21 Kasım 2010 Pazar

TBB'den vekalet ücreti vs. hesaplama linki

TBB internet sitesine vekalet ücreti, faiz ve serbest meslek makbuzu hesaplama araçları eklenmiş. Bu da linki:

http://www.barobirlik.org.tr/hesap.aspx

Şu an Ankara-İstanbul arası otoyolda otobüsteyim. Hem yolda olmak, hem de bu işleri buralardan yapmak ne güzel :)

18 Kasım 2010 Perşembe

yandaş medya baroda!

Dün Kemal Aytaç'tan da söz eden bir link gönderdim, baktınız mı bilmiyorum. Tekrar vereyim, http://www.hukukihaber.net/gundem/aytac-cagda-birlesin.htm linkine bakarsanız, bu sitenin ÇAG'ın TRT1'i gibi konuştuğunu görürsünüz. Ben bunu "münferit" olarak algılamıştım, "site yöneticisi KA'nın bişeyidir, olur öyle şeyler" filan diye üstünde durmadım, içimden biraz saydırdım geçtim.

Bugün ise, adaletbiz'in bülteninde şu linke rastladım: http://www.adaletbiz.com/istanbul-barosunda-neler-oluyor.htm

Burada, baro seçimleri hakkında bianet'in yayınladığı bir yazı var.

Bir okumanızı tavsiye ederim fakat okumayacak olanlar için ben kısaca özet geçeyim: "Baroda sol örgütlenme aslında ÇAG'dır. KAV'ın ayrılmasının tek sebebi, usûli anlaşmazlıklardır. KAV neden ayrıldığını doğru düzgün açıklayamamaktadır çünkü esasa ilişkin bir sebep yoktur. ÇAG'daki önseçim usûlüne itiraz etmelerinin sebebi de, kendi saray usûllerinin uygulanmıyor oluşudur." - Valla billa aynen böyle.

Bu da mı münferit?
Canım sıkıldı ya, biz burada o kadar yazalım çizelim fark yaratalım, adamın biri çıkıp "önseçim istemedikleri için ayrıldılar başka da sebepleri yok" desin. Ayıp diye bişey kalmamış, ben bugün bunu gördüm.

17 Kasım 2010 Çarşamba

CHP, BDP ve Kemal Aytaç!

Bu başlığı sırf belki merak ettirir diye attım. Yoksa, hiçbir yorum yapmayacağım. Lütfen bakınız:

1. "Herkesi CHP çatısı alında birleşmeye, Türkiye’nin yaşanan sorunlarında kendisine düşen sorumlulukla davranmaya davet ediyorum. Bunun için bana göre herkes CHP’ye katkı sunmalı.”
CHP Genel Başkan Yardımcısı Mesut Değer, BDP'nin ittifak önerisine cevap veriyor. 16 Kasım 2010

Linkler: http://haber.gazetevatan.com/Haber/341069/1/Gundem
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/demirtasin-onerisine-chpden-onemli-yanitlar-haberi-35887

2. " Herkes durumunu gözden geçirsin, demokrat bir baro için tek çıkar yolun ÇAG’ın arkasında birleşmek olduğunu görecektir. ÇAG’ın arkasında birleşin"
ÇAG'ın kadrolu başkan adayı Kemal Aytaç, baro seçimleri öncesindeki ittifak görüşmelerinde görüş bildiriyor. 24 Ekim 2010

Link: http://www.hukukihaber.net/gundem/aytac-cagda-birlesin.htm  (Bu yayının zaten ÇAG tarafında olduğu bariz olduğu için başka link aramadım.)

Başka sorum yok sayın hakim.

16 Kasım 2010 Salı

iki başkan arasındaki yedi fark #1

Eski başkan, cep telefonumuza gönderdiği mesajları baronun telefonundan fakat altında kendi adıyla gönderirdi.
Yeni başkan, yine kendi adıyla fakat "yönetim kurulu adına" (!) gönderiyor.

Sanırım yönetim olarak toplanıp "Tüm üyelerimize bayram mesajı gönderelim mi" şeklinde istişareye dalıyorlar. Bildiğin "gündem" yani bu.

Yönetim kurulu adına, direkt kurul tarafından ya da kuruldan başka birinin adıyla mesaj gönderildiği takdirde bu blog'u anında güncelleyeceğim.

iki yeni hukuk fakültesi daha

Şehir Üniversitesi'ndekinden başka, dünkü RG'de iki yeni hukuk fakültesi daha ilan edilmiş. Biri Afyon Kocatepe, diğeri Sakarya Üniversitesi'nde kuruluyor.

Ya daha bu akşam yemekte "komplo teorisyeni" olmanın insanı ne kadar "komik" gösterebildiğinden bahsediyordum... Fakat şimdi ben de onlardan biri olacağım ve bir inci döktüreceğim: hukuk fakültelerinin bu kadar çok olması, yürütmenin yargıyı yozlaştırma çabasından başka bir şey değildir. Çünkü yargıyı, yürütmenin hakimi savcısı korumaz, bağımsız avukat korur ve korumalıdır.

Akademisyeni olmayan üniversitelerde bile hukuk fakültesi var, biz daha hangi yargının ne sorununu hangi avukatlığın ne derdini çözeceğiz ki? Ne avukatlığı allahaşkına, "gel vatandaş geeel" diyen pazarcılarız biz artık. Neyse ben daha bir şey demeyeyim. Son dönemde kurulan hukuk fakülteleri hakkında fazla atıp tutmak istemiyorum zira bu kırıcı da bir tavır öte yandan. Yani kısacası, söylesem faydası yok sussam gönül razı değil...

Hayırlısı olsun madem.

14 Kasım 2010 Pazar

Resmi Gazete 14 Kasım 2010

Resmiyet dünyasında olan bitenler...

Dünkünü yazdım, yeni hukuk fakültesi meselesi. Mis gibi yepyeni bir hukuk fakültemiz daha oluyor. İstanbul Şehir Üniversitesi'ne de hukuk fakültesi kurulmasına karar verilmiş. Ben bu üniversitenin gerçek anlamda bir üniversite olduğunu bile bilmiyordum; birtakım uzmanlık dallarının eğitimin verildiği şimdilerde adına "modern" eğitim tekniklerinin kullanıldığı böyle hani "yüksek lise" gibi bir şey canlanıyordu gözümde. Meğer cidden üniversiteymiş. Ve üstelik hukuk fakültesi de olacakmış. Daha da üstelik,meğer bu üniversite muhafazakarların kendi "Bilgi Üniversitesi" projesiymiş. Bak sen...

