne gelmişiz. Fakat o arada adına tescil yapılan büyüğünüz vefat ettiği için, artık mülkiyet sizin üzerinizde. Anlatabildim mi buraya kadar?

Derken, orman işletme bu kez 2002 yılında yeni bir tapu iptali ve tescil davası açıyor. Aradan nesiller geçmiş ama devlet kararlı, o arazi alınacak!

İşte AYM başvurusu, 2002'de başlayan bu davanın halen devam etmesine dayanıyor. Zira Hukuk Muhakemeleri Kanunu, "usûl ekonomisi" ilkesinden bahseder. Yani özetle der ki, "mahkeme, bekleme yapma!" İşte o ilke: "Madde 30 - Hakim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür."

Anayasa'daki hak arama hürriyeti ve AİHS'deki adil yargılanma hakkını biz hep ceza yargısı için düşünüyoruz fakat yargı yargıdır. Nitekim bu kurallar bu olayda da uygulanmış elbette.

Netice olarak AYM diyor ki,

- Başvurunun kabul edilebilir olduğuna,
- Anayasa'nın 36. maddesindeki makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine,
- Başvuruculara manevi tazminat ödenmesine,

oybirliğiyle karar verildi.

(Bu arada, AİHM / AYM yargısına yabancı olanlara not: Bu mahkemeler asıl davanın kendisi hakkında karar vermez. Yani o arazinin kimin hakkı olduğuyla ilgilenmez. O yüzden bu konuda bir karar da yok, sadece mahkemenin işini zamanında yapmadığına ilişkin bir karar var. Tazminat da onun için yani, arazi için değil.)

*
İkinci karar, uzun tutukluluk süresine ilişkin.

Başvurucumuz, Şubat 2007'de gözaltına alınıp akabinde tutuklanıyor. Aynı yıl haziranda hakkında dava açılıyor ve tutuklu yargılanıyor. Eylül 2012'de, başvurucunun avukatı tutukluluk süresinin azami süre olan beş yılı geçmiş olması sebebiyle tahliye talebinde bulunuyor ama talep reddediliyor. Bu arada müsnet suçlar da şu şekilde, silahlı örgüt kurma ve yönetme, nitelikli yağma, hırsızlık, mala zarar verme, konut dokunulmazlığını ihlal ve ruhsatsız silah bulundurma. Böyle sayınca gözünüzde büyütmeyin, herhangi bir ev hırsızlığını 3 kişi yapmışsanız da aynı şekilde yargılanabilirsiniz. Belki ev çok büyüktür mesela.

Yalnız bu başvuruda ilginç bir şeyler var. Tazminat istenmiyor, sürenin uzun olduğunun tespiti ve tahliye isteniyor.

AYM tahliyeye karar veremez orası tamam. Diğer tespit bakımından ise, Ceza Muhakemeleri Kanunu'nun 141. maddesi de göz önünde bulundurulmuş.

Bu madde özetle, yakalama - gözaltı - tutuklamayla ilgili tazminat taleplerine ilişkindir. Fakat tahliyeyle ilgili hiçbir sonuç içermez. Paranı alır, yatmaya devam edersin.

Adalet Bakanlığı, bu olay için AYM'ye sunduğu görüşte öncelikle CMK 141. maddenin işletilmesi gerektiğini yani AYM'ye gidilecek bir durum olmadığını belirtmiş. Fakat AYM, başvurucunun talebinin tazminat değil hukuka aykırılığın tespiti olduğunu, bu yüzden de 141'e gidilecek bir durum bulunmadığını belirterek başvuruyu kabul etmiş. 

Netice olarak, talep olmadığından tazminat da yok ama, tutukluluğun makul süreyi aştığı kararı var. Hayırlısı olsun.

*
Yine uzun tutukluluğa ilişkin bir karar, fakat bu sefer olumsuz. Kısaca geçeyim, buradaki başvurucu da toplamda beş yıldan fazla yatmış fakat teknik adı "tutuklu" olarak değil. Üç küsür yıl tutuklu kaldıktan sonra hakkında hüküm veriliyor, hükümlü olarak yatarken dosyası temyizden dönüyor ama tutuklu kalmaya devam ediyor, derken beş yıl bu şekilde doluyor.

Bakanlık, mahkeme, Yargıtay ve AİHM bu konuda aynı fikirde: Hükümlü olarak yattığın süre, tutukluluktan sayılmaz.

O yüzden, talep oybirliğiyle reddedilmiş.

*
Yine tutukluluk süresine ilişkin bir kararda, mahkemelerimiz tarih yazmış. Diyorlar ki, vatandaş aynı dosyada birkaç suçtan yargılanıyorsa, azami tutukluluk süresini her biri için ayrı ayrı dikkate alırsın. Yani ömrün tutuklu geçebilir, bu da sana koyabilir.

Bakın tekrar ediyorum, deniyor ki, atıyorum o dosyada 3 suç varsa, birinin beş yılı bitince öbürününki başlar.

Neyse ki AYM farklı düşünebiliyor.

"... Tutuklama tedbiri, bir yaptırım olmadığından aynı dosya kapsamındaki her bir suç için azami tutukluluk süresinin ayrı ayrı hesaplanması kabul edilemez....

... üst sınırlar ... hiçbir şekilde kişinin bu süre doluncaya kadar tutulabileceği anlamına gelmez. Aksine, üst sınırın aşılmadığı durumlarda dahi, somut olaylarda tutukluluk makul süreyi aşmıisa, anayasal hakkın ihlal edildiği sonucuna varılacaktır.

... Kovuşturmaya konu bu kadar suç olmasına rağmen tutukluluğun bunlardan biri üzerinden devam edeceğini, kanuni sürenin dolmasıyla birlikte bir diğerinin devreye girerek yeni bir beş yıllık sürenin başlayacağını kabul etmek tedbirin tabiat ve mahiyetiyle bağdaşmaz."

Yani, başvurunun kabul edilmesine, oybirliğiyle.

*
Sıradaki karar, haksız tutuklananlar için gelsin. Ama olumsuz.

(Anam bu kararda İbrahim Fırtına filan diyor ya la? Dur bakalım ne çıkacak. Bunu dikkatli okuyalım.)

Başvurucu, geçenlerde darbecilikten müebbet alıp sonra cezası 20 yıla çevrilen İbrahim Fırtına'nın harekat planının üst düzey görevlilerinden biri olmakla itham ediliyor. Bu sebeple Haziran 2011'de tutuklanıyor ve tutukluluğa itiraz ediyor.

İtiraz reddediliyor. "Bütün tanıklar dinlenmemiştir, yeni deliller elde edilmektedir, bunlara etki etme şüphesi vardır, vs vs." Yani her zamanki şablon.

Eylül 2012'de başvurucu hakkında 18 yıl hapis veriliyor, dosya halen temyizde.

Başvuru dilekçesinde iki temel dayanak var. Bunlardan birincisi, tutuklama gerekçesinin "kopyala + yapıştır" olması. Adli kontrol yöntemlerinden biri uygulanabilecekken, tutuklamanın hukuki gerekçesinin bulunmayışı. Diğeri ise, delil niteliği bulunmayan imzasız dijital evraklara dayanılıyor olması ve bu dijital evrakın gerçek olmadığı. Bundan bahsederken araya kararı veren mahkemenin tarafsız olmadığı da kondurulmuş.

Başvurucunun tutukluluğa ilişkin itirazları, zaman bakımından reddediliyor. Burada yavaş gidelim, işler karışmasın. Şimdi ilk olarak şunu hatırlamamız lazım, tutukluluk başka şeydir, hükümlülük başka. Hüküm, tutuklama kararını sona erdirir ve kişiyi artık hükümlü hale getirir. Yani tutukluluk haliniz bitti artık, siz hükümlüsünüz.

