20 Şubat 2014 Perşembe

kardeşe tecavüz, tahliye, annenin beyanı, filan.

selam alıp verecek halim kalmadı, kusura bakmayın.

biraz önce ekşisözlük'te gördüğüm bir başlık sayesinde haberim oldu; diyarbakır'da 9 yaşındaki kız kardeşine farklı zamanlarda 5 kez tecavüz etmekle yargılanan 18 yaşındaki gencin tahliyesine karar verilmiş. kaçma ve delil karartma imkanı olmadığı için.

(haber linki: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/43205/9_yasindaki_kardesine_tecavuz_eden_agabeye_tahliye.html )

buradaki mide bulantımı anlatmama gerek yok, başka bir şey demeye geldim. çünkü o kız çocuğunun şu an hepimiz zaten farkındayız - diye umuyorum.

"Duruşmada ilk söz alan anne L.A., oğlundan şikayetçi olmadığını belirterek, 'Oğlum tutuklu olduğundan dolayı mağdurum' dedi".

başka sözüm yok sayın hakim.

çünkü, kızına tecavüz eden oğlundan şikayetçi olamayan bir kadın var.
kızına tecavüz eden oğlu tutuklu olduğu için mağdur olan bir kadın var.
tecavüz edilen ve ona tecavüz eden çocuğu ile birlikte yaşamaya devam edecek olan bir kadın var.
evinde acaba başka nelere şahit olduğundan, duruşmaya gelip bunu diyebilmiş olan bir kadın var.

eğer bu kendi iradesi değilse korkutulmuş, yok kendi iradesiyse delirmiş ya da delirtilmiş bir kadın var.

ama sanığın kaçma ihtimali yok.

babanın beyanı? yok. ya da bilmiyoruz.
oğlundan şikayetçi olan ya da olmayan erkeği bilmiyoruz.
kızına tecavüz eden ya da etmeyen erkeği bilmiyoruz.
kadına mahkemede beyan verdirten ya da verdirtmeyen erkeği bilmiyoruz.
belki erkek hiç yok, onu da bilmiyoruz.

çünkü bu iş kadın üzerinden yürüyor, çünkü dikkat çeken o.
baba "şikayetçi değilim" derse olmaz, ama anne derse olur. çünkü kadın olan odur.

erkek mağdurum dese hakim "mağdur olacağına çalış, oğlunu tahliye etmiyorum" diyebilir, ama kadın mağdurum derse mağdurdur ve o sanık tahliye edilmelidir.

bu esnada çocuğa ne olur, işte onu allah bilir.

19 Şubat 2014 Çarşamba

önce lafa bakarım laf mı diye...

selam, daha biraz önce uzun bir yazı gönderdiğimin farkındayım ama elim kaşınıyor.

şu kadının beyanı esastır meselesine gireyim istiyorum. ama bu günlerdir o kadar fazla konuşuldu ki, lafı uzatmak niyetinde değilim. amacım, hukukla ilgisi olmayan arkadaşları hiç yormadan, onlara şöyle bir özet geçmek. bu iyiliğim de unutulmasın.

kısa bir giriş yapalım, biliyorsunuz sokakta olduğumuz haziran günlerinde bir kadın, kabataş'ta gezicilerin tacizine uğradığını iddia etmişti. sonra bu tacizin kamera görüntüleri olduğu öne sürüldü, hatta ismet berkan "izledim ben" diye beyanda bulundu. görüntüleri önümüzdeki cuma yayınlayacağız demelerinin üzerinden onlarca cuma geçti, hazirandaki olayın görüntüsü (!) daha geçen hafta çıktı piyasaya. bir de baktık ki, taciz ne coşkun kim, yok öyle bir dünya. şaşırdık mı, hayır.

bu esnada ismet berkan bir açıklama yaptı mı bilmiyorum, kendisini zaten takip etmezdim, şu günlerde de karşıma çıkmış değil. fakat balçiçek ilter han'fendi ki kendisi bu olayın varlığından emin olan ekiptendir, "o öyle dedi ben de öyle haber yaptım çünkü kadının beyanı esastır" benzeri bir açıklama yaptı.

sonrası olaylar olaylar, kadının beyanı esas mıdır, öyleyse bu yanlış değil midir, çünkü bakın burada tutmadı, vs vs.

bir yandan, kadının beyanı esastır ilkesinin tartışılması bir anlamda iyidir, çünkü her tartışma bilinçlenmeyi getirir. öte yandan, allahaşkına, balçiçek ilter'in bu beyanı esas alarak haber yapmasıyla, bir ceza hukuku ilkesinin ne alakası var? hukuki bir tartışmayı, balçiçek ilter'ın kerametinin kaynağı meçhul bir akıl yürütmesine dayandırmak nedir? yargılama ilkelerini özgürlüğü üzerinde şüpheler bulunan bir medyanın tiraj kaygıları üzerinden mi tartışacağız?

