18 Temmuz 2013 Perşembe

Anayasa Mahkemesi'nin uzun tutukluluk süresi kararları

Selam,

Rutin Resmi Gazete kontrolünden Anayasa Mahkemesi kararlarıyla döndüm. Buyrun link:
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/07/20130718-22.pdf

Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru sonuçlarını önemsiyorum. Mesela bugün, ceza değil hukuktaki uzun yargılamayı konu eden bir karar da var. (Tutukluluk süresi kararları aşağıda.)

Fethiye'de bir araziniz var tamam mı. Bu arazi te 1950'lerde, orman işletme şefliğiyle sizin büyükleriniz arasında dava konusu olmuş. O süreç 1970'lerde sizinkiler lehine sonuçlanmış, tescili filan yapılmış, bugüne gelmişiz. Fakat o arada adına tescil yapılan büyüğünüz vefat ettiği için, artık mülkiyet sizin üzerinizde. Anlatabildim mi buraya kadar?

Derken, orman işletme bu kez 2002 yılında yeni bir tapu iptali ve tescil davası açıyor. Aradan nesiller geçmiş ama devlet kararlı, o arazi alınacak!

İşte AYM başvurusu, 2002'de başlayan bu davanın halen devam etmesine dayanıyor. Zira Hukuk Muhakemeleri Kanunu, "usûl ekonomisi" ilkesinden bahseder. Yani özetle der ki, "mahkeme, bekleme yapma!" İşte o ilke: "Madde 30 - Hakim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür."

Anayasa'daki hak arama hürriyeti ve AİHS'deki adil yargılanma hakkını biz hep ceza yargısı için düşünüyoruz fakat yargı yargıdır. Nitekim bu kurallar bu olayda da uygulanmış elbette.

Netice olarak AYM diyor ki,

- Başvurunun kabul edilebilir olduğuna,
- Anayasa'nın 36. maddesindeki makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine,
- Başvuruculara manevi tazminat ödenmesine,

oybirliğiyle karar verildi.

(Bu arada, AİHM / AYM yargısına yabancı olanlara not: Bu mahkemeler asıl davanın kendisi hakkında karar vermez. Yani o arazinin kimin hakkı olduğuyla ilgilenmez. O yüzden bu konuda bir karar da yok, sadece mahkemenin işini zamanında yapmadığına ilişkin bir karar var. Tazminat da onun için yani, arazi için değil.)

*
İkinci karar, uzun tutukluluk süresine ilişkin.

Başvurucumuz, Şubat 2007'de gözaltına alınıp akabinde tutuklanıyor. Aynı yıl haziranda hakkında dava açılıyor ve tutuklu yargılanıyor. Eylül 2012'de, başvurucunun avukatı tutukluluk süresinin azami süre olan beş yılı geçmiş olması sebebiyle tahliye talebinde bulunuyor ama talep reddediliyor. Bu arada müsnet suçlar da şu şekilde, silahlı örgüt kurma ve yönetme, nitelikli yağma, hırsızlık, mala zarar verme, konut dokunulmazlığını ihlal ve ruhsatsız silah bulundurma. Böyle sayınca gözünüzde büyütmeyin, herhangi bir ev hırsızlığını 3 kişi yapmışsanız da aynı şekilde yargılanabilirsiniz. Belki ev çok büyüktür mesela.

Yalnız bu başvuruda ilginç bir şeyler var. Tazminat istenmiyor, sürenin uzun olduğunun tespiti ve tahliye isteniyor.

AYM tahliyeye karar veremez orası tamam. Diğer tespit bakımından ise, Ceza Muhakemeleri Kanunu'nun 141. maddesi de göz önünde bulundurulmuş.

Bu madde özetle, yakalama - gözaltı - tutuklamayla ilgili tazminat taleplerine ilişkindir. Fakat tahliyeyle ilgili hiçbir sonuç içermez. Paranı alır, yatmaya devam edersin.