Bugünküler:

Türkiye Rusya arasında bir enerji işbirliği vs gibi bir hadiseler vardı ya... Nükleer santral meselesi. İşte onunla ilgili olduğunu düşündüğüm anlaşma uygun bulunmuş. Şu şekilde: " 6 Ağustos 2009 tarihinde Ankara’da imzalanan “Nükleer Enerjinin Barışçıl Amaçlarla Kullanımına Dair Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında İşbirliği Anlaşması”nın onaylanması uygun bulunmuştur."

Sonracıma, Piri Reis Üniversitesi diye bir üniversite varmış İstanbul'da meğer, Tuzla'da bir arazinin bu okul için acele kamulaştırılması kararı çıkmış. Ne okulu biliyorum ne araziyi, fakat acele kamulaştırma diyince aklıma güzel şeyler gelmiyor. Acaba kimdir nedir bu PRÜ'cüler, nereyi acele kamulaştırmışlardır, arazi nasıldır nerededir, orada ne olup ne bitmiştir, merak içindeyim.

Bir de, Deniz Alacaklarına İlişkin Gemilerin Sigortalandırılması ve Denetlenmesi Hakkında Yönetmelik yayınlanmış, 01.07.2011'de yürürlüğe girecekmiş. Hükümlerini incelemedim ama deniz işi yapanlar için önemli bir haber gibi geldi bana.

En son gelişmelerle karşınızda olmak üzere,
Göksun.

yeni hukuk fakültesi

Bu arada, bugünkü RG'de gördüm, İstanbul Şehir Üniversitesi'ne de hukuk fakültesi kuruyorlarmış.
Hadi törenlerle kutlayalım...

13 Kasım 2010 Cumartesi

boş oturunca ne yapılıyordu?

Adana'dayım nihayet...

Bu kadar gezmekle bir sorunum yok aslında, ben dolaşmayı severim. Yalnız, hadi işlerden de geçtim, böyle olunca bir süre sonra insan "yerleşik olma" duygusunu kaybediyor. Haftaiçimin yine böyle yoğun geçtiği bir dönemde haftasonunda da bir yerlere gitmiştim, dönünce bir de baktım ki kendimi İstanbul'a "seyahate gelmiş" gibi hissediyorum!

Adana'da gerçekten bomboşum, o özlediğim "mal mal oturma eylemi" için bolca vaktim ve yerim var. Fakat ne yapıyorduk öyle oturunca, hiçbir şey olmadan ööyle oturuyor muyduk? Öyle bir oturma şekli var mıydı gerçekten? Şimdi benim hiçbir şey yapmam, ne bileyim dosya okumam, bir yere koşturmam, birilerine laf anlatmam, uçağa yetişmem, hakim beni duruşmaya almayacağını söylediği için yetki belgesi harçlandırmak adına veznede beklemem gerekmiyor mu? Sadece önümdeki etli dolma ve zeytinyağlı sarmaya mı konsantre olmalıyım? Bu gerçek mi?

Ha-ha, eğer hukukçu bir ailedenseniz adliye sizin peşinizi bırakmıyor sevgili arkadaşlar.

Tamam, dolma sarma kısmı gerçek. Sabah kahvaltının hazır olması, sonra anneyle kahve içmek, dedikodu yapmak, yarın akşama ne pişireceğimizi düşünmek, bunlar doğru. Fakat eğer evde avukatlığa tanrısal bir anlam yükleyen bir babanız/meslektaşınız varsa, hukuk dünyası peşinizi asla bırakmaz...

Akşam yemekten sonra, babam benim genel kurul konuşma metnimi görmek istedi. İsteyeceğini bildiğim için çıktısını hazırlamıştım zaten, aldı okudu, anladığım kadarıyla pek tatmin olmadı... Benim daha çok avukatın saygınlığı bağlamında konuşmamı beklediğini, Baro'nun Ergenekon müdahilliğinden bahsetmemin onu çok tatmin etmediğini hissettim.

Babamla tartışmaya girmeyecek kadar akıllı ve daha da önemlisi yorgunum. Daha çok o konuştu ben dinledim. Özetle, avukatlığın saygınlığının her geçen gün azaldığını, bunun ise ancak avukatın maddi bağımsızlığının sağlanmasıyla giderilebileceğini düşünüyor. "Baba" dedim, "Bin tane hukuk fakültesi var, bizim İstanbul Hukuk'un kontenjanına bak 450'den 1200'e çıkmış, böyle bir ortamda maddi bağımsızlık diye bir şey olur mu?" - olacağında çok ısrarlı. Benim ve benimle hemfikir olan annemin, avukat olmamıza rağmen konuyu nasıl hukuk fakültelerinin çokluğuna "indirgediğimizi" anlamıyor. Avukatlığın esnaflıktan, avukatın tarzının da koyun pazarlığından farkı olmadığını söyliyor, tamam olmayabilir. "Beş bin liradan aşağı alınmayacak ve üstelik de dünyanın yol masrafını gerektirecek bir işi, başka avukat bin liraya alıyor" diyor, doğrudur. Ama bunun, avukat enflasyonu dışında neyle açıklanabileceğini de ben anlamıyorum.

Bir de şunu tartışacaktık az daha, ben yine geri durdum: Delilleri avukatın toplaması meselesi. Şimdi bu netameli bir konu, peşin hüküm vermek istemiyorum. "Ceza yargılamasında da mı avukat toplasın diyorsun" dedim, evet öyle diyormuş. "İyi de" dedim, "Avukat bu işten para kazanan biri. Avukat hukuki ihtilafta doğrudan bir tarafı temsil eder, ben bir taraf vekili olarak karşı taraf vekilinin bir dolap çevirmeyeceğini nereden bileyim?" dedim, çok ağır yaptırımı olmalıymış bunun. Eğer böyle bir "dolap" çıkarsa ortaya, o avukat meslekten men edilmeliymiş. "Tamam güzel de, Türkiye'de yaşıyoruz, sen istediğin kadar doğru düzgün çalış, senin de hakkında bir Ergenekon dönmeyeceğini nereden bilebiliriz" deyince de "Ben olması gerekeni konuşuyorum" dedi.