sırasıyla gidelim ki, balçiçek hanım daha ilk maddede derhal aradan çıksın.

kadının beyanı esastır meselesi bir yargılama ilkesidir. yani bunun uygulanacağı veya uygulanmayacağı ortam yargı ortamıdır. somut olayın hukuki sürecinde görevli olmayan herhangi birinin bu ilkeye dayanarak kendince bir hukuki çıkarıma varması mümkün değildir. "ben beyana bakarım, beyan varsa tamamdır." demek, yargıyı aradan çıkarmaktır ve kusura bakmayın hanımefendi, haddiniz değildir.

şimdi kaldık mı biz bize.

arkadaşlar bu ilkenin içinize tam olarak sinmeme sebebini biliyor ve anlıyorum, kaygınızda haklısınız. diyorsunuz ki, sırf beyan üzerinden gitmek olur mu, bu uygulama kötüye kullanılmaz mı, hiç suçu olmayan adamların ceza almasına sebep olunmaz mı?

ama işte o öyle değil. kadının beyanının esas olması, bu beyana göre karar verilmesi anlamına gelmiyor çünkü. geldiği anlam, kadının beyanı üzerine soruşturma açılabilecek olmasıyla ilgili. ki bunun da son derece önemli ve gerekli olduğuna koşulsuz inanıyorum.

bunu iki yönden inceleyelim. birincisi, malum, kadın hak arama yollarını hala tam olarak kullanamayan bir figür. karakola gidip kocasını şikayet ettiği zaman, oradaki kadın memurlar tarafından bile "kocandır, olur böyle şeyler" diyerek evine geri gönderiliyor. savcıya gidip koruma istiyor, savcı beyimiz daha dosyanın yüzüne bakmadan kadın sokak ortasında katlediliveriyor. tecavüze uğruyor ki bebeklikten yaşlılığa kadar her yaşta başa gelebilen bir şey bu biliyorsunuz, ya kimseye söyleyemiyor, söyleyince de ya öldürülüyor ya da tecavüzcüsüyle evlendiriliyor, hangisi daha ağır karar veremedim. geçinebilmek için işe giriyor, patronun tacizini kime anlatabileceğini bilmiyor, çünkü o işe muhtaç ve yanında onu dinleyebilecek kimse yok. kadınlık böyle bir şey, uyanın da balığa gidelim.

şu koşullarda, "önce tacize uğradığını ispat et bakalım" diye bir şey olabilir mi? önemli olan kadının hukuku yanında hissedebilmesidir. bu insanların can ve beden güvenliğinin sağlanması, onlara bu güvenin verilmesi başka türlü nasıl mümkün olacak?

diğer yön, suçun niteliğinden bağımsız. şimdi tacizden tecavüzden uzaklaşın, herhangi bir suç düşünün. hakaret olur, hırsızlık olur... diyelim ki iş arkadaşınızın size ait cep telefonunu çaldığını iddia ediyorsunuz. belki o arkadaş o gün ülkede bile değildi ama siz tutturdunuz, yok o çaldı ben biliyorum diye. gittiniz savcıya anlattınız derdinizi. savcı, o kişinin o gün gerçekten de yurtdışında olduğunu, soruşturma açmadan nasıl bilebilir?

tabii ki soruşturma açılacak, savcı delil toplayacak, günün sonunda bakacak ki bu adamın bunu yapması mümkün değil, takipsizlik kararı verecek. şikayetçinin beyanı burada bile dikkate alınmak zorundayken, bir insanın ruh ve vücut bütünlüğü sözkonusu olduğunda neden alınmamalı?

bu arada ispat konusuna geri dönmek istiyorum çünkü "kişinin tecavüzcü olmadığı ispat etmesi" tepki uyandıran bir durum. iyi de, peki kadın o kişinin kendisine tacizde bulunduğunu -eğer ispat vasıtası yoksa- nasıl ispat edecek?

ortada sadece kadının lafıyla erkeğin lafının bulunduğunu, ikisinin de başka ispat vasıtasının olmadığını düşünelim. ilke işte en çok burada sorundur.

kadının beyanı, evet soruşturma için esas olmalıdır, ama mahkeme kararına da esas oluşturabilir mi? iki tarafın da delili yokken, salt lafa bakılarak karar verilebilir mi?

bu durumda önce lafa bakılır laf mı diye, sonra adama bakılır adam mı diye. gülmeyin, ciddiyim ben.