Adalet Bakanlığı, bu olay için AYM'ye sunduğu görüşte öncelikle CMK 141. maddenin işletilmesi gerektiğini yani AYM'ye gidilecek bir durum olmadığını belirtmiş. Fakat AYM, başvurucunun talebinin tazminat değil hukuka aykırılığın tespiti olduğunu, bu yüzden de 141'e gidilecek bir durum bulunmadığını belirterek başvuruyu kabul etmiş. 

Netice olarak, talep olmadığından tazminat da yok ama, tutukluluğun makul süreyi aştığı kararı var. Hayırlısı olsun.

*
Yine uzun tutukluluğa ilişkin bir karar, fakat bu sefer olumsuz. Kısaca geçeyim, buradaki başvurucu da toplamda beş yıldan fazla yatmış fakat teknik adı "tutuklu" olarak değil. Üç küsür yıl tutuklu kaldıktan sonra hakkında hüküm veriliyor, hükümlü olarak yatarken dosyası temyizden dönüyor ama tutuklu kalmaya devam ediyor, derken beş yıl bu şekilde doluyor.

Bakanlık, mahkeme, Yargıtay ve AİHM bu konuda aynı fikirde: Hükümlü olarak yattığın süre, tutukluluktan sayılmaz.

O yüzden, talep oybirliğiyle reddedilmiş.

*
Yine tutukluluk süresine ilişkin bir kararda, mahkemelerimiz tarih yazmış. Diyorlar ki, vatandaş aynı dosyada birkaç suçtan yargılanıyorsa, azami tutukluluk süresini her biri için ayrı ayrı dikkate alırsın. Yani ömrün tutuklu geçebilir, bu da sana koyabilir.

Bakın tekrar ediyorum, deniyor ki, atıyorum o dosyada 3 suç varsa, birinin beş yılı bitince öbürününki başlar.

Neyse ki AYM farklı düşünebiliyor.

"... Tutuklama tedbiri, bir yaptırım olmadığından aynı dosya kapsamındaki her bir suç için azami tutukluluk süresinin ayrı ayrı hesaplanması kabul edilemez....

... üst sınırlar ... hiçbir şekilde kişinin bu süre doluncaya kadar tutulabileceği anlamına gelmez. Aksine, üst sınırın aşılmadığı durumlarda dahi, somut olaylarda tutukluluk makul süreyi aşmıisa, anayasal hakkın ihlal edildiği sonucuna varılacaktır.

... Kovuşturmaya konu bu kadar suç olmasına rağmen tutukluluğun bunlardan biri üzerinden devam edeceğini, kanuni sürenin dolmasıyla birlikte bir diğerinin devreye girerek yeni bir beş yıllık sürenin başlayacağını kabul etmek tedbirin tabiat ve mahiyetiyle bağdaşmaz."

Yani, başvurunun kabul edilmesine, oybirliğiyle.

*
Sıradaki karar, haksız tutuklananlar için gelsin. Ama olumsuz.

(Anam bu kararda İbrahim Fırtına filan diyor ya la? Dur bakalım ne çıkacak. Bunu dikkatli okuyalım.)

Başvurucu, geçenlerde darbecilikten müebbet alıp sonra cezası 20 yıla çevrilen İbrahim Fırtına'nın harekat planının üst düzey görevlilerinden biri olmakla itham ediliyor. Bu sebeple Haziran 2011'de tutuklanıyor ve tutukluluğa itiraz ediyor.

İtiraz reddediliyor. "Bütün tanıklar dinlenmemiştir, yeni deliller elde edilmektedir, bunlara etki etme şüphesi vardır, vs vs." Yani her zamanki şablon.

Eylül 2012'de başvurucu hakkında 18 yıl hapis veriliyor, dosya halen temyizde.

Başvuru dilekçesinde iki temel dayanak var. Bunlardan birincisi, tutuklama gerekçesinin "kopyala + yapıştır" olması. Adli kontrol yöntemlerinden biri uygulanabilecekken, tutuklamanın hukuki gerekçesinin bulunmayışı. Diğeri ise, delil niteliği bulunmayan imzasız dijital evraklara dayanılıyor olması ve bu dijital evrakın gerçek olmadığı. Bundan bahsederken araya kararı veren mahkemenin tarafsız olmadığı da kondurulmuş.