İşin karıştığı nokta bu. Normalde, dosya temyizdeyken siz ille içeride olacaksınız diye bir şey yok. Fakat karar celsesinde tutukluluk halinizin devamına karar veriliyorsa, siz temyiz sonucunu yine içeride geçireceksiniz demektir. Bu karar "tutukluğun devamı" kararıdır.

İşte başvurucu buna tutukluluk kararı diyorken, AYM hüküm olarak değerlendiriyor. Biraz kafa karıştırıcı bir durum. Bir anlamda başvurucu haklı, ortada kesin bir karar yok ve hükümlü sayılmamalı. Çünkü yargı süreci Yargıtay'da devam ediyor. Öte yandan, kesinleşmemişse de verilmiş bir hüküm de var. Hemen bakalım, AYM bunu nasıl açıklamış - sonra daha kısa da açıklayacağım:

"... kişi ... ilk derece mahkemesi kararıyla mahkum olmuşsa, mahkumiyet tarihi itibariyle de tutukluluk hali sona erer. Çünkü bu durumda kişinin hukuki durumu "bir suç isnadına bağlı olarak tutuklu" olma kapsamından çıkmaktadır ... Zira mahkumiyete karar verilmiş olmakla, isnat olunan suçun işlendiği, bundan failin sorumlu olduğunun sübuta erdiği kabul edilmekte ve bu nedenle sanık hakkında hürriyeti bağlayıcı cezaya ve/veya para cezasına hükmedilmektedir. Mahkumiyetle birlikte kişinin kuvvetli suç şüphesi ve bir tutuklama nedenine bağlı olarak tutukluluk hali sona ermektedir. bu açıdan mahkumiyet kararının kesinleşmiş olması ayrıca gerekmez. ... sanığın atılı suçu işlediği sabit görülmekte ve bu aşamadan sonra tutukluluğun dayanağı mahkumiyet hükmü olmaktadır."

Yani diyor ki, yargılanırken tutuklu olmanın gerekçesi, senin halen şüpheli olmandı. Suçu işleyip işlemediğin henüz sabit değildi ve biz seni henüz karar vermemişken içeride tutmak istemeyebiliriz. Fakat mahkeme kararı var ise, artık sen bu haltı yemişsindir. Yani içeride kalmanın dayanağı artık şüphe değil karardır. O yüzden de o tutukluluk, o tutukluluk değil.

Yalnız bu başvurucu biraz kadersiz. AYM, 23 Eylül 2012'den önce kesinleşmiş kararlara ilişkin başvuruları kabul etmiyor. Başvurucunun -itiraz edilen tutukluluğu sona erdiren- mahkumiyeti ise, 21 Eylül'de verilmiş. İki gün önce. Haliyle, bu başvurusu AYM tarafından zaman bakımından reddediliyor. Dikkatlerden kaçmasın.

Dijital belgelerle ilgili başvuru da, hukuk yollarının tükenmemiş olması sebebiyle reddedilmiş. Daha temyizi var bunun, nereye böyle? Oybirliğiyle red.

*
Valla bir karar daha var ama gerçekten yoruldum, kusura bakmazsanız. O da tutukluluk süresine ilişkin. İstanbul 10. Ağır Ceza, yukarıda da örneğinden söz ettik, "tutukluluğu her suç için yeniden başlatırım" demiş. AYM'de bunu reddediyor. Özü budur.

*
Tutuksuz günler,
Göksun.











17 Temmuz 2013 Çarşamba

Üçüncü Köprü'deki plan değişikliği hadisesi

Selam,

Üçüncü köprünün planlarında "ufak bir hata" olduğu ortaya çıktı biliyorsunuz. Ulaştırma bakanı, bu hatayı neredeyse "yol üzerinde kuş yollarına filan rastlayınca şeyapalım dedik..." gibi sözlerle açıkladı. Buyrun ilgili haber şurada: http://www.radikal.com.tr/turkiye/3_bogaz_koprusu_guzergahina_rotus-1141567#

Haberde göreceksiniz, 1/5000 ve 1/1000'lik planlardan bahsediliyor. İstedim ki hem bunların ne olduğunu anlatayım, hem de bunları anlattıktan sonra bakanın söyleminin garipliği iyice ortaya çıkmış olsun.

Şimdi arkadaşlar, normalde bir imar planı yapılacaksa bunu o planın yapılacağı yerin bağlı olduğu belediye yapar. Fakat malum, bu proje birden fazla ilçeyi ve hatta koca bir ülkeyi ilgilendiriyor. İşte bu tür planlar, doğrudan bakanlık yetkisinde. İmar Kanunu'nın 9. maddesine göre, bakanlık köprü planını kendisi yapıp kendisi bozabilir. Buraya kadar bir sıkıntı yok.

Bir an için, bu planın hiç Boğaz'la çevreyle filan ilgisinin olmadığını düşünelim. Alelade bir projeden bahsedeceksek, önümüzde bilmemiz gereken iki tür plan var:

Beşbinlik plan, "nazım imar planı" dediğimiz şey. Bu plan detaylı değildir, "anahat planı" olarak düşünülebilir. Daha yukarıdan bakar, nerenin yeşil alan nerenin yapılaşma alanı olduğunu filan belirler. Nokta atışı yapmaz.

Nazım imar planı her zaman "uygulama imar planı" ile birlikte gelir ki bu da binlik plan dediğimiz oluyor. Detayları ve neyin nasıl konumlanacağını bu plan belirler.

Hasılı, binlik plan zaten direkt olarak o projenin somutlaştığı plandır. Sen binlik plan yapıyorsan, zaten kuş yollarını ve su havzalarını bilerek konuşuyorsun demektir - yani olması gereken ve senden beklenen budur.

Fakat bu olaydaki binlik plan nerede ne olduğu bilinmeden yapılmışsa demek ki, birden kaynak sularına zarar verivermiş. Ya da belki kaynaklar bir gece ansızın yer değiştirmiş de olabilir, kim bilir. Neticede ülkede bir faiz lobisi gerçeği var.

Madem İstanbul Boğazı'ndan bahsediyoruz, o zaman açıp bakmamız gereken başka kanunlar da var. Örneğin, sadece İstanbul Boğazı'na özel apayrı bir kanun olduğunu biliyor muydunuz dostlarım? 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu, aslında 1983'ten beri hayatımızda.

Kanunun amacı, ilk maddede aynen şöyle açıklanıyor:

"Bu Kanunun amacı; İstanbul Boğaziçi Alanının kültürel ve tarihi değerlerini ve doğal güzelliklerini kamu yararı gözetilerek korumak ve geliştirmek ve bu alandaki nüfus yoğunluğunu artıracak yapılanmayı sınırlamak için uygulanacak imar mevzuatını belirlemek ve düzenlemektir."

Üçüncü maddede de bu alandaki planların genel esaslarına değinilmiş, ben sadece şu kısmını alıyorum ama aslında hepsi ilgili:

"e) Boğaziçi Alanındaki yapılar bu Kanun hükümlerine ve imar planları esaslarına göre yapılır, aykırı olanlar derhal yıkılır veya yıktırılır."

Kanunun tamamı için şuraya bakabilirsiniz: 
http://www.csb.gov.tr/turkce/index.php?Sayfa=sayfa&Tur=mevzuat&Id=22

Bitti mi, tabii ki bitmedi.

Boğaz, kendisine has bir kanunla korunduğu gibi Kültür ve Tabiat Varlıkları Kanunu ile de koruma altında. Bu kanunun üçüncü maddesine 2011 yılında yeni bir bent eklendi ve "doğal sit" kavramı tanımlandı. Şudur:

"“Doğal (tabii) sit”; jeolojik devirlere ait olup, ender bulunmaları nedeniyle olağanüstü özelliklere sahip yer üstünde, yer altında veya su altında bulunan korunması gerekli alanlardır."