"Baba 300 yıl sonra belki olabilecek bir şeyden bahsediyorsun sen" dedim ama ı ıh, ikna olmuyor. Babam 37 yıllık avukat, "37 yıl önce Türkiye'de 2 tane hukuk fakültesi varken de bu meslek böyleydi, 37 yılda bir adım yol gitmemişiz hatta daha geri gitmişiz" diye söyledi en son.

Avukata tanrısal bir anlam yüklediğini söyledim ona, evet yüklüyormuş gerçekten de. Halbuki ben bu mesleğin, ne kadar özel de olsa, neticesinde bir "meslek" olduğunu düşünüyorum. Sırf avukatlıktan kaynaklanan birtakım haklarım ve özel durumlarım var evet, bütün insanların ihtiyacı olan şeyleri biliyorum ve bütün insanların hayatındaki temeller üzerinde söz söyleyebiliyorum. Doğrudur. Ama bunun bir tanrısallık bahşettiğini de düşünmüyorum açıkçası. Hepimiz şurada hayatımızı kazanıyoruz. Pek çoğumuz, üniversite giriş sınavında bir puan eksik ya da fazla yapsaydı bambaşka hayatlara yol alacaktı.

Ha bir de yargıya ayrılan pay, hakim savcı yetersizliği gibi meselelerin, biz avukatların saygınlığına etkisi konusunda fazla detaya giremedik. Babam daha çok, avukatların mesleki algısına yönelik şeyler söyledi ama duruşma kapısında 2 saat beklemek de avukatın karizmasını çizen bişeydir.

Yani babamla anlaşabilmiş değiliz. Allahtan annem böyle tartışmalara girmeyen bir insan, çünkü biliyor ki babam da ben de ikna olmayacağız ve sonunda sadece başımız ağrıyacak. İnsanın hem bu kadar akıllı, hem de bu kadar güzel yemek yapan bir annesinin olması ne büyük bir lütuf.

Saat 09.10 duruşmasına, sabah hemen girip çıkıp ofise dönmem gereken duruşmaya, duruşmalar 09.45'te başladığı için 10'da girebiliyorum. Bu, Avukatlık Kanunu'nun neresi düzeltilerek değiştirilebilir?

Tüm tanıklı dosyalar tek güne alındığı için, geçen gün 4.5 saat duruşma bekledi hamile bir arkadaş. O an oracıkta bir bulantısı bir şeyi olsa ne olacak, başına bir iş gelse hakime tazminat davası mı açacak?

Perşembe günü İzmir'deyim, aynı koridorda iki ayrı mahkemede birer duruşmam var. Bir ona bakıyorum bir ona. Birinin mübaşirine "Ben şu dosyada davalı vekiliyim ama öbür mahkemede de duruşmam var, burada değilsem bilin ki oradayım" dedim, gayet "müdür" bir tonla "Ben seslenirim Avukat Hanım gelmezseniz sizin bileceğiniz iş" demesin mi!" "Oldu, duruşma salonundan çok güzel duyarım" diye başladım ama -ne tesadüf!- o an salona giriverdi.

Neyse, ben öbür duruşmadan çıktım yine buraya geldim. Baktım kapıdaki listede görülen duruşmalar çizilmiş, ama emin olmak istedim ve mübaşire "Abi çizdiğiniz yerde misiniz" diye sordum, sen misin soran... "Görmüyor musun çizmişim burada işte" diye azar yedim mübaşirden. "Ben seni mi takip edicem, nereden bileyim nerede olduğunu" diyorum, "Evet takip edeceksin" diyor. "He benim tek işim seni takip etmek zaten" dedim, sonra da "Allahtan buraya çok sık gelmiyorum" dedim (aslında sık da sayılır ama...) ve o an sahneye o Avukat Bey girdi... İşte efendim neden böyle konuşuyomuşum da, her yer memleketmiş de, onlar da İstanbul'da sorun yaşıyorlarmış da, İstanbul avukatları hep benim gibi diyormuş da, meslektaş olarak dayanışmalıymışız neden böyle ayrım yapıyormuşum da... Falan filan bi ton laf.

Ben o arada sinirden ağlamamaya çalışmakla meşguldüm, feci sulugözlüyümdür. "Ne dediğini duydunuz mu, üst üste saygısızlık yapıyor, İstanbul'da bu kadarını hiç görmedim" filan dediğimi hatırlıyorum, bir de "Memur tanıdığı avukata iyi davranıyor tanımadığına kötü, bu çok ayıp bir şey" gibi bir şey söyledim. Ama kazkafalı Göksun, kalkıp desene "Sayın Meslektaşım şu an meslektaşınızla değil mübaşirle dayanışıyorsunuz" diye. "O kadar İstanbul avukatı aynı şeyi diyorsa bir bildikleri vardır" diye. "Meslektaşınıza bu şekilde davranan bir mübaşire arka çıktığınız için kusura bakmayın ama 'meslektaş dayanışmasından' söz etmek sizin harcınız değil" filan desene orada. Ha bir de şu var, "her yer bizim memleketimiz" söylemini kullanan bir insan, algısını yaşadığı şehirden bir gıdım çıkarmamıştır genelde. Keşke bunu da vursaydım yüzüne, ama gerçi nasıl ispat edecektim. Her bulduğu boşluğa "orası da bizim memleketimiz" edebiyatını yapıştıran insanlara tahammül edemiyorum. Madem her yer memleket, bana neden İzmir'de bu şekilde davranılıyor? Sinirlendim yine ya.

İşte bu saçmalığı, avukatın maddi bağımsızlığını sağlayarak nasıl çözebilirsin?

Ertesi gün, Ankara'dayım.

Duruşmamı salonda bekliyorum, önceki duruşmaları izliyorum filan. İzlediğim duruşmanın başını kaçırdım fakat anladığım kadarıyla iş kazasından kaynaklanan tazminat talepli bir dava. Sanırım kazalı işçi vefat etmiş, çocuklarının yoksun kaldıkları destek hesaplanmış, hakim karar verecek...