Başvurucunun tutukluluğa ilişkin itirazları, zaman bakımından reddediliyor. Burada yavaş gidelim, işler karışmasın. Şimdi ilk olarak şunu hatırlamamız lazım, tutukluluk başka şeydir, hükümlülük başka. Hüküm, tutuklama kararını sona erdirir ve kişiyi artık hükümlü hale getirir. Yani tutukluluk haliniz bitti artık, siz hükümlüsünüz.

İşin karıştığı nokta bu. Normalde, dosya temyizdeyken siz ille içeride olacaksınız diye bir şey yok. Fakat karar celsesinde tutukluluk halinizin devamına karar veriliyorsa, siz temyiz sonucunu yine içeride geçireceksiniz demektir. Bu karar "tutukluğun devamı" kararıdır.

İşte başvurucu buna tutukluluk kararı diyorken, AYM hüküm olarak değerlendiriyor. Biraz kafa karıştırıcı bir durum. Bir anlamda başvurucu haklı, ortada kesin bir karar yok ve hükümlü sayılmamalı. Çünkü yargı süreci Yargıtay'da devam ediyor. Öte yandan, kesinleşmemişse de verilmiş bir hüküm de var. Hemen bakalım, AYM bunu nasıl açıklamış - sonra daha kısa da açıklayacağım:

"... kişi ... ilk derece mahkemesi kararıyla mahkum olmuşsa, mahkumiyet tarihi itibariyle de tutukluluk hali sona erer. Çünkü bu durumda kişinin hukuki durumu "bir suç isnadına bağlı olarak tutuklu" olma kapsamından çıkmaktadır ... Zira mahkumiyete karar verilmiş olmakla, isnat olunan suçun işlendiği, bundan failin sorumlu olduğunun sübuta erdiği kabul edilmekte ve bu nedenle sanık hakkında hürriyeti bağlayıcı cezaya ve/veya para cezasına hükmedilmektedir. Mahkumiyetle birlikte kişinin kuvvetli suç şüphesi ve bir tutuklama nedenine bağlı olarak tutukluluk hali sona ermektedir. bu açıdan mahkumiyet kararının kesinleşmiş olması ayrıca gerekmez. ... sanığın atılı suçu işlediği sabit görülmekte ve bu aşamadan sonra tutukluluğun dayanağı mahkumiyet hükmü olmaktadır."

Yani diyor ki, yargılanırken tutuklu olmanın gerekçesi, senin halen şüpheli olmandı. Suçu işleyip işlemediğin henüz sabit değildi ve biz seni henüz karar vermemişken içeride tutmak istemeyebiliriz. Fakat mahkeme kararı var ise, artık sen bu haltı yemişsindir. Yani içeride kalmanın dayanağı artık şüphe değil karardır. O yüzden de o tutukluluk, o tutukluluk değil.

Yalnız bu başvurucu biraz kadersiz. AYM, 23 Eylül 2012'den önce kesinleşmiş kararlara ilişkin başvuruları kabul etmiyor. Başvurucunun -itiraz edilen tutukluluğu sona erdiren- mahkumiyeti ise, 21 Eylül'de verilmiş. İki gün önce. Haliyle, bu başvurusu AYM tarafından zaman bakımından reddediliyor. Dikkatlerden kaçmasın.

Dijital belgelerle ilgili başvuru da, hukuk yollarının tükenmemiş olması sebebiyle reddedilmiş. Daha temyizi var bunun, nereye böyle? Oybirliğiyle red.

*
Valla bir karar daha var ama gerçekten yoruldum, kusura bakmazsanız. O da tutukluluk süresine ilişkin. İstanbul 10. Ağır Ceza, yukarıda da örneğinden söz ettik, "tutukluluğu her suç için yeniden başlatırım" demiş. AYM'de bunu reddediyor. Özü budur.

*
Tutuksuz günler,
Göksun.