Köprüye kurban verilmek istenen alanın ise 1995 yılından beri "doğal sit" niteliğinde olduğunu biliyoruz, zira Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun buna ilişkin kararı var. Yalnız tanım 2011'de gelmiş olmasına rağmen kavramın önceden beri kullanılıyor olması ilginç; demek ki yeniden tanımlanmaya ihtiyaç duyuldu.

Bir yerin kültür ve tabiat varlığı (kısaca sit alanı) olması demek, orada her istediğinizi yapamazsınız demek. "Bu eve çivi bile çakamazsın" muhabbeti aslında gerçek yani.

Fakat, bunu şu an konuyu araştırırken öğreniyorum, işin içinde iş var.

Biraz önce dedim ya, "doğal sitin tanımını neden te 2011'de yapmışlar ki" diye... Sebebi ortaya çıktı. Meğersem aynı tarihte, yani bu tanımı getirirken, kanuna bir madde eklemiş ve şöyle demişler:

"Taşınır tabiat varlıkları hariç tabiat varlıkları, doğal sit alanları ve bunlara ilişkin koruma alanları ile ilgili olarak bu Kanunda öngörülen iş, işlem ve kararlar bakımından görevli ve yetkili bakanlık, Çevre ve Şehircilik Bakanlığıdır."

Kısacası, adamlar "tabiatı senden öğrenecek değiliz" diyorlar. Koruma kurulu filan hikaye yani, bakanlık ne derse o olur. Fakat yine de, elimizin altında neyse ki hala altıncı madde var. Korunacaklar arasında şunu da saymış:

"Korunması gerekli tabiat varlıkları ile 19 uncu yüzyıl sonuna kadar yapılmış taşınmazlar"

Neyse bu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu işi biraz karıştırdı fakat özetle,

- Köprü güzergahı doğal sit alanıdır
- O yüzden özellikle korunması gerekir
- Fakat iktidar, 2011 yılında bir değişiklik yaparak bu alanlardaki inisiyatifi tekeline almıştır
- Bu son derece tehlikeli ve rahatsız edici bir durum olmakla birlikte, köprü güzergahı halen "korunacak yerler" arasında sayıldığı için her şey bitmiş değildir.

*
Tekrar Radikal'in haberine dönersek, görmüşsünüzdür, bakan "köprü güzergahında bazı mecburi sapmalar oldu" demiş.

Herhangi bir mimari projenin, hele ki İstanbul Boğazı civarındaysa, "kafaya göre" yapılamayacağını bilen insanlar olarak şunu soramaz mıyız: Sen evinin bahçesine çit mi dikiyorsun da inşaatı "biraz şuraya sapalım, şurada az sollu gidelim, belki şurada küçük bir avm vardır..." filan diye diye yapıyorsun?

İnşaat, gerekli değişikliklerin plana işlenmesi için durdurulmuşmuş. Abi resmen inşaatı başlatıp planı ona uydurmak bu ya, bu kadar aleni yapmayın bari ayıp ya.

*
Tüm bunların yanında, yine bu konuyu araştırırken evlerimize şenlik yeni bir yönetmelik buldum. Resmi Gazete'ye de aslında her gün bakarım ama demek ki o gün canım sıkkınmış, pek ilgilenmemişim.

2 Mayıs itibariyle "Tabiat Varlıkları ve Doğal Sit Alanları ile Özel Çevre Koruma Bölgelerinde Bulunan Devletin Hüküm ve Tasarrufu Altındaki Yerlerin İdaresi Hakkında Yönetmelik" diye bir yönetmeliğimiz var. Buyrun link: http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/05/20130502-13.htm

Ne olduğu birinci maddede açıkça yazıyor. Zahmet etmeyin ben özetleyeyim, devletin elindeki tabiat alanlarından para kazanma yönetmeliği. Kiraya verme, işletme, tahsis filan. Daha da özet geçeyim, bildiğimiz peşkeş yani. Zaten artık koruma kurulu filan da yok buralar için, yukarıda bahsi geçmişti, 2011'de direkt bakanlığa geçmişti karar yetkisi.

Yani hayatımız, aslında düşündüğümüzden de zor arkadaşlar. Tahliyelere seviniyoruz ama, aslında hepimiz farkında olmadığımız bambaşka parmaklıkların içindeyiz.

Bu arada yeri gelmişken, metro kullananlar görmüştür, bugünlerde bir özel üniversitenin reklam afişleri var merdivenlerde. "Gelecek umut dolu, çünkü ben tasarlıyorum" diyen genç bir kız ve oğlan var, arkalarında da tasarladıkları "umut dolu" gelecek. Pardon da, o özel üniversitenin sahipleri o afişi reklam diye koymaya hiç mi utanmamışlar? Öyle bir görsel ki, aman Allah'ım, griden başka renk ve nanometrik bir bitki dahi yok. Üstelik biz ağaç kestirmemek için başlayıp bambaşka ufuklara genişleyen bir hareketin 40 küsürüncü günündeyiz. Dalga filan geçiyorlar herhalde, yazık la kimin geleceğiyse...

Köprü hikayesi budur arkadaşlar. Çevresel ve hukuki değerlendirmeyi Şehir Plancıları Odası vaktiyle yapıp yayınlamış, buyrun 2010 tarihli "Üçüncü Köprü Değerlendirme Raporu," elinizin altında dursun:
http://www.spoist.org/dokuman/Raporlarimiz/spoist_3.koprurapor.pdf

Çok sevgiler ve bol yeşil günler,
Göksun

5 Temmuz 2013 Cuma

Basın İlan Kurumu'na şikayet dilekçesi örneği

Selam yeniden,

Basın İlan Kurumu'na Hasan Karakaya ile ilgili gönderilecek şikayet dilekçesini yazdım. Buraya dosya eklenip eklenmediğini bilmediğim için metni kopyalayıp yapıştırıyorum. Herhangi bir durumda, alıntılanan yerleri filan değiştirip metni somut olaya uygun hale getirerek buyrun tepe tepe kullanın.

BİK'e şikayetlerin sonucunda doğrudan yazara bir yaptırım uygulanmıyor. Fakat gazetenin birkaç gün reklam almamasına karar verilip gazetenin kendisinin maddi kayba uğraması sözkonusu oluyor.

KAV mail grubunda bu yazara karşı kullanılabilecek hukuk yollarını konuşurken, Tora (Pekin) "Bir gazeteyi hukuka uygun yapma yoluna zorlamak ile bir yazarı davalar yoluyla yazamaz hale getirmek arasında bir fark görüyor ve toplu dava açma fikrine sıcak bakmıyorum." fikrini belirtti. Son derece önemli bir ayrım bu, açıkçası ben bunu görememiştim. Dava fikrinden henüz vazgeçebilmiş değilim - ki zaten geçmesem ne fayda, açacak param yok - ama Tora'nın söylediğini gerçekten önemsiyorum.

Buyrun, BİK dilekçesi aşağıdaki gibidir - kopyala yapıştır yapınca biraz bozuk çıkıyor lütfen kusura bakmayın:

*

BASIN İLAN KURUMU YÖNETİM KURULU BAŞKANLIĞI’NA


Şikayet Dilekçesidir


Şikayetçi                    : ......................
                                   ..........................

Şikayet Edilen           : Yeni Akit Gazetesi
                                   Halkalı Cad. Siteler Sk. No.19 Bağcılar İstanbul

Konu                          : Şikayet edilen gazetede Hasan Karakaya imzasıyla 01/07/2013 ve 02/07/2013 tarihlerinde yayınlanmış olup www.yeniakit.com adresli sitede halen ulaşılabilir durumda olan yazıların şikayet edilmesi ve gazete hakkında yaptırım kararı verilmesi talebidir.