"Çocukların üniversite okuma ihtimallerini hesaplamadan karar verdik, Yargıtay 'Artık ülkemizin her yerinde meslek yüksek okulları ve üniversiteler bulunmaktadır, okuma imkanları çok gelişmiştir, bu sebeple çocukların yüksek eğitim alma durumları gözetilmediğinden bozulmasına' dedi. E ondan sonra ben bilirkişiye hassaten hesaplamasını söyledim, bu sefer de  'Çocuk 18 yaşına girince ekonomik katkıya da başlar, yüksek eğitimi niye hesaplıyorsun,' diye bozdu. Ben şimdi ne yapayım" diye söylendi hakim.

Şimi bu sorun, avukatın bağımsızlığı ile çözülür mü?

Offf sinirimi bu kadar bozan bir mesleği nasıl sevebildiğimi anlamıyorum. Sanırım genel olarak, sinirimi bozan şeyleri seçmek ve üstelik sevmek gibi bir arızam var. İstanbul'da kalmak, yalnız yaşamak, ücretli çalışmak, avukat olmak, yüksek lisans yapmak gibi.

Fakat ben şu an sadece, evet saat 23.54 itibariyle, mutfağa gidip kendimi zeytinyağlı sarmaya vurmak istiyorum.

Can, gerçekten de boğazdan geliyor ve insan bunu en iyi annesinin mutfağında hissediyor.

11 Kasım 2010 Perşembe

Genel Kurul S2E3 Part2 - Son

Çok yorgunum,
Beni bekleme kaptan...
Seyir defterini
Başkası yazsın...

Çabuk pes etmiş gibi görünüyorum ama gerçekten çok yorgunum ve hiçbir şey yapmadan "mal mal" oturmayı gerçekten çok özlüyorum. Bugün İzmir'deydim, salı Ankara'daydım, yarın sabah yine Ankara'ya gidip duruşmaya girdikten sonra öğlen Adana'ya doğru yola çıkmış olacağım. Evi yine süpüremedim.

Biraz önce Betül Abla Feysbuk'tan "Günlük tut. Bir gün yazacak gibi bir tipin var" dedi. Yalnız bu günlük tutma işi gerçekten zor bir hadise, resmen işinin gücünün bu olması lazım. Bugün çok net gördüm bunu.

Şimdi aslında ben bu bloga şöyle bir şey yapmak istiyorum, hem koridorlarda olanı biteni anlatayım, hem baronun yaptığını ettiğini eleştireyim, hem de gazetede okuduklarımı gelip burada anlatayım filan... Ama bunun için feci bir gündem takibi, not alma sistemi, bunları kafada evirip çevirip bütünleştirme ve üstüne bir de aktarma disiplini gerekiyor. Bu da benim gözümü çok korkutan, ama bir o kadar da yapmak istediğim bir şey. Tabi bunu yaparsam evi hiçbir zaman süpüremeyebilirim. Bunun için "profesyonel yardım" alamıyor oluşum ise tamamen kaderin cilvesi...

Bugün Radikal okurken sanardınız ki ders çalışıyorum! Elimde kalem, bişeylerin yanına bi notlar alıyorum filan. Ama allahaşkına, şimdi Tayyip Erdoğan ilköğretimde türban meselesinde Hayrünnisa Hanım'dan farklı düşündüğünü söylüyorsa, bunu görmeyelim mi?

Fakat benim öncelikle şu genel kurul meselesini bitirmem lazım...

Bi Kemal Aytaç bir de Mustafa Kemal Abi kaldı zaten, diğer konuşmacılar hakkında toparlanamayacağım şimdi.

Ya bence baro başkanları Kemal Aytaç'ı kendilerine yardımcı ya da danışman yapmalılar. Sayın Aytaç, bir gün başkan olursam size buradan söz veriyorum, sizi özel danışmanım ya da bir şeylerden sorumlum yapacağım. Avukatlıkta sadece 30 aylık bir geçmişim var, kendisini iki seçimde izleyebildim, ama o performans boşa gitmemeli... Sayın Aytaç'ı o kadar paralanırken görüp sonunda seçim alamadığını da görünce yemin ederim üzülüyorum, içim parçalanıyor, adalet duygum zedeleniyor... 2012 seçimlerinde de aday olup kazanamazsa, 2014'te kapı kapı dolaşıp kendisi için oy isteyeceğim, "Yahu 8 yıldır kürsülerde can paralıyor şu Kemal Aytaç, hiç mi vicdanınız yok sizin a dostlar" diyeceğim.

ÇAG'ın içinde hiç bulunmadığım için, kendisini şahsen tanımam. Ama 2008 seçimlerinde, ÇAG broşürlerinin üzerine kendi internet sitesini yazdığını gördüğüm an notumu vermiş bulundum. O not, bu seçimlerde sonbahar renklerinin önünde uzaklara romantik ama kararlı bakışlar atan Kemal Aytaç fotoğrafıyla iyice perçinlendi. "Ben bu ittifak toplantılarına nezaketen katılıyorum zaten" dediği zaman bile o kadar perçinlenmemişti.

Bu arada hakikaten aklıma geldi şimdi, "Nezaketen katılıyorum" nedir ya hu? Şimdi bu, "Çağırdınız geldik, maksat farklı sesleri duyup bir açılım yakalamak, samimiyseniz bir orta yol buluruz..." demek midir, yoksa "Üzgünüm, madem siz benim adımda birleşmiyorsunuz ben de işi böyle yokuşa sürüyorum işte" demek midir? Aslında ben yakın zamana kadar ikinci ihtimali düşünmemiştim bile, o kadar iyi niyetli olabiliyorum yani. adaletbiz.com'da Sayın Aytaç'ın "Gelin hepiniz ÇAG'da birleşin" demecini okuyunca ancak düştü benim jeton. Daha farkında olmadığım ne kadar çok şeyin olduğunun bile farkında olmamak ne acı, insana kendini ne kadar cahil hissettiriyor...