17 Temmuz 2013 Çarşamba

Üçüncü Köprü'deki plan değişikliği hadisesi

Selam,

Üçüncü köprünün planlarında "ufak bir hata" olduğu ortaya çıktı biliyorsunuz. Ulaştırma bakanı, bu hatayı neredeyse "yol üzerinde kuş yollarına filan rastlayınca şeyapalım dedik..." gibi sözlerle açıkladı. Buyrun ilgili haber şurada: http://www.radikal.com.tr/turkiye/3_bogaz_koprusu_guzergahina_rotus-1141567#

Haberde göreceksiniz, 1/5000 ve 1/1000'lik planlardan bahsediliyor. İstedim ki hem bunların ne olduğunu anlatayım, hem de bunları anlattıktan sonra bakanın söyleminin garipliği iyice ortaya çıkmış olsun.

Şimdi arkadaşlar, normalde bir imar planı yapılacaksa bunu o planın yapılacağı yerin bağlı olduğu belediye yapar. Fakat malum, bu proje birden fazla ilçeyi ve hatta koca bir ülkeyi ilgilendiriyor. İşte bu tür planlar, doğrudan bakanlık yetkisinde. İmar Kanunu'nın 9. maddesine göre, bakanlık köprü planını kendisi yapıp kendisi bozabilir. Buraya kadar bir sıkıntı yok.

Bir an için, bu planın hiç Boğaz'la çevreyle filan ilgisinin olmadığını düşünelim. Alelade bir projeden bahsedeceksek, önümüzde bilmemiz gereken iki tür plan var:

Beşbinlik plan, "nazım imar planı" dediğimiz şey. Bu plan detaylı değildir, "anahat planı" olarak düşünülebilir. Daha yukarıdan bakar, nerenin yeşil alan nerenin yapılaşma alanı olduğunu filan belirler. Nokta atışı yapmaz.

Nazım imar planı her zaman "uygulama imar planı" ile birlikte gelir ki bu da binlik plan dediğimiz oluyor. Detayları ve neyin nasıl konumlanacağını bu plan belirler.

Hasılı, binlik plan zaten direkt olarak o projenin somutlaştığı plandır. Sen binlik plan yapıyorsan, zaten kuş yollarını ve su havzalarını bilerek konuşuyorsun demektir - yani olması gereken ve senden beklenen budur.

Fakat bu olaydaki binlik plan nerede ne olduğu bilinmeden yapılmışsa demek ki, birden kaynak sularına zarar verivermiş. Ya da belki kaynaklar bir gece ansızın yer değiştirmiş de olabilir, kim bilir. Neticede ülkede bir faiz lobisi gerçeği var.

Madem İstanbul Boğazı'ndan bahsediyoruz, o zaman açıp bakmamız gereken başka kanunlar da var. Örneğin, sadece İstanbul Boğazı'na özel apayrı bir kanun olduğunu biliyor muydunuz dostlarım? 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu, aslında 1983'ten beri hayatımızda.

Kanunun amacı, ilk maddede aynen şöyle açıklanıyor:

"Bu Kanunun amacı; İstanbul Boğaziçi Alanının kültürel ve tarihi değerlerini ve doğal güzelliklerini kamu yararı gözetilerek korumak ve geliştirmek ve bu alandaki nüfus yoğunluğunu artıracak yapılanmayı sınırlamak için uygulanacak imar mevzuatını belirlemek ve düzenlemektir."

Üçüncü maddede de bu alandaki planların genel esaslarına değinilmiş, ben sadece şu kısmını alıyorum ama aslında hepsi ilgili:

"e) Boğaziçi Alanındaki yapılar bu Kanun hükümlerine ve imar planları esaslarına göre yapılır, aykırı olanlar derhal yıkılır veya yıktırılır."

Kanunun tamamı için şuraya bakabilirsiniz: 
http://www.csb.gov.tr/turkce/index.php?Sayfa=sayfa&Tur=mevzuat&Id=22

Bitti mi, tabii ki bitmedi.