mesela geçenlerde bir avukat abimiz bahsetti, size de anlatayım. bir kadın meslektaş tacize uğrayıp adamdan şikayetçi olmuş. adam hakkında dava açılmış, ifadesi alınacak. neyse işte adam tabii ben yapmadım etmedim ispatı yok filan diyor. hakimin buradaki akıl yürütmesi bence son derece mantıklı: "iyi de kardeşim, bak bu kadının işi gücü sosyal konumu var, bizim toplumumuzun hali malum, neden durduk yerde senin gibi alakasız bir adama üstelik de böyle bir ithamda bulunsun?"

yani hakimler davalarda somut olay değerlendirmesi yapıyor. acaba bu kadının o adama böyle bir ithamda bulunmasının sebebi var mı yok mu, bunu anlamaya çalışıyorlar. yani sırf "hmm kadın diyorsa tamam kesin olmuştur böyle bir olay" diye bir şey yok. (tabii bunun karşısında direkt beraat filan veren hakimler de yok değil, ben doğru düzgün araştırma yapanlardan bahsediyorum.)

kaldı ki, civangate günlerinden kalma atasözümüzü buraya uygularsak, tacizin belgesi mi olur, tabii ki beyan dikkate alınacak. ne olacaktı, taciz eden kişi bir yandan iğrençliğini yaparken bir yandan daha iyi çıksın diye kameraya el mi sallayacak?

netice olarak, bu bir yargılama ilkesidir ve kişinin salt beyan üzerine soruşturulması esasını karşılar. gazetecilerin "beyan varsa suç da vardır" diyerekten gelin güvey olmalarını değil.

sevgiler,
göksun.

*
bu arada, konuyla ilgili akademiyen bakışı da isterseniz, şurada gsü kamu hukuku araştırma görevlisi eda aslı şeran ve paris-ecole des hautes études en sciences sociales'te doktora adayı zeynep koçak yılmaz'ın birlikte yazdıkları bir makale var. buyrun: http://birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=1097&makale=Kabata%FE+Olay%FDnda+%C7in+Krizi%3A+Kad%FDn%FDn+Beyan%FD+Esast%FDr+%DDlkesi

ne değişiklikler gördüm aslında yoktular...

selam,

haberleri okurken twitter sekmesini kapatmaya karar verdim, çünkü anlık tepkiyi tivit diye atınca blog yazacak hal kalmıyor. ama burada da laf lafı açtığı için haber okumak bütün günü alan bir eyleme dönüşüyor. yani okusam olmaz okumasam gönül razı değil. of duyarlı olmak çok zor. duyarlılık maaşı alamıyor muyuz, bu da bir tür maluliyet sayılamaz mı? tövbe yarabbim ne saçmalıyorum ben ya tamam.

onu bırakın da, chp anayasa mahkemesi'ne gitmiş, hsyk kanunu'ndan sebep.

hsyk değişikliğinin içeriğini siz biliyorsunuzdur, ben o ara gündemden uzaktaydım. özet geçiyorum, yeni 12 eylül'le zaten değişen hsyk demek yeteri kadar değişmemiş ki, konu 17 aralık sonrası tekrar gündeme geldi. hükümet, hsyk'yı adeta kendisinin irtibat bürosu filan haline getirecek bir kanun değişikliği yapmak istiyor. nitekim bu değişiklikler kabul edildi fakat henüz -şu günlerde twitter'da spam yağmuruna tutulmuş olan- cumhurbaşkanımızın onayından geçmedi. (bu onaydan geçemeyeceğine dair en ufak bir şüphesi olan varsa, yazık yahu rüyasından uyandırmayın.)

chp, henüz onaydan geçmeyen bu kanunu anayasa mahkemesi'ne taşıyarak bunun "yok hükmünde" sayılmasını talep etmiş. sebep de, düzenlemenin anayasa'ya aykırı oluşu.

arkadaşlar izninizle biraz teknikleşeceğim. bu iptal edilebilirlik/batıllık/yokluk konusu biraz karışık. bunların her biri birbirinden farklı şeyler. geçen sene tam da bu farktan bahsettiğim bir makale yazarken çok ağladım, oradan biliyorum. eğer aşağıdaki hukuki bilgilendirme kısmını atlamak isterseniz, bundan sonra trafik cezalarıyla ilgili habere geçeceğim, buyrun oradan devam edelim.

biraz önce "batıllık" dediğim, aslında hukuk terminolojisindeki butlan'ı karşılıyor. son yıllarda buna "kesin hükümsüzlük" deniyor. bu terim, bir şeyin "var" ama hüküm doğuramayacak nitelikte olmasını ifade eder. siz o işlemi aslında yapmışsınızdır, yani var etmişsinizdir, ama aslında hukuken o işlemin hiçbir etkisi yoktur ve olamaz. bu sebeple, sizin o işleme güvenerek yaptığınız sonraki işlemler de hükümsüz olur.tipik benzetme şudur ki butlan, çocuğun ölü doğması halidir. evet çocuk vardır ama aslında yoktur.

yokluk ise, bir anlamda butlan gibidir. yapıldığı sanılan işlemin yine hiçbir etkisi yoktur. ama aslında o çocuk hiç doğmamıştır.