Kaldı ki, kendisinin kürsüde tamamen HÜP'ü hedef almış olması da son derece antipatik bi görüntüydü. Tamam, orada herkesin amacı seçimi kazanmak, ama tek derdin koltuk meselesi olduğu bu kadar belli edilmez ki. Sayın Aytaç kendine bir rakip belirlemiş, diğer herkesi o rakibe karşı durmak adına kendi kanatları altına davet ediyor. Yani o konuşmada yönetime dair bir eleştiri yok, yapılacak edilecek yenilikler yok, hukuk sistemi yok, anca HÜP aslında neymiş n'apacakmış... Bu arada, Kemal Bey'in konuşmasını gerçekten çok dikkatle dinledim, ama aradan bir hafta geçti, benim "yok" dediğim şeyleri söylemiş de olabilir. Fakat bir tavır için önemli olan, hedefindeki insanların aklında nasıl kaldığıdır. O konuşma benim aklımda baştan aşağı bir HÜP karşı söylemi olarak kaldı, hakkında başka da hiçbir şey hatırlamıyorum. Gerçi o da bir şey, Muhittin Köylüoğlu'nun ne dediği hakkında o kadarcık da fikrim kalmadı mesela.

Ay Muhittin Köylüoğlu da neydi ama hakikaten ya... Kendisindeki tezcanlılığı ve heyecanlılığı samimiyetle takdir ediyorum, iki dakika sakin olsa çok daha anlaşılır ve hak verilir de olabilir. Fakat bu tarz bu üslup nedir üstadım... Gerçi Sayın Köylüoğlu ve Sayın Aytaç olmasa genel kurulumuz iyice renksiz geçecekti, cumartesimizi kendileri kurtardılar sağolsunlar.

Mustafa Kemal Abi'me gelince...

Gülsün Abla böyle durumlarda ilk konuşmacı olmanın iyi bir şey olduğunu söylüyor, fakat ben katılmıyorum. Bence bizim başkanın şanssızlığı, ilk konuşmacı olmasıydı. Diğer adaylar ne güzel beslendiler birbirlerinden, HÜP'çü Satılmış Şahin bile öncekilere cevap vermek bağlamında nasıl coşarak konuştu... Bizim öyle bir şansımız olmadı maalesef. Olabilseydi, başkanımızın konuşması oylar üzerinde düşündüğümüzden de fazla etkili olabilirdi.

Bizim KAV olarak 6000 oy alamamamızın iki büyük sebebi daha var. Birincisi, kürsüyü sağa sola saldırmak ve insanları korkutmak için kullanmıyor oluşumuz. Mustafa Kemal Abi'nin konuşması çok içerikli ve iyi hazırlanmış bir konuşmaydı. Mesela o metni Kemal Aytaç okusaydı, Hababam Sınıfı'nda bir öğretmen var ya çocukların gaza getirip Kurtuluş Savaşı'nı anlattırdıkları, aynen öyle bir hava oluşabilirdi. (Haha bu arada bu benzetmemi çok tuttum) Çünkü amaç o zaten, gaza gelip gaza getirmek, kitleleri sürükleyip kendini "lider" hissetmek, falan filan. Ama bizde hiçkimsenin öyle bir egosu yok ki. Özellikle Kemal Aytaç ve Muammer Aydın hep "kendi adlarına" takılır ve başkanlık iddiasından hiç kopamazlarken, KAV Mustafa Kemal Abi'nin kapısında yattı resmen "Allahını seversen bi aday ol" diye. KAV böyle bir ekipken, "Coşuyor muyuz gençler" tarzı konuşmacılık diye bir şey olabilir mi? KAV bu kadar "koltukçu" ve nezaketten uzak olmamalı.

Ama Mustafa Kemal Abi'nin heyecanı da çok fazla belliydi öte yandan, bunu bir köşeye not edelim.

Diğer büyük sebep, insanların demokrasiyi belli siyasi argümanların tekelinden ayrı düşünememeleridir. Demokrasi bir "üst" kavramdır, siyasetlerin üzerindedir ve demokrat olan birinin bir siyasete ağırlık vermesi diye bir şey olamaz. Her -izm kendisi dışındakine çamur atarak var olur, belki de bu yüzden kelime "demokrasizm" değildir.

KAV kendini hiçbir tarafa angaje etmedi, çünkü keskin ayrımların demokrasi kavramına aykırı olacağını düşündü. Haklıdır, doğrudur, fakat böyle bir algı şu an zamanının çok ötesinde. Ulusalcılar, Pennysylvania'cılar, solcular sağcılar tekmili birden "demokrat" bu ülkede, ama herkesin söz söyleme özgürlüğü ancak kendi siyasi fikrinin egemenliğinde mümkün...

KAV bu saçmasapan algının tamamen dışında olduğu için kaybetti ve yine bu sebeple kaybetmeye devam edecektir. Çünkü İstanbul Barosu, demokrasi algısına ancak "Mustafa Kemal demiyorsan konuşmayalım arkadaşım" diyecek kadar hakim. Sözkonusu 26bin insanın 10küsür biri, sadece bu isme oy verdi. Kalanların da bir kısmı, yine demokrasiden bahseden ama mesela -bunu tamamen atıyorum, ilgili bir beyanları olduğundan değil yani- eşcinselleri "hasta bunlar" diye tecrit edebilecek bir zihniyete oy verdi. Diğer bir kısmı, "Gelin hepiniz benim adaylığımda birleşin" diyebilen birine oy verdi, ki bunlar bir de "baronun solcusu, demokratı, çağdaşı" olma iddiasında olanlardı.

Bu insanlardan mı bize oy gelecek? Biraz gerçekçi olalım.

*
Genel kurul faslını bu şekilde kapatıyorum nihayet. Pazartesiden beri koridorlarda paylaşacak şeyler tabii ki oldu, fakat artık valiz hazırlamalıyım. Uyumamış olursam daha Radikal'in yebni hali hakkında atıp tutacağım...

Sevgiler,
Göksun.

10 Kasım 2010 Çarşamba

breaking news...

Bunu acilen paylaşmam lazımdı... KAV mail grubuna Arin Abi gönderdi, bilmekte fayda var:

http://www.taraf.com.tr/rasim-ozan-kutahyali/makale-stalinist-ve-darbeci-bir-baro-baskani.htm

Radikal okuma ödevini Mebuse Hanım vermişti zaten, bir de Taraf'a mı başlamak lazım... Bilemiyorum bunu biraz düşünmeliyim hemen karar veremeyeceğim...

Genel Kurul S2E3 Part1

(Genel kurul yazısı olmadı bu, ama söz toparlayacağım.)


Kemal Aytaç çıkıp "Ben solcuyum arkadaş!" diye göğsüne vura vura çürüttü ya sol yanını, ben de bir dahaki sefere çıkıp "Ben empirikçiyim arkadaş!" diyeceğim. Zira öyleyim sanki, evet. (Bu arada Sayın Aytaç göğsünün sağ tarafına vurmuştu aslında ama böyle yazınca daha güzel oldu, değiştirmeyeceğim.)