Boğaz, kendisine has bir kanunla korunduğu gibi Kültür ve Tabiat Varlıkları Kanunu ile de koruma altında. Bu kanunun üçüncü maddesine 2011 yılında yeni bir bent eklendi ve "doğal sit" kavramı tanımlandı. Şudur:

"“Doğal (tabii) sit”; jeolojik devirlere ait olup, ender bulunmaları nedeniyle olağanüstü özelliklere sahip yer üstünde, yer altında veya su altında bulunan korunması gerekli alanlardır."

Köprüye kurban verilmek istenen alanın ise 1995 yılından beri "doğal sit" niteliğinde olduğunu biliyoruz, zira Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun buna ilişkin kararı var. Yalnız tanım 2011'de gelmiş olmasına rağmen kavramın önceden beri kullanılıyor olması ilginç; demek ki yeniden tanımlanmaya ihtiyaç duyuldu.

Bir yerin kültür ve tabiat varlığı (kısaca sit alanı) olması demek, orada her istediğinizi yapamazsınız demek. "Bu eve çivi bile çakamazsın" muhabbeti aslında gerçek yani.

Fakat, bunu şu an konuyu araştırırken öğreniyorum, işin içinde iş var.

Biraz önce dedim ya, "doğal sitin tanımını neden te 2011'de yapmışlar ki" diye... Sebebi ortaya çıktı. Meğersem aynı tarihte, yani bu tanımı getirirken, kanuna bir madde eklemiş ve şöyle demişler:

"Taşınır tabiat varlıkları hariç tabiat varlıkları, doğal sit alanları ve bunlara ilişkin koruma alanları ile ilgili olarak bu Kanunda öngörülen iş, işlem ve kararlar bakımından görevli ve yetkili bakanlık, Çevre ve Şehircilik Bakanlığıdır."

Kısacası, adamlar "tabiatı senden öğrenecek değiliz" diyorlar. Koruma kurulu filan hikaye yani, bakanlık ne derse o olur. Fakat yine de, elimizin altında neyse ki hala altıncı madde var. Korunacaklar arasında şunu da saymış:

"Korunması gerekli tabiat varlıkları ile 19 uncu yüzyıl sonuna kadar yapılmış taşınmazlar"

Neyse bu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu işi biraz karıştırdı fakat özetle,

- Köprü güzergahı doğal sit alanıdır
- O yüzden özellikle korunması gerekir
- Fakat iktidar, 2011 yılında bir değişiklik yaparak bu alanlardaki inisiyatifi tekeline almıştır
- Bu son derece tehlikeli ve rahatsız edici bir durum olmakla birlikte, köprü güzergahı halen "korunacak yerler" arasında sayıldığı için her şey bitmiş değildir.

*
Tekrar Radikal'in haberine dönersek, görmüşsünüzdür, bakan "köprü güzergahında bazı mecburi sapmalar oldu" demiş.

Herhangi bir mimari projenin, hele ki İstanbul Boğazı civarındaysa, "kafaya göre" yapılamayacağını bilen insanlar olarak şunu soramaz mıyız: Sen evinin bahçesine çit mi dikiyorsun da inşaatı "biraz şuraya sapalım, şurada az sollu gidelim, belki şurada küçük bir avm vardır..." filan diye diye yapıyorsun?

İnşaat, gerekli değişikliklerin plana işlenmesi için durdurulmuşmuş. Abi resmen inşaatı başlatıp planı ona uydurmak bu ya, bu kadar aleni yapmayın bari ayıp ya.

*
Tüm bunların yanında, yine bu konuyu araştırırken evlerimize şenlik yeni bir yönetmelik buldum. Resmi Gazete'ye de aslında her gün bakarım ama demek ki o gün canım sıkkınmış, pek ilgilenmemişim.

2 Mayıs itibariyle "Tabiat Varlıkları ve Doğal Sit Alanları ile Özel Çevre Koruma Bölgelerinde Bulunan Devletin Hüküm ve Tasarrufu Altındaki Yerlerin İdaresi Hakkında Yönetmelik" diye bir yönetmeliğimiz var. Buyrun link: http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/05/20130502-13.htm

Ne olduğu birinci maddede açıkça yazıyor. Zahmet etmeyin ben özetleyeyim, devletin elindeki tabiat alanlarından para kazanma yönetmeliği. Kiraya verme, işletme, tahsis filan. Daha da özet geçeyim, bildiğimiz peşkeş yani. Zaten artık koruma kurulu filan da yok buralar için, yukarıda bahsi geçmişti, 2011'de direkt bakanlığa geçmişti karar yetkisi.