Açıklamalar               :


1.      Somut Olayın Özeti

Şikayet edilen gazetenin 01/07/2013 tarihli nüshasında, Hasan Karakaya’ya ait olan köşede “Türkiye, Brezilya, Mısır… Her Soruya Bir Cevabım Var!” başlıklı yazı yayınlanmıştır.

Anılan yazıda, 31 Mayıs 2013 günü başlayan Gezi Parkı eylemlerine katılan vatandaşlar hakkında aşağılayıcı ve hakaretamiz ifadeler kullanılmış olup, bu ifadelerin ulusal bir yayın organında kullanılmış olması son derece endişe vericidir.

Aynı yazar, aynı gazetede yer alan 02/07/2013 tarihli ve “Anaç Domuz ve Yavrularının Arasında Koyun Yaşar mı?” yazısında ise, bu kez Taksim’de bulunan tüm vatandaşlara ilişkin “manyak” ve “psikopat “ ifadeleri kullanmıştır.

Kullanılan ifadeler ve hukuka aykırılık sebepleri aşağıda açıklanmıştır. Görüleceği üzere, kurumunuzun 195 sy. Kanun’un 49. maddesi uyarınca şikayet edilen tarafa yaptırım uygulamasını talep etmek zorunlu hale gelmiştir.


2.      Şikayet Konusu İfadeler

01/07/2013 tarihli yazıda,

“Orası, “Tahrir” değil de, sanki “Taksim” meydanı... Çünkü Taksim’deki “embesiller” de aynı sloganı atıyorlardı;
“Taaayip istifa!”
Ulan “salak oğlu salak”lar;
Tayyip Erdoğan veya Mursi, ya da Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff istifa edince kim gelecek yerine?..
Ya “asker” gelecek,
Ya da “ara hükümet” kurulacak...”

Hem “Demokrasi” diyeceksin, hem “Demokratik tepki hakkımı kullanıyorum” diyeceksin, hem de polise taş ve molotof atarken yüzünü “maske” ile gizleyeceksin!..
Ulan “köpek oğlu köpek!”
Ulan pezevenk!..
Ulan kaltak!..
“Demokratik hak”ların “taş”larla, “mo-lotof”larla, “tabanca” ve “bıçak”larla istendiği nerede görülmüş?.
Hem saldırıyorsun, hem de “Anneee!.. Polis beni dövdü” diye ciyaklıyorsun!..
Polis niye dövdü seni?..
Nerede dövdü?..
“Çay bahçesi”nden dönerken mi dövdü, yoksa “kütüphane” veya “piknik”ten dönerken mi?..
Ulan, yolda yürüyen adamı polis niye dövsün, niye tazyikli su sıksın?.

01/07/2013 tarihli yazıda ise,

Ulan, “psikopat”ları öldürmeye kalksan, Taksim’de adam mı kalırdı?..
Hepsi manyak,
Hepsi psikopat!..

ifadeleri kullanılmıştır.


3.      Hukuka Aykırılık Sebepleri

Yukarıda alıntılanan birinci yazıda, hükümetin istifa etmesini isteyen insanların tamamının embesil ve salak olarak nitelendiği zaten izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Hükümetin istifasını talep edip etmemek her kişinin kendi karar vereceği öznel bir karar olup, bu özelliği embesillik veya salaklıkla bağdaştırmak hukuken veya ahlaken açıklanamaz.

Embesil ve salak, gerek kullanım şekli gerekse Türk Dil Kurumu’nun verdiği anlamları itibariyle, hakaret ve aşağılama amaçlı kullanılan kelimelerdir. Hükümetin istifa etmesini veya hükümet yerine muhtelif yönetim birimlerinin kurulmasını talep etmek, yazarın kişisel siyasi görüşü ile elbette ki bağdaşmayabilir, fakat bu bağdaşmama halini aşağılayıcı bir dille ifade etmek hukuken korunmamalıdır. Aksinin kabulü, mevcut bir işleyişin sona ermesini isteyen veya bu işleyişten memnun olmayan hiçkimsenin akıl sağlığının yerine olmadığının da kabulünü gerektirir.  

Aynı yazıda, demokratik hak kullanımı esnasında yüzüne maske takmaya mecbur kalmış insanlara bu dilekçede tekrar etmekten bile kaçınılan birtakım hakaretlerde bulunulmuştur.

Her ne kadar hakaretlerin polise taş veya molotof atan kesime yönelik olduğu öne sürülebilecekse de,

-          Demokratik hak kullanımı, polise taş ve molotof atılmasıyla bağdaştırılmış ve haklarını kullanan insanlar sanki böyle eylemlerde bulunuyormuş gibi bir algı yaratılmıştır.

-          Gezi Parkı eylemlerinin polis tarafından ne şekilde bastırılmak istendiği, kanaatimizce tarafınızın da malumudur. Son derece yoğun olarak biber gazı kullanıldığı bilinmekte ve zaten ilgili idareler tarafından da teyit edilmektedir. Şu durumda, taş atsın ya da atmasın, hatta eyleme katılsın veya katılmasın, iş, konaklama, o bölgede yaşıyor olma ya da eyleme katılma sebeplerinden hangisiyle olursa olsun o an Taksim’de bulunan herkesin maske takmak zorunda olduğu açıktır. Bu itibarla, maske takan herkesi direkt olarak taş atma veya molotof atmayla ilişkilendirmek basın ahlak ilkelerine aykırı olduğu gibi, TCK anlamında suç isnadı da oluşturmaktadır.

-          Yazıda, polisin dövdüğü insanlardan sanki bu davranışı hak etmişler gibi söz edilmiştir. Öncelikle, polisin hiçbir hal ve şartta vatandaşı dövme hak veya yetkisinden söz edilemez. Polisin vatandaş üzerindeki fiziksel yetkisi, kanuni koşullara uymak kaydıyla yakalamaktan ibarettir.

Polisin hiçbir şekilde, kişi ister yazarın belirttiği gibi taş atmış ya da çay bahçesinden çıkmış olsun, vatandaşı dövme yetkisi asla yoktur ve olamaz. Yazıda ise, sanki eylemciyi dövmek polise verilmiş bir hak gibi gösterilmiş ve şiddet meşru kılınarak halkı bu şiddete özendiren bir dil kullanılmıştır.

Kaldı ki, asla kabul anlamına gelmemek üzere belirli insanlara şiddet gösterilebileceği düşünülse bile, polisin bu ayrımı nasıl yaptığının yazar tarafından izah edilmesi gerekir. Kişinin “suçlu” sıfatını edinmesi, ulusal ve ulusalüstü tüm hukuklarda kesinleşmiş bir yargı kararını gerektirir. Ortada değil karar, başlamış bir adli süreç bile yokken polisin insanlara şiddet uygulamasını meşru göstermek, en hafif ifadesiyle hukuksuzluğun yüceltilmesidir.

Şiddetin meşrulaştırılması konusunda son olarak söylenmelidir ki, anılan olaylara ilişkin pek çok video kaydı ve görüntü mevcuttur. Bu görüntü ve kayıtlarda, polisin elinde hiçbir suç unsuru bulunmayan ve hatta eyleme destek vermekte dahi olmayan insanlara da şiddet göstermiş olduğu sabittir. Yazıda ise, hem bu kişilere küfürler edilmiş ve suç isnadında bulunulmuş, hem de eyleme katılmış olsun ya da olmasın, bölgedeki insanlara kullanılan şiddet meşru gösterilmiştir.