örneğin birinden çek aldınız, daha doğrusu size "çek" denerek bir kağıt verildi. eğer bu kağıt, çek olmanın zorunlu unsurlarını taşımıyorsa, yani aslında hukuken o bir çek değilse, işte buradaki şey artık butlan değil yokluktur. çünkü ortada bir çek yoktur. veya diyelim ki evlendiğinizi sanıyorsunuz ama o kişi meğer nikah memuru değil de üzerine cübbe giyen herhangi biriymiş. nikah defteri yerine bambaşka bir şey imzalamışsınız. işte o evlilik batıl değildir, çünkü zaten hiç yoktur.

yokluk ve butlanın sonuçları da farklıdır. yok olan bir şey, düzeltilemez ya da ihya edilemez. yani olmayan bir şeyin sağıyla soluyla oynayarak onu var edemezsiniz. butlanda ise, işleri toparlama imkanınız vardır, çünkü ortada bir iş vardır. diğer bir fark ise; siz bir işlemin batıl olduğunu bile bile buna göz yummuşsanız, bunu sonradan gündeme getiremezsiniz. "zamanlaması manidar" deyip sustururlar. ama yokluk öyle değildir, yok olan şey hiçbir zaman yoktur, zamanlamanın bir manası olmaz.

iptal edilebilirlik ise çok kısa ve hiç karışık değil. hemen özet geçeyim; tahmin edeceğiniz gibi iptali istenen işlem gayet "vardır" ve hüküm de doğurmuştur. iptal kararı verilene kadar işlem halen yürürlükte ve geçerli olduğu için, o süreçte ona dayanarak yapılan işlemler de meşrudur. iptal edilebilirliği diğerlerinden ayıran şey işte tam olarak da budur.

çok uzattım hemen bağlıyorum. chp'nin bu kanun değişikliğini "yokluk" olarak nitelemesinin gerekçesini anlamadım. diyorlar ki, yapılan değişiklik anayasa'ya aykırıdır o yüzden de yok hükmündedir. nasıl yani? e zaten anayasa mahkemesi'nin varlık nedeni bu değil mi, kanuna uygun olan şeyi sen zaten neden anayasa mahkemesi'ne götüresin? o zaman hiçbir değişiklik aslında yoktu?

kaldı ki bu değişiklik usulüne uygun yapılmış mı? gerekli çoğunluk sağlanmış, gerekli bürokratik sürece uyulmuş, koşullar yerine getirilmiş mi? bu soruların yanıtını bilmiyorum ama olumluysa, o zaman "olmayan" ne? yani ortada bir şey "var," konu bu değil, konu olan şeyin hukuka uygun olup olmadığı. ki bu da artık bir butlan ya da iptal edilebilirlik sorunu.

öte yandan, eğer henüz -şu günlerde twitter'da spam yağmuruna tutulmuş olan- cumhurbaşkanımız onaylamamışsa, kanun değişikliği de henüz yapılmamış demektir. yani ortada daha dava açılacak bir şey dahi yok diye düşünüyorum. bir durun hele, önce değişiklik yapılmış ya da yapılma sürecinin tamamlandığı iddia edilmiş olsun ki hakkında taleplerimiz olabilsin. bu aşamada zaten olmayan ve olmuş gibi yürürlüğe de sokulmayan bir şeyin olmadığının tespitini istemek bana biraz garip geldi açıkçası. acaba chp'liler "zamanlaması manidar" denme endişesine filan mı kapıldılar; ya da içlerinde "durun, hukuk bu değil!" diyen mi yok?

bir göksun, sözünü her zaman tutar ve bunun için lannister olunmasına gerek yoktur. sosyal mesajımızı da böylece verdikten sonra, tuttuğumuz söze geri dönelim.

efendim deniyor ki, trafik yönetmeliği'nde değişiklik yapılmış, artık alkollü araç kullanmanın cezası daha da ağırmış.

pardon sevgili haber yazıcısı arkadaşım, uzayda mı yaşıyorsun?

arkadaşlar o cezalar zaten karayolları trafik kanunu'yla çoktaaan gelmişti. yeni değil, uygulanmaya başlanalı aylar oldu. bugün yayınlanan şey, o kanunun yönetmeliği. yani sadece, uygulanma şekline ilişkin bir yardımcı mevzuat. yeni ceza getirmiyor, mevcut cezanın uygulanma şekline ilişkin bir şey söylüyor.