Yani hayatımız, aslında düşündüğümüzden de zor arkadaşlar. Tahliyelere seviniyoruz ama, aslında hepimiz farkında olmadığımız bambaşka parmaklıkların içindeyiz.

Bu arada yeri gelmişken, metro kullananlar görmüştür, bugünlerde bir özel üniversitenin reklam afişleri var merdivenlerde. "Gelecek umut dolu, çünkü ben tasarlıyorum" diyen genç bir kız ve oğlan var, arkalarında da tasarladıkları "umut dolu" gelecek. Pardon da, o özel üniversitenin sahipleri o afişi reklam diye koymaya hiç mi utanmamışlar? Öyle bir görsel ki, aman Allah'ım, griden başka renk ve nanometrik bir bitki dahi yok. Üstelik biz ağaç kestirmemek için başlayıp bambaşka ufuklara genişleyen bir hareketin 40 küsürüncü günündeyiz. Dalga filan geçiyorlar herhalde, yazık la kimin geleceğiyse...

Köprü hikayesi budur arkadaşlar. Çevresel ve hukuki değerlendirmeyi Şehir Plancıları Odası vaktiyle yapıp yayınlamış, buyrun 2010 tarihli "Üçüncü Köprü Değerlendirme Raporu," elinizin altında dursun:
http://www.spoist.org/dokuman/Raporlarimiz/spoist_3.koprurapor.pdf

Çok sevgiler ve bol yeşil günler,
Göksun

5 Temmuz 2013 Cuma

Basın İlan Kurumu'na şikayet dilekçesi örneği

Selam yeniden,

Basın İlan Kurumu'na Hasan Karakaya ile ilgili gönderilecek şikayet dilekçesini yazdım. Buraya dosya eklenip eklenmediğini bilmediğim için metni kopyalayıp yapıştırıyorum. Herhangi bir durumda, alıntılanan yerleri filan değiştirip metni somut olaya uygun hale getirerek buyrun tepe tepe kullanın.

BİK'e şikayetlerin sonucunda doğrudan yazara bir yaptırım uygulanmıyor. Fakat gazetenin birkaç gün reklam almamasına karar verilip gazetenin kendisinin maddi kayba uğraması sözkonusu oluyor.

KAV mail grubunda bu yazara karşı kullanılabilecek hukuk yollarını konuşurken, Tora (Pekin) "Bir gazeteyi hukuka uygun yapma yoluna zorlamak ile bir yazarı davalar yoluyla yazamaz hale getirmek arasında bir fark görüyor ve toplu dava açma fikrine sıcak bakmıyorum." fikrini belirtti. Son derece önemli bir ayrım bu, açıkçası ben bunu görememiştim. Dava fikrinden henüz vazgeçebilmiş değilim - ki zaten geçmesem ne fayda, açacak param yok - ama Tora'nın söylediğini gerçekten önemsiyorum.

Buyrun, BİK dilekçesi aşağıdaki gibidir - kopyala yapıştır yapınca biraz bozuk çıkıyor lütfen kusura bakmayın:

*

BASIN İLAN KURUMU YÖNETİM KURULU BAŞKANLIĞI’NA


Şikayet Dilekçesidir


Şikayetçi                    : ......................
                                   ..........................

Şikayet Edilen           : Yeni Akit Gazetesi
                                   Halkalı Cad. Siteler Sk. No.19 Bağcılar İstanbul

Konu                          : Şikayet edilen gazetede Hasan Karakaya imzasıyla 01/07/2013 ve 02/07/2013 tarihlerinde yayınlanmış olup www.yeniakit.com adresli sitede halen ulaşılabilir durumda olan yazıların şikayet edilmesi ve gazete hakkında yaptırım kararı verilmesi talebidir.