Empirik bilgi kutsaldır, gözleyemediğime inanmamak gibi bir huyum var. Ama "kadın olmak" gibi bir tarafım da olduğundan, sezgilerimi asla yabana atamıyorum. Gerçi şöyle de bir durum var, benim gözlemlerimi zaten sezgilerim yönlendiriyor aslında... Harekete geçişlerim "Burada gözlenecek bişey var kesin" şeklinde, tamamen hissikablelvuku kabilinden gelişiyor. "Hmm bu davranışın altında bir şey olsa gerek..." deyip kendimi ayrıntılara boğulmuş halde buluyorum ve illa ki bişeyler çıkıyor. Böyle zamanlarda sanki "midichlorian" seviyem yüksekmiş de o an "the force" benimleymiş gibi hissediyorum, iyi oluyor.

Bu durumda kendimi "empatik empirist" ilan etmemde bir sakınca yoktur umarım. ("Kendi yazdı kendi oynadı" denir ya, işte şimdi tam olarak onu yaptım!)

*
Ya ben bu yazıya o kadar farklı bir niyetle başlayıp o kadar farklı bir noktaya geldim ki, şu an nasıl toparlayacağımı bilemiyorum... Aslında aklımdaki şey, deneysel bilginin gündelik hayatı nasıl kolaylaştırdığı ve  "kuralların" neden bu deneyselliğe direndiğinden bahsetmekti. Konu birden sezgi mezgi gibi şeylere kayınca, bir de söz kendisinden başladığı için herhalde, Kemal Aytaç'tan da bahsedesim geldi şimdi.

Sanırım toparlayamayacağım. Bu sabah Ankara Adliyesi'nde, baro puluna verilen paranın belgesi olmadığı için müvekkillerin sorun çıkarabildiğini düşünüyordum. Bir arkadaşımdan duydum, posta pulu baro pulu cübbe gibi giderlerin belgesi olmadığı için müvekkillerinden biri yazılan masrafları geri gönderiyormuş. Bu yüzden de, baro pulu filan aldıkları zaman onu duruşma zaptına yazdırıyorlarmış kalemde. "4.15 pul parası alındı" gibi bişey.

Bu bana garip geldi açıkçası. Bir kere, almadığı bir masraf için kaleme neden yazı yazdırasın - ama daha önemlisi, müvekkilin bu güvensizlik ve kaprisi nasıl bir şey? Ama demek ki böyle şeyler olabiliyor ve bu yüzden, kendimden pek umutlu değilim. Yani bir gün kendi işimi yaparsam, müvekkillerin bu tür taleplerini karşılayıp onları kendime bağlamak konusunda başarılı olacağımı sanmıyorum. Çünkü "tavırlı olmak" ve "huysuz olmak" arasındaki çizgide yürümek benim için gerçekten çok zor bir şey.

Ben sadece diyecektim ki, (bunu empirizmle nasıl ilişkilendirdiğimi sormayın ne olur, gerçekten anlatamam) sırf "öyle yapmak lazım" gibi soyut kabuller yüzünden neden pratik çözümlerden kaçıyoruz? Neden bu pul yazdırma işinin talep edildiği avukat, müvekkiline "Bakın bu istediğiniz, 1) makbuz niteliği olmadığından 2) kalemlere rica etmek gerekeceğinden 3) bir de onunla uğraşacağımızdan 4) 3-4 lirayı kaçırdığımızı düşünüyorsanız ayıp ettiğinizden, hiç anlamlı bir iş değil. O yüzden lütfen birbirimizi yormayalım" demiyor? Bu tip şeyler avukatın karizmasını bozan şeyler bence. Tamam müvekkil bir tür müşteridir ama müşteri her zaman haklı olamaz.

İşte empirik bilgi burada devreye giriyor. Şirket, adliyede işlerin nasıl yürüdüğünü "deneyimlemediği" için bilmiyor ve pratik olmayan talepler öne sürüyor. Avukat ise, duruşmaya giren avukatın çıkar çıkmaz adliyeyi terk etme eğiliminde olduğunu bildiği halde, kaleme gidip "Ya pardon durum böyleyken böyle şuna bi yazı bi kaşe rica ediim..." diye şirinlik yapmasında sakınca görmüyor. Yani bir tarafta deneyim yokluğundan kaynaklanan bilgi eksiği varken, öbür taraf bu eksiği göstermek ya da kapatmak yerine, o da sanki "bilmiyormuş gibi" davranarak hayatın pratik gerçeklerini yok sayıyor. Halbuki deneylenmiş bilgi kutsaldır.

Bundan bahseden arkadaşımın olayı nasıl çözdüğüne gelirsek; zaptın üstüne kendisi "4.15 TL. baro pulu alındı" yazıp, kaleme girip kimseye bişey demeden kaşeyi basıp çıkıyormuş. Tebrik ettim. Uygulama, yine bir yolunu buldu ve empirik bilgi hala kutsal.
*
Artık gönül rahatlığıyla Kemal Aytaç'a gelebiliriz... Fakat yarın bir ara yapalım bunu.

Sürekli dışarıda olmaktan öyle yoruldum ki... 35 saat kadar uyumak istiyorum fakat sadece 7 saatim var; o da yarınki duruşma eve yakın diye. Yoksa benim günüm 5'te başlıyor maşallah... Onu da sonra anlatırım.

İyi geceler,
Göksun

8 Kasım 2010 Pazartesi

Genel Kurul S2E2

Kih kih kih, duruşmadan geldim, acil işim yok ve ofiste bana iş verecek kimse de yok şu an. Yaşasın klavye özgürlüğü :)

Dün kaldığım yerden devam edeyim...

Muammer Aydın'a çok söylendim ama bir noktayı atlamışım... Kendisinin "Bakın biz buradayız, yönetim kurulunun diğer üyeleri nerede" diye çığırdığı zaman ayağa kalkıp "Sayın Başkan buradaydınız da ne oldu, kürsüde konuşmacı varken siz masada cep telefonuyla konuştunuz" demeyi çok istedim. Hala kürsü heyecanımı atabilmiş değilim, bir atsam neler söyleyeceğim ama olmuyor...