-          Bu yazıyla ilgili bir diğer husus, ulusal yayın yapan bir organda halkın bir kesiminin aşağılanması ve birtakım küfürlerin açıkça ifade edilmiş olmasıdır. Bu durum basın ahlak ilkelerine tek başına aykırılık teşkil etmekte olup, konuya aşağıda ayrıca değinilecektir.

Şikayet konusu ikinci yazıda ise, yine hiçbir ayrım gözetilmeksizin, Taksim’de bulunan bütün insanların manyak ve psikopat olduğu son derece net olarak ifade edilmiştir. Tekrardan kaçınmak adına, kişileri yaftalamak ve itham etmek bağlamında yukarıdaki beyanlara atıf yapmakla yetinilmektedir.


4.      Şikayet Konusu İfadelerin 129 sy. Genel Kurul Kararı Kapsamında Değerlendirilmesi

195 sy. Kanun’un 49. maddesinde yer alan Basın Ahlak Esasları, 18/11/1994 tarihli ve 129 sy. Genel Kurul Kararı ile belirlenmiştir. Bu esaslar ilgili kararın 1. maddesinde 17 bent halinde sıralanmış olup, şikayet konusu yazılar 5 tanesini doğrudan ihlal eder niteliktedir.

129 sy. Genel Kurul Kararı’yle belirlenen ilkelerden,

-          md.1/1-c’ye aykırı olarak suçsuzluk ilkesi ihlal edilmiş,
-          md.1/1-e’ye aykırı olarak şiddet özendirilmiş ve meşru gösterilmiş,
-          md.1/1-h’ye aykırı olarak ahlaka aykırı yayın yapılmış,
-          md.1/1-ı’ya aykırı olarak aşağılayıcı sözcükler söylenmiş, hakaret edilmiş, sövülmüş, iftira ve haksız isnatta bulunulmuş,
-          md.1/1-k’ya aykırı olarak kişiler kınanmış, aşağılanmış, vicdan düşünce ve anlatım özgürlükleri hukuka aykırı şekilde sınırlanmış, sarsıcı veya incitici yayın yapılmıştır.

Hal böyle olunca, anılan yazılara ilişkin olarak kurumunuza başvurmak zorunlu hale gelmiştir.


Sonuç ve İstek           :

Yukarıda gerekçesi açıklandığı üzere, Yeni Akit gazetesinde yukarıda belirtilen tarih ve başlıklarla yayınlanmış ve www.yeniakit.com adresinden de hala ulaşılabilir olan yazılar sebebiyle, şikayet edilen Yeni Akit gazetesinin 195 sy. Kanun’un 49. maddesinde yer alan Basın Ahlak Esasları Hakkında Genel Kurul Kararı’nın md.1/1-c, e, h, ı ve k’ya aykırı yayın yaptığının kabulü ile şikayet edilen hakkında 49. maddede yazılı en ağır yaptırım kararının uygulanmasına karar verilmesini saygı ile talep ederim. 08/07/2013

Şikayetçi
.......................




4 Temmuz 2013 Perşembe

Karakaya konusunda gelen eleştirilere cevaplar

Selam herkese,

Üç gündür Hasan Karakaya'ya takmış durumdayım, hukuk yollarını kurcalayıp duruyorum. Aklımdakiler başka hikaye şimdi ona girmeye gerek yok, ben dün baroya yazdığım yazının hesabını vereyim...

Önce, hala okumayanlar varsa, yazıların linki aşağıda. Bu yazıya, HK'yı okuduktan sonra devam edin.

- Embesil, pezevenk, kaltak vs: http://www.yeniakit.com/turkiye-brezilya-misir-her-soruya-bir-cevabim-var-2006yy.htm

- Psikopat: http://www.yeniakit.com/anac-domuz-ve-yavrularinin-arasinda-koyun-yasar-mi-2020yy.htm

Embesil kelimesinin bir iltifat gibi kaldığı yazısından sonra, aklıma ilk olarak Orhan Pamuk içtihadı geldi. Madem "Bir milyon Kürt öldürüldü" ifadesi sebebiyle her bir TC vatandaşı olarak tazminat talep edebilme hakkımız vardı, o zaman Gezi eylemlerine katılan her bir vatandaş olarak HK'ya da dava açabilmeliydik.

Fakat malumunuz, artık dava açmak sadece parası olana tanınmış bir ayrıcalık haline geldi. Bilmeyenlere açıklayayım, eskiden dava açmak pahalı bir şey değildi. Talep ettiğiniz tazminat nispetinde bir nisbi harç öderdiniz, çok yüksek olmayan ayrı bir standart harç da vardı, davanız böylece açılmış olurdu. Eğer tanık, bilirkişi, keşif vs. gibi masraf kalemleriniz olacaksa, bunlar yargılama sürecinde ayrıca ödenirdi. Eğer ödenemezse hakim size yeniden süre verebilirdi, yine ödenmezse ancak o zaman sıkıntı olurdu. İki duruşma arasının ayları bulabildiği düşünülürse, size verilen süre de hiç yetersiz sayılmazdı.

Yeni Hukuk Muhakemeleri Kanunu bunu değiştirdi. Artık davaları açarken, müstakbel masraflarınızın tümünü bir defada vermeniz gerekiyor. Yani 5-10 liralık bir dava için bile, tanık masrafı, bilirkişi ücreti, davetiyeler bilmem ne derken 800 lira filan ödemekle yükümlü oluyorsunuz. "Şimdi elim dar, ben davayı açayım da, bilirkişi ücretini dava o aşamaya gelince yatırırım" diye bir dünya kalmadı. Bilirkişi aşamasına ise davayı açtıktan 1 sene sonra filan gelindiği düşünülürse, siz önümüzdeki tüm senelerin parasını daha ilk günden yatırmış oluyorsunuz yani. Saçma ama evet.

Ben de düşündüm ki, eğer HK'ya tazminat davası açılacaksa bunu biz yapamayız. Çünkü hiç kimse o kadar masrafa girebilecek durumda değil. O zaman dedim, bunu Baro yapsın. İşi bu değil mi, vatandaşın hukukunu korumak? Bunu şimdi yapmayacaksa ne zaman yapacak? (Baronun Gezi sürecindeki durumun eleştirisi için lütfen bakınız: http://koridorda.blogspot.com/2013/06/gezi-olaylarnda-barosuzluk.html

Baroya dilekçe yazdım. Özetle dedim ki, böyle bir sıkıntı var ve bunu giderin. Buyrun o dilekçeyi de şuradan indirebilirsiniz: http://dosya.co/download.php?id=51D439B51

Konuyu Katılımcı Avukatlar'la ve Yoğurtçu Hukuk'la da paylaştım. KAV'dan Akın Abi (Atalay) bana başka bir yol önerdi ve o yoldan da gideceğim, bilahare konuşuruz. Fakat mail grubundan, o yazıların da özgürlük kapsamında değerlendirilmesi gerektiği, Aziz Nesin'in daha bile ağır konuşmuş olduğu gibi yönlerden eleştiriler geldi.

Yoğurtçu mail grubunda ise, Orhan Pamuk kararının kullanılmasının meşruiyetini sorgulandı ki doğrudur, bunu ben de düşünmedim değil.

Gelen tüm eleştirilere cevap verirsem, hukuk yolunu neden bu kadar önemsediğimi de ifade etmiş olurum diye düşünüyorum.

1. Orhan Pamuk kararını kullanmak uygun mu gerçekten? O zaman bu kararı meşru kabul etmiş olmaz mıyız?

Yerinde bir endişe, bu benim de aklıma geldi. Fakat madem böyle bir karar var, madem hukuk bu şekilde kullanılabilen bir şey, bu kullanımı neden yandaşa da doğrultmayalım? Egemen, kendi silahıyla vurulmuş olmaz mı? Hatta belki içtihatın değişmesine yol açar ve hayırlara vesile oluruz.