Açıklamalar               :


1.      Somut Olayın Özeti

Şikayet edilen gazetenin 01/07/2013 tarihli nüshasında, Hasan Karakaya’ya ait olan köşede “Türkiye, Brezilya, Mısır… Her Soruya Bir Cevabım Var!” başlıklı yazı yayınlanmıştır.

Anılan yazıda, 31 Mayıs 2013 günü başlayan Gezi Parkı eylemlerine katılan vatandaşlar hakkında aşağılayıcı ve hakaretamiz ifadeler kullanılmış olup, bu ifadelerin ulusal bir yayın organında kullanılmış olması son derece endişe vericidir.

Aynı yazar, aynı gazetede yer alan 02/07/2013 tarihli ve “Anaç Domuz ve Yavrularının Arasında Koyun Yaşar mı?” yazısında ise, bu kez Taksim’de bulunan tüm vatandaşlara ilişkin “manyak” ve “psikopat “ ifadeleri kullanmıştır.

Kullanılan ifadeler ve hukuka aykırılık sebepleri aşağıda açıklanmıştır. Görüleceği üzere, kurumunuzun 195 sy. Kanun’un 49. maddesi uyarınca şikayet edilen tarafa yaptırım uygulamasını talep etmek zorunlu hale gelmiştir.


2.      Şikayet Konusu İfadeler

01/07/2013 tarihli yazıda,

“Orası, “Tahrir” değil de, sanki “Taksim” meydanı... Çünkü Taksim’deki “embesiller” de aynı sloganı atıyorlardı;
“Taaayip istifa!”
Ulan “salak oğlu salak”lar;
Tayyip Erdoğan veya Mursi, ya da Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff istifa edince kim gelecek yerine?..
Ya “asker” gelecek,
Ya da “ara hükümet” kurulacak...”

Hem “Demokrasi” diyeceksin, hem “Demokratik tepki hakkımı kullanıyorum” diyeceksin, hem de polise taş ve molotof atarken yüzünü “maske” ile gizleyeceksin!..
Ulan “köpek oğlu köpek!”
Ulan pezevenk!..
Ulan kaltak!..
“Demokratik hak”ların “taş”larla, “mo-lotof”larla, “tabanca” ve “bıçak”larla istendiği nerede görülmüş?.
Hem saldırıyorsun, hem de “Anneee!.. Polis beni dövdü” diye ciyaklıyorsun!..
Polis niye dövdü seni?..
Nerede dövdü?..
“Çay bahçesi”nden dönerken mi dövdü, yoksa “kütüphane” veya “piknik”ten dönerken mi?..
Ulan, yolda yürüyen adamı polis niye dövsün, niye tazyikli su sıksın?.

01/07/2013 tarihli yazıda ise,

Ulan, “psikopat”ları öldürmeye kalksan, Taksim’de adam mı kalırdı?..
Hepsi manyak,
Hepsi psikopat!..

ifadeleri kullanılmıştır.


3.      Hukuka Aykırılık Sebepleri

Yukarıda alıntılanan birinci yazıda, hükümetin istifa etmesini isteyen insanların tamamının embesil ve salak olarak nitelendiği zaten izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Hükümetin istifasını talep edip etmemek her kişinin kendi karar vereceği öznel bir karar olup, bu özelliği embesillik veya salaklıkla bağdaştırmak hukuken veya ahlaken açıklanamaz.

Embesil ve salak, gerek kullanım şekli gerekse Türk Dil Kurumu’nun verdiği anlamları itibariyle, hakaret ve aşağılama amaçlı kullanılan kelimelerdir. Hükümetin istifa etmesini veya hükümet yerine muhtelif yönetim birimlerinin kurulmasını talep etmek, yazarın kişisel siyasi görüşü ile elbette ki bağdaşmayabilir, fakat bu bağdaşmama halini aşağılayıcı bir dille ifade etmek hukuken korunmamalıdır. Aksinin kabulü, mevcut bir işleyişin sona ermesini isteyen veya bu işleyişten memnun olmayan hiçkimsenin akıl sağlığının yerine olmadığının da kabulünü gerektirir.  