kaldı ki, sevgili muhtemelen-uzayda-yaşayan arkadaşım, hukuk bilgisinden belli ki yoksunsun ama, seni biraz derin düşünmeye davet ediyorum. kanunda olmayan bir ceza, onun alt normu olan yönetmelikle getirilebilir mi? aklınızda olsun arkadaşlar, bir yasak ya da ceza kanunla düzenlenmemişse, yönetmelikle hiç düzenlenemez. yönetmelikler, tamamen dayanakları olan kanunların sınırları çerçevesinde kalmak zorundadırlar. eğer bunun aksini görürseniz, o yönetmeliğe karşı yargı yolunu işletebilirsiniz. ama onun prosedürünü şimdi anlatmayayım çok uzun.

bu arada yeri gelmişken, o cezayla ilgili söyleyeceklerim de var. kanun ve yönetmelik diyor ki, 0,50 promilin üzerinde alkollü araç kullananın ehliyetini ilk yakalanışta 6 ay alırım. peki tamam. hemen akabinde de diyor ki, ama diyor, eğer sen alkol muayenesini kabul etmezsen, o zaman iki yıl alırım.

nasıl yani? belki polis arıza çıkardı, ben "bir dakika ne oluyor" diyene kadar hoop tomayla girişti arabaya? belki ben daha "içmedim memur bey" derken "neee sen muayeneyi nasıl reddedersin!!!" diyerek yedim cezayı, laga luga derken imzayı da atıverdik? belki gerçekten kafam güzel, daha polis kim muayene nedir diye anlamadan, baktım gitmiş benim ehliyet iki yıl? altı ay gidecekken? nasıl iştir anlamadım.

ben bunu anlamayadururken, bir sonraki haber algımı iyice uçurdu. tipik bir yandaş basın haberi, "operasyonların arkasında cemaat var." tamam diyelim ki var, başkan'ın arkasında kim vardı on yıldır? neden bunları hiç konuşmuyoruz aziz ve muhterem din kardeşlerim?

gerçi onları konuşsak ne olacak, blog tarihimde muhtemelen on milyonuncu kez söylüyorum, memlekette muhalefet mi var? al bak yine bir gariplik, efendim chp'nin sarıyer'de seçime girememe ihtimali varmış. listeleri ysk'ya dokuz dakika da olsa geç teslim etmişler. dokuz dakika demeyin, 2009'da mhp'ye ilişkin emsal karar varmış, 25 dakika yüzünden mhp'nin seçime giremediği bir yer olmuş.

ysk benim de anılarımın olduğu bir kurul, o yüzden dakika hesabına girmeyeceğim. idari kurumlar ve kurullar böyledir, metne çok ağır bağlıdırlar. bu bir hukuk kültürü meselesi.

fakat asıl trajedi, chp'nin bu gecikmesine şaşırmamış oluşumuz. genel başkanının oy kullanamamışlığı olan bir partinin ilçe teşkilatı da böyle şeyler yapabilir, normaldir.

başka bir normallik, paralel devlet kuran bir yapının paralel sendika işine girmesi. iş hukuku benim yumuşak karnımdır, bu alanı çok sever ve çok özel bulurum. (söz bunun gerekçesini de anlatacağım bir gün.) sendikacılık deyince birden gözüm kulağım açıldı. iddiaya göre bu paralel yapı, işçileri örgütleyip sokağa dökmek için bir sürü sendika kuruyormuş.

imdiii, konuya birkaç yerden bakmak lazım. öncelikle şu "sarı sendika" kavramını açıklayalım. bunlar "işverenin araya soktuğu nifaklar" olarak özetlenebilir. yani işveren bir sendikayla gizliden anlaşır, işçiler bir şekilde bu sendikaya üye yapılır, böylelikle hem işçi kenidi örgütlü sanıp mutlu olur, hem de işveren lafını sözünü geçirebildiği kuzu bir sendika bulur, hem de sendika patronları bundan "memnun bırakılır." yani görünüşte herkes mutludur ama olan işçilere olmaktadır. sarı denmesinin de bir sebebi vardı, okumuştum ama hatırlamıyorum. fransa kaynaklı bir terim; fransa'da bu tür oluşan ilk (ya da en büyük) sendikanın binası sarı mıymış neymiş, öyle bir bağlantısı vardı.