Mesela, çıkar çıkmaz divan başkanına "Sayın Başkan, uzun konuşmak için illa başkan adayı olmak gerekiyorsa, şu an şuracıkta adaylığımı açıklasam olur mu?" diye sormayı düşünmüştüm. Gayet güzel olurdu. Hatta, 2012 seçimleri için o an diyalog bile yazıverdim - tabii başkanlık için 10 yıl gerekiyorsa bu diyaloga daha 6 sene var demektir.-

- Sayın Başkan, kendimi gerçekten ifade edebilmemiz için ille başkan adayı olmamız gerekiyorsa ben bir adaylık açıklayıversem?
- Kıdeminiz uygun mu avukat hanım?
- Stajı da sayarsak oluyor.
- Saymıyoruz.
- E iyi madem, yine az konuşalım, ki bütün sorunumuz tam da bu işte.

*
ÖHP konuşmasını gerçekten beğendim. Ne dediği belli olan, çok net bir söylemdi. Son zamanlarda özgürlük talepleri en çok Kürtlerden ve muhafazakarlaradan geliyor. 2010 referandumunun bize kazandırdığı yeni ayrımları kullanırsak, evetçiler muhafazakar/İslamcı, yetmez ama evet'çiler "Ne olursa olsun özgürlük" diyenler. Açıklaması ne olursa olsun, sonuç aynı kapıya çıkıyor. Aynı davranışın sebebinin bir taraf için "olabildiğince içine kapanmak" öbür taraf için ise "olabildiğince dünyaya açılmak" olması ne kadar enteresan ve ironik.

Sonuç olarak, bu etki ÖHP konuşmasında çok net görüldü. "Ulusal egemenlikten" canı yanan bir grubun, kendini aynı siyasi baskı altında hisseden grupların da sesi olması gayet tutarlı - ama bu tutarlılık az önce sözünü ettiğim ironiyi ortadan kaldırmıyor. ÖHP, "edi bese" (nasıl yazıldığını tam olarak bilmiyorum) sloganını kullanırken konuşmasında dini özgürlüklerden tabii ki söz edecekti. Bunları, bu özgürlükleri gerçekten içselleştirdiği için mi yoksa taban genişletmek için mi söylediğini bilmiyorum fakat kendi içinde gayet tutarlı, yerinde ve doğru bir konuşma olduğunu düşünüyorum.

Bu Kürt arkadaşların artık kendilerini her yerde temsil etmeleri lazım. Bize hep "Kürtler kullanılıyor" dendi ama bunu hiçbir zaman Kürtlerin kendilerinden duyamamıştık. Haklarında görüş bildirmek, "our boys" tabir edilen kesime düşmüştü ve onlar da kafalarına göre "Sözün bittiği yerdeyiz" deyip duruyorlardı.

Kürt arkadaşların "Buyur birader, hakkında atıp tuttuğun insanlar burada işte, müdür biziz bize konuş" demeleri çok anlamlı ve güzel bir hadisedir. Ha siyaset olarak benim şahsi durumumu itiraf edeyim, şu demokrasi ve özgürlükler meselesini ÖHP ya da KAV'daki arkadaşlarım kadar özümseyemediğimi düşünüyorum bir süredir. Ulusalcı anlayışla İslamcılık arasında, "insana saygısızlık" arasında hiçbir fark olmadığını biliyorum. Siyasetini Atatürk üzerinden yürütene, din üzerinden yürütenlere olduğumdan daha çok sinir oluyorum. Ama öte yandan, şu özgürlük meselesinin dincileri de kapsaması hadisesini içselleştiremiyorum. Son derece subjektif, hukukilikten uzak ve saçma olduğumun farkındayım. Türkiye'deki siyasi, cinsel, etnik, her türlü azınlık için her türlü hak mücadelesine benim adımı yazabilirsiniz, ama kendimi bir "türbana özgürlük" mitinginde düşünemiyorum. Özgür olamalarını istemediğimden değil, tuvalattesakız çiğnemiş olmak istemediğimden.

Bunun sebeplerini çok düşündüm, huyum kurusun kendi hakkımda çok düşünürüm.

Önce hiçbir fikri altyapıya dayanmayan, tamamen empirik sebebime dayanayım. Ben bu muhafazakarlar yüzünden çok ağladım. İnsani ilişkilerimde çok üzüldüm, kimi zaman beni gerçekten kırdıkları için kimi zaman da "Allah'ım böyle bir insan nasıl böyle bir fikir içinde harcanır..." diye içim sızladığı için.

Diğer sebebim ise, din kavramını siyasi argümanlardan ayrı düşünmekte ısrar ediyor oluşum. Din, insanların düzenli yaşama geçiş için kendiliklerinden icat ettiği bir şey değildir bana göre. Başka insanların, "diğerlerinin" düzgün yaşaması için icat -ya da keşif- ettiği bir şeydir ve o "diğerlerinin" maneviyatından beslenir. Tüm siyasi fikirler yandaşlarının vicdanından besleniyor, tamam ama hiçbir siyaset insana bir "tanrı" sunmuyor. Ne kadar fanatik olursak olalım, hiçbir siyasi fikir önünde namaz kılınmıyor. Tüm bunların üstünde apayrı işleyen bir "dua mekanizması" var ve "o lidere" değil fakat "o lider için" dua ediliyor.

İşte bu derece "üst kavram" olan bir hadisenin seçim unsuru olarak kullanılması benim aklımın ve vicdanımın kabul ettiği bir şey değil. Öte yandan özgürlüğün hiyerarşisi diye bişey olmayacağını da biliyorum. Yani kafam karışık, çok objektif değilim. Ama aslında sebeplerim o kadar da boş gelmiyor kulağıma.

Bunu düşünmeyi yine erteliyorum. Umarım bir gün bu konuda bir karara varırım.

*
HÜP, hakkında uzun uzun konuşmak istediğim bir grup değil bu yüzden. Objektif olamıyorum.