2. Fikir özgürlüğüne inanan insanlar olarak bunu dava konusu etmeli miyiz?

Fikir özgürlüğü soyut bir şey, sınırını hiçbirimiz spesifikleştiremeyiz diye düşünüyorum. Fakat eğer bu yazı özgürlük kapsamında kalacaksa, o zaman TCK'daki bir sürü suç tanımının kalkması ve medeni hukuktaki tazminat sebeplerinin değişmesi lazım. Hakaret, sövme, suç isnadı, nefret söylemi, halkı kin ve düşmanlığa tahrik... Bunları tümden kaldıralım. Kişiliğin korunması hükümlerini elden geçirelim. Haksız fiilleri sadece fiziki zarar verenlere indirgeyelim. Ondan sonra bana diyin ki bu yazı hukuka uygundur.

İnsanların insanlara pezevenk deme hakkı vardır ve olmalıdır, bir Adanalı olarak inanın ki bu hakkımın tamamen peşindeyim. Fakat bir gazete köşesinden toplumun başka bir köşesine kin kusulması da karşılıksız kalmamalı. Ne yapayım şimdi, madem "Allah kitap çekmek" benim yerel kültürümün bir parçası, ben de bir gazetede köşe edinip çeviklere mi saydırayım mesela? "Biz Adana'da sinirlenince böyle şeyler söyleyebiliyoruz, gerçekten yapacağımızdan değil ama işte lafın gelişi..." mi diyeyim? Eheh harbiden diyeyim mi la, çok eğleniriz :)

Eğer bu adam bize ettiği küfürleri yine saklamadığı ama bunu düzgün ifade ettiği başka bir yazı yazmış olsaydı, bu kadar konuşmuyor olabilirdik. "Adamın biri apır sapır konuşmuş işte..." denip geçilebilirdi. Fakat resmen üzerine kusulmuş durumdayız, ortada susup oturmamızı gerektirecek bir yazı göremiyorum. Kaldı ki HK adamın biri de değil, akil insan. Gerçi akil'in başında bir harf eksik gibi ama...

Hep şikayet ediyoruz ya, "hukuku silah olarak kullanıyorlar" diye. Bu yapılan da işte o. Adam, biliyor ki fikir özgürlüğü vesaire filan, al o zaman diyor. Al sana özgürlük. Biz ise hukuku hep savunma aracı olarak kullandık, belki de hatamız buydu.

3. Aziz Nesin daha da fenasını söylemişti.

Söylesin, ne yapayım? Aziz Nesin ya da "sevdiğimiz" başka biri de diyorsa, o laf illa ki doğru mudur?

Malum yüzdeli ifadesinin geçtiği beyanın tümünü bilmiyorum. Nasıl bir bağlam ve üslup kapsamında olduğunu değerlendiremem. Fakat ister fikir beyanı diyelim ister nefret söylemi, açıkçası ben o sözü şimdi duysam ona da tepki verirdim. Ama bu tepkim elbette ki otel yakmak şeklinde olmazdı, efendi gibi gider ihtar çekerdim:

"Sayın Aziz Nesin,

İfadenizde belirtmiş olduğunuz yüzdelerin nasıl belirlendiği ve kimin hangi kısma dahil olduğunun belirlemesinin nasıl yapıldığı konusunda kamuoyuna derhal bilgi vermenizi ve tarafımın hangi yüzdelik dilimde olduğunun gerekçeleriyle açıklanmasını talep eder, aksi halde aleyhinizde her türlü hukuki yola başvurulacağını saygı ile ihtar ederim."

Nasıl? :)

Yani ben sorunu tepki göstermekte değil, bunun şeklinde buluyorum. Adamın biri hepimize embesil deyip ortaya pezevenk, kaltak filan gibi sözler sallıyorsa, buna elbette ses çıkarmalıyız.

4. Adam pezevenk diye sana dememiş ki, polise taş atanlara demiş. Bu gocunmak nedir, yoksa yaran mı var?

Ne münasebet? Bir kere,

a. Taş molotof vs. olaylarını gördük arkadaşlar, kimin ne yaptığının takdirini size bırakıyorum.
b. Velev ki molotof atıldı... Bu başka bir suçtur, küfretmek başka. Burada karşı olunan şey, molotoftan bağımsız olarak, basın organlarının küfür ve aşağılama amaçlı kullanılamaması.
c. Yine diyelim ki molotof atıldı. Ne yapalım, bu insanları pezevenk ve kaltak diye küfrederekten tecrit mi edelim? Polise taş atan çocuk kimin çocuğu? Neden yaptı bunu? Taş atılması "kendiliğinden" mi gelişti? Polis bizim dostumuz arkadaşımızdı da biz mi kıymet bilmedik? Polis dediğin adam, kendisine uzattığın karanfile bile bakamayıp gaz bombasıyla cevap veren biri değil mi?
d. Kaldı ki hepimiz Taksim'deydik, yüzümüzü hepimiz kapattık çünkü o esnada gaz yiyorduk. Biz birtakım psikopat pezevenkler ve kaltaklar.

Benim bu konuda söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Bugün bu konuda birtakım dilekçeler yazacağım, sonuçtan haberdar ederim.

Hörmetler,
Göksun.

2 Temmuz 2013 Salı

Muhalefetin işimize yarayacak kanun teklifleri

Arkadaşlar selam,

Gündemde olan MİT Kanunu'nun metnini görmek için tbmm.gov.tr'ye geçen hafta baktığımda, öyle bir teklif/tasarı görünmüyordu. Biraz önce tekrar baktım, yine göremedim. Öncelikle şunu belirteyim, eğer varsa ama ben görememişsem, lütfen haber verir misiniz? O kadar haber oldu, bir bakalım neymiş ne değilmiş.

Teklif/tasarı listesinde takip etmek isteyeceğim bazı değişiklikler buldum. Geçtiğimiz günlerde bunlara dair karar verilmiş de internet sitesi güncellenmemişse onu bilemem; fakat şimdilik durum şudur:

1. Terörle Mücadele Kanunu

Sezgin Tanrıkulu imzasıyla sunulan teklifte, TMK'nın 10/e bendinin kaldırılması öngörülüyor. Gerekçe, savunma hakkının kutsallığı ve avukatlık onurunun korunması.

Kaldırılması istenen bent: "e) Gözaltındaki şüphelinin müdafi ile görüşme hakkı, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine, hakim kararıyla yirmidört saat süre ile kısıtlanabilir; bu zaman zarfında ifade alınamaz."

13 Haziran itibariyle adalet komisyonuna havale edilmiş.

2. Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu

Sezgin Tanrıkulu, Gürsel Tekin, Atilla Kart, Ensar Öğüt ve Veli Ağbaba tarafından sunulmuş. TMK 6 ile TCK 215, 218, 220/6 ve 220/8, 285, 288, 301 ve 308'in kaldırılması öneriliyor. 28 Haziran'da adalet komisyonuna gönderilmiş.

"TMK 6: "İsim ve kimlik belirterek veya belirtmeyerek kime yönelik olduğunun anlaşılmasını sağlayacak surette kişilere karşı terör örgütleri tarafından suç işleneceğini veya terörle mücadelede görev almış kamu görevlilerinin hüviyetlerini açıklayanlar veya yayınlayanlar veya bu yolla kişileri hedef gösterenler bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Terör örgütlerinin; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösteren veya öven ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik eden bildiri veya açıklamalarını basanlar veya yayınlayanlar bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Bu Kanunun 14 üncü maddesine aykırı olarak muhbirlerin hüviyetlerini açıklayanlar veya yayınlayanlar bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Yukarıdaki fıkralarda belirtilen fiillerin basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde, basın ve yayın organlarının suçun işlenişine iştirak etmemiş olan yayın sorumluları hakkında da bin günden beş bin güne kadar adli para cezasına hükmolunur."