"paralel sendikaya" gelirsek; bu sarı sendikayla aynı şey değil anladığım kadarıyla. "işçileri sokağa dökmek amaçlı" olduğu söyleniyor.

siz bu ülkedeki grev yasaklarını bilmiyor musunuz kuzum? işçiler patronları dışında kime karşı sokağa dökülebilirler? siyasi grev, hatta onu bırakın dayanışma grevi, bizim ülkemizde meşru mudur?

öte yandan, eğer veriler doğruysa son dönemde gerçekten bir sürü sendika kurulmuş. örgüt sayısındaki artış, örgütlenmenin de artacağını göstermiyor elbette. hatta ilk etapta bu bilince zarar bile verebilir. ama olsun, aşama kaydetmek iyidir ve işçi örgütlenmelerini artık her adım başında  görebiliyor olmak da bir aşamadır. sonra buna alışılır, fazlanın zarar olabileceği görülür ve olaylar gelişir. iş hukuku bilincine yönelik her şeyin bir şeyi var.

bir şeyi olan başka bir şey de, mustafa sarıgül'ün cumhurbaşkanımıza attığı "menşınsız tivit." her yerin kendinde bir adabı var, bu mention'suz taşlama da twitter alemlerine göre "metrobüste yer tutmak" gibi bir şey, yani ancak o kadar muteber. bana yapsalar muhatabımı menşın'layıp "müdür benim bana konuş!" diye bağırırdım.

neyse mustafa bey boş bir koltuk fotoğrafı paylaşıp, "türkiye cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı" yazmış. bence bunda hukuken de siyaseten de hiçbir sorun yok, eleştiridir ve hatta bence dikkate de alınmalıdır. fakat bunu haber yapan -ve şu an okuduğum- gazete, öyle bir anlatmış ki, oouuvvv meğer sarıgül bu şekilde cumhurbaşkanına hakaret etmiş olmuş da haberimiz yok. aman allah'ım bu nasıl olabilir, bu nasıl hakaret!!1!!

arkadaşlar tehlikenin farkında mısınız? "interneti ahlaksızlıktan arındıracağız" diyen zihniyetin ahlaksızlık dediği şey bu işte. boş koltuk. boş ya, bildiğiniz boş. üzerinde de "türkiye cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı" yazıyor. ama hakaret ve ahlaksızlık... bizim sosyal medya goygoylarımız hepten yalan oldu o halde, geçmiş olsun.

biz bunlarla uğraşırken, biliyorsunuz ukrayna bugünlerde karışık. ölenler 25'i bulmuş, yaralananlar yüzlerce. ben günlerdir başbakanımızdan "burada 3-5 kişinin hesabını yapıyorlar, bakın orada onlarca kişi öldü" benzeri bir açıklama bekliyorum ama gelmiyor. bu ilgisizlik ukrayna batıda kalıyor diye olabilir, bizim bu tarafta olsaydı şimdi oraya asker göndermek için tezkere hesabı yapıyor olurduk.

ah şimdi aklıma geldi, başkan çıkıp "milletimiz üzerinde başarılı olamayan faiz lobisiii, şimdi de ukrayna'yı hedef alıyorrrr!!!" der mi acaba? ama demez ya. ukrayna bizi ilgilendirmiyor, orada sünni kardeşlerimiz zulüm görmediğinden dolayı.

bunun dışında ufak tefek başka haberler de yok değil. mesela çamlıca camii besmelelerle yükseliyormuş, her gün 300 kişilik ekip işe besmeleyle başlıyormuş. allah kabul etsin tabii de, ister misiniz artık binalara da "helal" damgası vurulacak olsun? ben isterim zira nereden bileceğim oturduğum evin temelinde besmele var mı yok mu, şantiye şefi o gün abdestli miydi, kıyafetten taharet kurallarına uyuldu mu? önemli bunlar. rica ederim toki bakanlığımız  buna el atsın ve binaların girişine "binamız islami usûllere göre inşa edilmiştir" levhası zorunlu hale gelsin. lütfen.

başka bir ufacık haber, cumhurbaşkanımızın bir hsyk üyesi hakkındaki görüşü. yazının başında hsyk'nın iyice yürütmeye bağlanmak istediğine yönelik bir şeyler vardı zaten ama sayın gül konuyu son derece özet geçmiş, yorumsuz kopyalıyorum. (kaynak: yeni şafak, 19/02/2013 tarihli anasayfa, adres: http://yenisafak.com.tr/politika-haber/hsyk-uyesi-bana-bilgi-vermeliydi-19.02.2014-619653?ref=manset-9 )

"sizin atadığınız bir hsyk üyesinin açıklamaları var. 12 eylül'e benzetiyor. hsyk üyeleri bakanın memuru oluyor diyor.

evet ben atadım. ama benim atadığım üye keşke önce beni brife etseydi. ben herkese açığım."