Başkan adayının konuşması neydi öyle allahaşkına, "Allah benim canımı alsın" demeler, "tel'in etmeler" falan filan. İşçi avukat sözünü kullanmak nasıl bir şeymiş, avukatın kullanılmasını meşrulaştırıyormuşuz. Ne yapalım o zaman Satılmış Bey, kendi işini yapamayan veya yapmak istemeyen arkadaşlar "maraba" kalmaya devam mı etsin? Bu arkadaşların ofis açmasına yardımcı olmak lazımmış. Peki, bu arkadaşların tamamına birden iş sağlamayı nasıl düşünüyorsunuz? Onu bırakın, bu yardım verilmediği ya da istenen seviyeye erişemediği takdirde "ortada kalan" arkadaşların durumu ne olacak?

Bir de, HÜP camiasında sanırım namım yürümüş...

*
Neyse asabım bozuldu giderayak. Ayrıca akşam sınavım var, ben bunu tamamen unuttum ve kendimi yazmaya verdim.

S2E3 akşama kaldı artık.

Kolay gelsin,
Göksun.

Genel Kurul 2010 - S2E1

Çok yorgunum...

Baro’yu Kocasakal kazandı, - “Kocasakal ekibi” demek gelmiyor içimden.

O kadar kafam karışık ki, neyi nasıl toparlayacağımı kestiremiyorum. İnsanın bir yerlerinde bir “rec” tuşu olmasını ve o tuşa basar basmaz aklımızdan geçen her şeyi kaydetmesini öyle uzun zamandır ve öyle çok istiyorum ki... Gerçi o zaman da, “bant çözmek” diye feci sancılı bir sürecimiz olurdu ama ben razıyım, en azından aklımızda uçuşan düşünce tozlarını bilinçaltımıza gitmeden önce bir gözden geçirebilirdik.

Keşke dün akşam üşenmeyip bir şeyler yazsaymışım. Dünkü ruh halimle bugünkü çok farklı çünkü.

Önce seçimlerde gördüklerimi paylaşmaya çalışayım...

Cumartesi günü bütün arkadaşlarım genel kurul kampüsü içerisinde çalışırken, itiraf ediyorum ben bütün gün salondaydım. Divanın oluştuğu andan başlayıp, konuşmamı bitirdiğim ana kadar salondan sadece iki dakika hamburger almaya çıktım, tuvalete bile gitmedim, hatta hamburgerin bir kısmını da içeride yedim. Satır satır, harf harf dinledim. Adayları tanıdım, o adayları çıkaran gruplar hakkında fikrim oldu, “Ben olsam neyi nasıl derdim” diye düşündüm, çelişkiler yakalamaya çalıştım. Bu süreçte beni en çok zorlayan şey tuvalet ihtiyacı oldu ki, divan başkanı beni davet ettiğinde “İki dakika sonra gelsem de siz beni bi bekleyiverseniz...?” diyecek durumdaydım.

Oturduğum yerden görüntü şudur:

Muammer Aydın kadar “ruhsuz” konuşan görmedim. Tabii buna bir sürü itiraz gelir, sesini de yükseltti tavrını da koydu filan gibi. Peki ama, Sayın Aydın sizce de “ezberlemiş gibi” konuşmuyor muydu allahaşkına? Aynanın karşısına geçilerek çalışılmış o konuşmaya, doğallık yok orada. Hani ilkokulda vatan millet şiirleri okutulurdu ya milli bayramlarda, şiir okuyan çocuklar bir “hamaset” katarlardı işin içine; işte aynen öyle. Bir kız vardı hani İstiklal Marşı’nı şiir olarak mı okuyordu ne, İlker Başbuğ çok duygulanmıştı filan, Youtube’da da var. İşte onun gibi konuşma Sayın Aydın. Farkını görene oralet ısmarlayacağım.

Bir de, o konuşmadan lütfen laik, ulus devlet, Atatürk gibi anahtar sözcükleri alın, geriye kalan birkaç edat ve bağlaçtan anlamlı bir bütün oluşturana kendi ellerimle bal börek yedireceğim.

Efendim işte iki yılda baro şunu söylemiş bunu söylemiş... Eee? Kim dinlemiş?

Baro iki yılda onun için orayla bunun için burayla konuşmuş... Eee? N’olmuş?

Sayın Aydın, bir sürü idari kurum saydıktan sonra “Tüm bunlarla konuştuk ama maalesef sonuç alamadık” demekten o kadar mahcup olmuyor ki, iki konuşmasında da sürekli bunlardan bahsetti. MASAK’la konuştuğundan ama MASAK kendisine karşı olduğu için sonuç alamadığından bahsediyor, MASAK kim ya? Sen İstanbul Barosu başkanısın, MASAK gelip seninle konuşmalı. Sayın Aydın kürsüde konuşurken “Ağlama yavrum, ağlama Sezercik...” diye kendisini teselli etmek istedim, onun o çaresiz halinden içim parçalandı...

Ha şimdi “Seçimi o kazanmadı ki, sen neden yüklenip duruyorsun” derseniz eğer, “Bu kazanmamış hali mi?” diye sorarım size. Geçen seçim aldığı oyu yeniden aldı ve tüm olumsuzluklarına rağmen Kocasakal olmasaydı kendisi başkandı. Demek ki bunları vaktiyle yeterince söyleyememişiz.

Kocasakal hakkında fazla bir şey söylemek istemiyorum şimdilik. O kadar şikayet ettiğimiz ve yetersizliği paçalarından akan yönetimin kendisi de bir parçasıydı. Ama şimdi başkan oldu, bundan sonraki değerlendirmeler bundan sonraki edimleriyle değerlendirilecektir. Takipteyiz.

ÖHP ve HÜP hakkında da yazacaklarım var fakat saat 1 oldu ve aslında yazacaklarımdan çok uykum var şu an...

Kendime anahtar sözcük olarak şunu bırakayım, acilen kürsüde konuşma becerilerimi geliştirmem gerekiyor. Ayrıca, 5 dakikalık süre cidden çok az, bunun uzatılması için biraz baskı oluşturmak lazım.

Kemal Aytaç’ı da not alayım, muhteşem sahne performansıyla söz edilmeyi gayet hak ediyor zira. Bir Muhittin Köylüoğlu bir Kemal Aytaç zaten. Onlar olmasalar sahneyi kim dolduracak.

Mustafa Kemal Abi en son. Önce çuvaldızları bitirelim, iğneyi en son batırırız.

Sevgiler,
Göksun.

*
PS: Sezon 2 bu evet, birincisi 2008 seçimiydi. :)

deneme bir ki

bakalım bizim blogun linki ne tipi nasıl