(Başlığı açıklayıcı olan maddelerin sadece başlığını vereceğim kusura bakmazsanız, yoksa çok uzayacak.)

TCK 215: Suçu ve suçluyu övme

TCK 218 - Kamu barışına karşı suçlarda ortak hüküm: "Yukarıdaki maddelerde tanımlanan suçların basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranına kadar artırılır. Ancak, haber verme sınırlarını aşmayan ve eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz."

TCK 220/6 - Suç işleme amacıyla örgüt kurma maddesi: "Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi, ayrıca örgüte üye olmak suçundan da cezalandırılır. Örgüte üye olmak suçundan dolayı verilecek ceza yarısına kadar indirilebilir. Bu fıkra hükmü sadece silahlı örgütler hakkında uygulanır."

(Kişisel not: Bu nasıl maddeymiş harbiden ya? O zaman direkt örgüt üyesi olunsun madem. Hem aynı cezayı al hem üye olma, var mı la öyle üç kuruşa beş köfte?)

TCK 220/8 - "Örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır."

(Bir kişisel not daha: Ahah şimdi siz "Bundan ne istemişler ki?" diyecek olabilirsiniz. Cevap vereyim. Şimdi biz Geziciler örgütüz ya hep, eğer bizim tweet'leri rt ederseniz siz de örgütten alınmayın diye.)

TCK 285: Soruşturmanın gizliliğini ihlal (Kendi hakkınızdaki dosyayı görebilmeniz açısından.)

TCK 288: Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs (Bu konu hassas, üzerinde düşünmek lazım ama şu an düşünemiyorum kusura bakmayın.) (Acıktım çünkü.)

TCK 301: Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama (Suç bulamayınca üretilecek bahanelerin temel dayanak maddesi.)

TCK 308: Düşman devlete maddi ve mali yardım (Bu madde durdukça sen savaşta olunan ülkedeki kuzenine selam bile veremeyeceksin.)

3. Emniyet Teşkilatı Kanunu

On milletvekilinin imzasıyla sunulmuş. Özetle deniyor ki, çevik kuvvetlerin sicil numaraları, üniformalarının sırt ve göğüs tarafında 15*25 cm, kol ve bacakların ön ve arkalarında 5*8 cm, kasklarda ise 8*15 boyutlarında yazılsın.

28 Haziran'da içişleri komisyonuna gönderilmiş.

4. Gezi Parkı'na anıt yapılması hakkında kanun:

Süleyman Çelebi imzasıyla sunulmuş. Özetle, direnişte ölen kardeşlerimiz için parka bir anıt yapılması öneriliyor.

28 Haziran'da milli eğitim, kültür gençlik ve spor komisyonuna havale edilmiş. Bu da ne güzel komisyonmuş böyle, şeyi andırıyor, yer bulunamayan küçük şeyleri bir kutuya itelersiniz ya. Öyle.

5. İş Kanunu'nda mobbing değişikliği:

Erol Dora diyor ki, mobbing'i artık İş Kanunu'na da alalım. İşveren, bunu takip etmek ve önlemekle yükümlü olsun. (Metin ctrl c'ye uygun değil, o yüzden alamadım kusura bakmayın.) 21 Haziran'da sağlık, aile, çalışma ve sosyal işlere gönderilmiş. Bir İkea kutusu komisyon daha.

Yalnız teklife bir eleştirim var, zira son derece doğru olmakla birlikte eksik. Mobbing, işçi açısından haklı fesih sebebi olarak açıkça düzenlenmeli (yani 25. maddedeki ifadeyi daha bir açmak düşünülebilir) ve ayrıca fesih öncesi bir tazminat sebebi de olmalı. Bunun için Borçlar Kanunu'na veya feshe gitmeden, sözleşme devam ederken ve direkt İş Kanunu'ndan çözüm bulabilmeliyiz. Ayrıca mahkeme kararı akabinde işverene idari yaptırımlar da olmalı vs vs.

6. Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu

Teklif Ertruğrul Kürkçü'den. 19 Haziran'da içişlerine gönderilmiş.Gözyaşartıcı gaz ve tozların yasaklanmasını öngörüyor.

*
Listede sayyyfalar dolusu tasarı ve teklif var fakat gündem itibariyle bizim işimize yarayacak olanlar bunlar.

Yanılmıyorsam, yukarıda adı geçenler arasında bir AKP'li yok. Nelerle uğraşıyorlarsa artık...

Sevgiler çok,
Göksun.

26 Haziran 2013 Çarşamba

gezi olaylarında barosuzluk

selam,

sabah gezi duruşmasına girdim. bir davanın asıl avukatı, bir de arif (nihat alpsoy) vardı. konuşmaları onlar yaptı, ben bir yandan davacı vekili tarafında +1 oldum bir yandan da idari süreci tamamen dinleyip öğrenmiş oldum. duruşmaya sırf bunun için bile girmeye değerdi bence.

bu "öğreniş" zaten yeterince asap bozucu bir şey. elinizde kapı gibi deliller var, ama yargı sonucunu umutla bekleyemiyorsunuz.

derken işe geldim, ben yokken feysbuk'larda neler olmuş diye bakarken sezer'in paylaşımını gördüm. ethem'in katili, mahkemeye zaten "ceza almayacak şekilde" sevk edilmişmiş. yani meşru müdafaada sınırın aşılması meselesi zaten sevkin kendisinde olan bir şeymiş.

yani yine güzel bir güne daha uyandık.

dün gece ise, başka bir güzel geceye uyumuştuk. çhd'nin çağrısıyla akşam orhan adli apaydın'da toplanıldı. salon tıklım tıklım değildi ama sayı yine de fena sayılmazdı. toplanmanın amacı "bundan sonra ne yapılabilir" konusunu konuşmaktı, fakat o kadar avukat bir araya gelince ortaya somut şeylerin çıkması her zaman kolay olmuyor. zira laf uzatmak bizim işimiz.

sezer'le yedi buçuğa doğru gidip yanılmıyorsam 10'a doğru çıktık. o kadar zaman içerisinde bir arpa boyu yol gidilememişti. yolun gidilen kısmından ise anlayabildiğim iki hakim görüş var; ben ikisine de katılıyorum:

1. şu an gezi konusunda çok farklı hukuki çalışmalar var, bunların koordine edilmesi lazım.
2. baro yine yap-madı yapacağını.

ilk konuya kısaca değinirsek; biliyorsunuz şu an çhd, ihd, ibrahim kaboğlu'nun bulunduğu ama adını unuttuğum başka bir grup ve gezihukuku.org birbirinden bağımsız çalışıyorlar. tabii bir de baronun cmk servisi var. kimin ne yaptığı belli değil, ortalık karman çorman. artı, genç meslektaşların büyük kısmı insanlara emniyet aşamasında yardımcı olacak bilgi ve deneyime sahip değil.

genç arkadaşlara mesleki eğitim verilsin, bu grupların koordinasyonu sağlansın vs gibi öneriler geldi ki bence de anlamlı olan bu. fakat burada, mesleki eğitim alacak arkadaşların da "bilmediklerini" itiraf etmeleri lazım. sezer'den duyduğum; "ben cmk biliyorum, bu işlerden anlarım" deyip de emniyete gidince kalakalan insanların bulunduğu. yapmayın böyle arkadaşlar. bilmiyorsanız bilmiyorsunuzdur, grup halinde gidin, yönlendirmeye uyun, ne bileyim, insanları kendinize güvendiriyorsanız bunun arkasında durun. ayıp. ben bilmiyorum mesela, savcılık-mahkeme sürecini takip ederim ama emniyet aşamasında tecrübem yok.