şimdi lütfen başa dönelim, hem hsyk meselesini hem de müstakbel sansür uygulamalarını tekrar bir düşünelim. ama önce lütfen biri bana açıklasın, şu "brife etmek" nedir?

sevgiler,
göksun.

18 Şubat 2014 Salı

yetenekli bay erdoğan

selam,

çok uzun süredir (neredeyse 5 aydır) yazmadığımın farkındayım. canım istemedi.

yazmak için gündemi takip etmek gerekiyordu, o dönem bunun ömrümü kısalttığını hissettim. yaşanan dünyaya çok fazla yabancılaştığım, kendi dünyama ise çok fazla döndüğüm bir dönem oldu.

başka yazılarda da bahsetmiştim, ben ruh hallerinden de sıkılabilen bir insanım. işte o halimden de sıkıldım, e madem o zaman eski okumalı yazmalı günlerime geri döneyim dedim. ya da belki aslında olan başka bir şeydi; yabancılaşmayı o kadar abarttım ki, artık bizzat kendime de uzak olduğum için, dünyayla arama mesafe koymanın bir anlamı kalmadı. her neyse.

öte yandan, yazmaya geri dönmek için aslında bugün iyi bir gün değil. çünkü hiçbir şeyle temas edesim yok. ama tam da bu sebeple, yani kendimle olan temasımı azaltmak için, yazmak işime yarayabilir.

hayırlısı.

*
geçenlerde, nasıl olduğunu hatırlamıyorum ama bir şekilde kendimi yeni şafak'ın sitesinde buldum. biraz gezinince, haberlerin veriliş şekli ve içerikleri ilginç geldi. daha önce o tarafın gazetelerine zaman ayırmamıştım. sonra birinin röportajına rastladım, kimdi hatırlamıyorum, "eğitim sistemi chp'li yetiştiriyor" filan dediğini gördüm. işte o an, artık bir yeni şafak okuru olmaya karar verdiğim andır. çünkü belli ki çok acayip kafaları var.

önce yeni şafak'ın, akabinde ise bir karşı duruş olarak da sol gazetesinin ana sayfalarına gitmek istiyorum ama sanırım sol'a vaktim kalmayacak. bugünlük yeni şafak'tan gidelim ama bundan sonrası için planım iki gazeteye birden bakmak.

*
bugün başkan'ın grup konuşması vardı malum, salılarımız sallanıyor.

ilk iş, 28 şubat'taki "beceremediniz" başlığını bu milletin unutmayacağını hatırlatmış.

şimdi bu millet lafı biliyorsunuz ki pek meşhur. lakin ben bunun karşıladığı şeyin tam olarak ne olduğunu halen bilemiyorum. mesela bunun yerine halk denince ne oluyor, ben millet miyim halk mıyım, belki toplum da olabilirim.

eğer cümleden "beceremediniz başlığını unutmayana millet denir" çıkarımını yapmalı isek, o zaman ben başka bir şey oluyorum zira o başlığı bilmiyordum bile. bu elbette benim cehaletimdir, 28 şubat zamanı 13 yaşındaydım ama sonrasında da o dönemi fazla kurcalamadım. inkar etmiyorum. öte yandan, gayet 29 yaşımın son derece canlı hatıraları arasında bir "canım feda" vakası var ki, işte onu unutursam kalbim kurusun.

o halde madem millet değilsem sayın başkan, aşkolsun, şimdi biz neyiz?

*
"hayır internete sansür, kısıtlama gelmiyor. sadece şantaj ve ahlaksızlığa karşı tedbir alınıyor." iyi de, neyin şantaj neyin ahlaksızlık olduğuna nasıl karar veriyoruz başkanım?

mesela bana kalırsa, haber içeriklerine müdahale etmek hem şantaj hem de ahlaksızlık içerebilecek bir davranış. nasıl oluyor bunlar tam olarak, onu bir açıklayabilir miyiz?

*
"belediyecilik nedir bilmeyen birileri haliç metro köprüsü silüeti bozuyor diyor. yetişemedikleri üzüme koruk diyorlar." tabii siz böyle başlayan bir beyanın, o üzüme neden yetişilemediği konusuna bağlanmasını bekliyorsunuz. çünkü makul okur olmak bu beklentiyi gerektirir.

ama dostlarım, inanın ki "makul" aslında sizin bildiğiniz gibi bir şey değil. zira bu beyandan sonra başkanımız, uzuuuun uzun, hastane inşaatlarından girip tablet bilgisayarlardan çıkmış. bunun konuyla ne ilgisi olduğunu inanın anlamadım ama zaten anlamayacaktım; zira benim mercimek beynimin, başkan hazretlerinin ilişkilendirme sistemini anlayabileceğini nasıl düşünebilirim. haşa.

netice olarak, yazılanları okudum ve metro köprüsünü eleştirenler haksız çünkü başkanımız tablet bilgisayar dağıttığından ötürü. sorusu olan?

*
şimdi bakın aşırı efsane bir ilişkilendirme silsilesi geliyor.

1. belediyecilik nedir bilmiyorlar.
2. okullara 1 milyon bilgisayar gönderen hükümet, interneti engelliyor derseniz size dünyanın her yerinde gülerler.
3. geniş bant internet aboneliği sayısı göreve geldiğimizde 20 bindi, şu anda 34 milyona ulaştı.
4. yeni internet düzenlemesinden en fazla faydalanacak olan chp ve mhp'dir. çünkü kasetlerle en fazla tehdit edilen onlardır.

başkan naptınız siz öyle ya? bu arada artık kendisine "sen" diye hitap edemiyorum ne olur ne olmaz. tanrı'yla konuşurken bile senli benli olan bir toplumun geldiği hale bak çay demle.

neyse konuya dönersek, sanırım başbakanımız,

1. (belediyecilik bilmenin tablet bilgisayarla ilişkisini biraz önce irdelemiştik)
2. bilgisayar gönderince sansür karşıtı olunacağını, çünkü birkaç devreden ibaret bir aletle o aletin ulaşabileceği bilgilerin aynı şey olduğunu düşünüyor. elinize bilgisayarı alınca gerisi hoop sınırsız içerik çünkü.
3. küçük bir ihtimal ama, geniş bant dediğimizi pilates bandı sanıyor olabilir - fakat 10 sene önce pilates de yoktu ki memlekette... burada ebru şallı'dan rol çalma olabilir, dikkat.
4. bunu hiç açıklayamıyorum. ahshahshahs ay sinirim bozuldu pardon.

*
chp'ye demiş ki:

"... patronunuzun ananaslı, tespihli ses kayıtlarını yayınlayın. beddua görüntülerini dinleyin hep birlikte amin deyin.

malum medya haber yapmış, ak partili olmayanlar memur olamıyormuş. siz paralel devleti oluştururken sizin zihniyetinizde olmayan kimseyi almadınız, bunun adımlarını attınız. bunlar elinizden gidince hoplamaya zıplamaya başladınız. artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak."

bir şey diyeceğim, daha çok yakın tarihe kadar, ananaslı hoca'nın etrafında dönenler kendileri değil miydi? tt arena'da "bitsin bu hasret" çağrılarını anthony quinn filan mı yapmıştı, biz çağrıları mı karıştırdık?

hadi onu geçtik diyelim, chp'nin paralel devleti tam olarak ne zaman oluşturduğunun izah edilmesi lazım. 10 küsur yıldır -kusura bakmayın ama- en ufak varlık emaresi gösteremeyen chp mi oluşturdu bunu? başkanım ciddi misiniz? hadi diyelim ki bu adamlar bu kadar cin fikirli, doğru düzgün oy bile alamazken samanlar altından dereler akıtıp bu işi başardılar. e siz ne yaptınız o arada demezler mi adama? armut değilse de ayakkabı kutusu toplamışlarsa demek ki.

bir de, sizin zihniyetinizde olmayan kimseyi almadınız meselesi var. ayol devlette iktidarın zihniyetinde olmayan mı kaldı, şirin baba'nın namaz kıldığı bir ülke haline geldik başkanım yapmayın rica ederim.

chp'li olmayan alınmadı da, kedi buradaysa et nerede, et buradaysa kedi nerede? hm?

*
"sizin insanlığınız öldü mü, vicdanınız bu kadar mı kara? o kadıncağız baş örtülü olmasaydı, bu olay olur muydu? 8 mart'ta hangi yüzle kadın haklarını koruyacaksınız."

başkanım, hatırlatayım.

dilşat aktaş
lobna allami
4 aralık 2010'daki gösteride polisin tekmelediği hamile öğrenci
hiç olmazsa yaşına hürmet edilmeyen mücella yapıcı
göz altında tacize uğradığını ifade eden onlarca kadın
daha bugün haber olan, koruma altındayken tecavüze uğrayıp hamile kalan ama kürtajına izin verilmeyen 15 yaşındaki çocuk,
evlendiğinde 12, doğum yaptığında 13, öldüğünde 14 yaşında olan çocuk

ve hamileyken sokağa çıkmasında sakınca görülen, varlığı sadece bir aile içinde ve sosyal politika unsuru olarak kabul edilen milyonlarca kadın...

baş örtülü müydü?

gezi'deki kayıplarımız, kadın mıydı?

vicdanınız bu kadar mı kara?

*
selametle,
göksun.