koordinasyon kurulu gibi bir şey oluştu mu bilmiyorum, sonuna kadar kalmadık biz. lütfen bize sorumsuz demeyin, oraya yol alınması için çağrılmış olan avukatların ıssssrarla "şu oldu bu oldu" diye anlatmaları insanı canından bezdiriyor. ya arkadaş kimse oraya senin yaşadıklarını dinlemeye gelmedi çünkü onları az çok herkes yaşadı. kahramanlık atışmasına değil, şimdi ne olacak diye konuşmaya geldik. ama yok, ille herkes bir kalkıp olan biteni kendi gözünden anlatacak. çünkü o arkadaş meydandayken biz ekvatorda tatildeydik. her neyse.

ikinci konuya gelirsek; orada dumurlardan dumurlara gark oldum.

baronun bu süreçte olması gereken yerde durmadığını zaten biliyoruz. ben barodan çok revirlerde bulunduğum için neler döndüğüne diğer arkadaşlar kadar  tanık değilim, fakat oluşan kaosun farkında olmak için baroda konaklamak gerekmiyor. buna rağmen, kriz masasının te 10. günde kurulduğunu bilmiyordum mesela. ilk günlerde "yardım için baronun avukat hakları merkezini arayınız" şeklinde dönen tweet'lere anlam verememiş ve bunu arızi bir şey olarak düşünmüştüm, meğersem baro bu işi gerçekten de ahm üzerinden yapmaya niyetlenmişmiş. cmk uygulama servisi ne doğru düzgün bir eylem planı hazırlamış ne bir şey, terörle mücadeleye bu konuda hiçbir tecrübesi olmayan arkadaşlar görevlendirilmiş - ya da görevlendirilecek olmuş, bundan tam emin değilim. dünkü toplantıda dahi yoktu baro; saat 9'a doğru lutfen hasan kılıç teşrif etti. gerçi kendisini tanımam etmem, şimdi hakkında olumsuz konuşmuş gibi olmak da istemem. fakat bendeki algı budur.

bu arada unutmadan, oluşturulan masada da zaten çhd'liler çalıştı daha çok - hatta belki hep.(gönüllüler ayrı. listede adı yazan neredeyse 1000 avukat varmış, allah razı olsun. aktif çalışan 300'e yakın kişi hakkında ise istatistiki bilgim yok.)

eğer bu konuda hukuki bir süreç ya da yardım operasyonu başlatılacaksa, öncelikle bu baronun değilse kimin görevidir? yukarıda saydığım bir sürü hukuki oluşumun, baro çalışsaydı ne gereği olurdu?

hadi diyelim ki, baro geç uyandı, ya da erken uyanmışsa dahi o oluşumlar yine ortaya çıktı. mümkün. arkadaş bunların koordinasyonunu sen sağlayacaksın? işin bu? ama yok.

istanbul tabip odası'nın hekimlere nasıl sahip çıktığını, düzenli olarak raporlar sunduğunu, sokaklara döküldüğünü gördük. bizde öyle örgütlü bir direniş olmadı, neyse ki çhd vardı da kendimizi bir meslek grubunun içinde bulabildik.

hani adliye içinde avukat gözaltıları olmuştu ya, ertesi gün gittik baronun "dışında" protesto ettik. dışında olması önemli, çünkü aslında genel kanı içinde yapılması gerektiğiydi. çünkü avukatın yeri, adliyenin içiydi. fakat başkanımız dışarıda olmamızı daha uygun görmüş.

efendime söyleyeyim, başkan bey o toplanmada esti yağdı gürledi, mangalda kül bırakmadı, şöyledir de böyledir de... güzel de konuştu, kendi kendime tebrik etmiştim. hatta "ya başkan, şu tavrı önceden de görseydik olmaz mıydı..." diye düşündüm. çünkü biliyorsunuz, bizim başkan ancak silivri'den bahsedilecekse ortaya "gerçekten" çıkar.

fakat dün, özgürlükçü hukukçular derneği başkanı av. fırat epözdemir dedi ki, meğer başkan o gün kendisinden sonraki çhd ve öhd konuşmalarını dinlememiş bile. kendi konuşması biter bitmez, diğer grupları dinlemeden meydanı terk edip gitmiş. buyrun size çok sevdiğiniz demokrasi kahramanı; yalnız kendisi "sahneyi paylaşırsa ölecek" hastalığından muzdarip.

fırat bey'in diğer söylediği ise iyice vahim. başkanın ""biz savcı olsak adliye içinde gözaltı kararı vermeyecek miydik" dediğini aktardı. vallahi böyle aktardı, aha sezer başta olmak üzere tüm salon şahit.

fırat bey'in gerçeğe aykırı konuşacağını tek bir an düşünmüyorum. belki, o da inanmadığım değil sırf hukukçunun mutlak bir dil kullanmaması gerektiğini düşündüğüm için, yanlış anlamış olabileceğini düşünebilirim. fakat eğer doğru anladıysa ve ben de onu doğru anladıysam, kendimi "işte o gün biz kendimizi bu başkana temsil ettirdik, bunu diyebilen birini alkışladık. desteği bu fikrin çıktığı bir zihinden bekledik. çok bekleriz." demekten alıkoyamıyorum. malum, başkanımız "fotoğraf seçmek" konusunda sabıkalıdır. şurada okuyabilirsiniz: http://koridorda.blogspot.com/2012/10/2012-genel-kurulu-bir-fotografn-hikayesi.html

neyse biz sezer'le çıktık salondan. aslında sezer sigara içmek istediği için çıkmıştık ama olay birden rakıya gitmeye döndü. ismail (o an tanıştığım çhd'li hemşerim) beni de davet etti sağolsun, ipek sokak'ta adana il sınırı'na gittik. orayı bilahare anlatacağım, satır arasına sıkıştırmak istemiyorum. zira adana dışında o kadar güzel kebap ve şalgam bulmak imkansıza yakın. bundan sonra benim kebapçım adana il sınırı'dır.

masada konuşulana göre, gezi sürecinde gözaltı ve tutuklamadan 900'e yakın kişi kurtarılmış. sayının çokluğu insanı mutlu ettiği kadar hüzünlendiriyor da.

avukat olmak konusunda, te gezi'nin ilk günlerinde fatoş "biz emniyete gidene kadar adamları zaten dövmüş oluyorlar." demişti. haklı. bu bizim mevcut durumu değiştirmekte ne kadar yetersiz olduğumuzu gösteren şeylerden biridir.

dün de yine, bunu anlatabilir miyim bilemiyorum ama, havadaki koku "durum bu ve biz ne yapabiliriz" şeklindeydi. avukatlığa ilişkin derin aydınlanmalar yaşadım. avukat, aslında devrimci filan olmuyor, olamıyor. tek yapabildiği ya da yapmaya çalıştığı, mevcut durumun imkanlarıyla bir koruma sağlamak. bundan ibaret.

dün yemekte hacer abla (yılmaz) aklımda kaldığı kadarıyla "avukat statükodan beslenir" dedi. ilk duyduğumda da bana mantıklı gelmişti ama sözünün derinine sonradan inebildim. evet, avukatlık böyle bir şey, yaptığın iş statükoyu değiştirmek değil, ondan beslenerek kendine bir alan yaratmaya çalışmak. bunu eleştirmek ya da yermek adına söylemiyorum, mesleğin varoluşu bu. asla daha az onurlu ya da daha az değerli değil, ama olan bu.

peki devrimi kim yapar?

mesela hukukçular yapabilir. ama "avukatlar" değil. ikisi farklı şeyler, karıştırmayalım.

avukatlık çok değerli, ama bizim misyonumuz çok daha geniş, unutmamak lazım.