Aynı yazıda, demokratik hak kullanımı esnasında yüzüne maske takmaya mecbur kalmış insanlara bu dilekçede tekrar etmekten bile kaçınılan birtakım hakaretlerde bulunulmuştur.

Her ne kadar hakaretlerin polise taş veya molotof atan kesime yönelik olduğu öne sürülebilecekse de,

-          Demokratik hak kullanımı, polise taş ve molotof atılmasıyla bağdaştırılmış ve haklarını kullanan insanlar sanki böyle eylemlerde bulunuyormuş gibi bir algı yaratılmıştır.

-          Gezi Parkı eylemlerinin polis tarafından ne şekilde bastırılmak istendiği, kanaatimizce tarafınızın da malumudur. Son derece yoğun olarak biber gazı kullanıldığı bilinmekte ve zaten ilgili idareler tarafından da teyit edilmektedir. Şu durumda, taş atsın ya da atmasın, hatta eyleme katılsın veya katılmasın, iş, konaklama, o bölgede yaşıyor olma ya da eyleme katılma sebeplerinden hangisiyle olursa olsun o an Taksim’de bulunan herkesin maske takmak zorunda olduğu açıktır. Bu itibarla, maske takan herkesi direkt olarak taş atma veya molotof atmayla ilişkilendirmek basın ahlak ilkelerine aykırı olduğu gibi, TCK anlamında suç isnadı da oluşturmaktadır.

-          Yazıda, polisin dövdüğü insanlardan sanki bu davranışı hak etmişler gibi söz edilmiştir. Öncelikle, polisin hiçbir hal ve şartta vatandaşı dövme hak veya yetkisinden söz edilemez. Polisin vatandaş üzerindeki fiziksel yetkisi, kanuni koşullara uymak kaydıyla yakalamaktan ibarettir.

Polisin hiçbir şekilde, kişi ister yazarın belirttiği gibi taş atmış ya da çay bahçesinden çıkmış olsun, vatandaşı dövme yetkisi asla yoktur ve olamaz. Yazıda ise, sanki eylemciyi dövmek polise verilmiş bir hak gibi gösterilmiş ve şiddet meşru kılınarak halkı bu şiddete özendiren bir dil kullanılmıştır.

Kaldı ki, asla kabul anlamına gelmemek üzere belirli insanlara şiddet gösterilebileceği düşünülse bile, polisin bu ayrımı nasıl yaptığının yazar tarafından izah edilmesi gerekir. Kişinin “suçlu” sıfatını edinmesi, ulusal ve ulusalüstü tüm hukuklarda kesinleşmiş bir yargı kararını gerektirir. Ortada değil karar, başlamış bir adli süreç bile yokken polisin insanlara şiddet uygulamasını meşru göstermek, en hafif ifadesiyle hukuksuzluğun yüceltilmesidir.

Şiddetin meşrulaştırılması konusunda son olarak söylenmelidir ki, anılan olaylara ilişkin pek çok video kaydı ve görüntü mevcuttur. Bu görüntü ve kayıtlarda, polisin elinde hiçbir suç unsuru bulunmayan ve hatta eyleme destek vermekte dahi olmayan insanlara da şiddet göstermiş olduğu sabittir. Yazıda ise, hem bu kişilere küfürler edilmiş ve suç isnadında bulunulmuş, hem de eyleme katılmış olsun ya da olmasın, bölgedeki insanlara kullanılan şiddet meşru gösterilmiştir.

-          Bu yazıyla ilgili bir diğer husus, ulusal yayın yapan bir organda halkın bir kesiminin aşağılanması ve birtakım küfürlerin açıkça ifade edilmiş olmasıdır. Bu durum basın ahlak ilkelerine tek başına aykırılık teşkil etmekte olup, konuya aşağıda ayrıca değinilecektir.

Şikayet konusu ikinci yazıda ise, yine hiçbir ayrım gözetilmeksizin, Taksim’de bulunan bütün insanların manyak ve psikopat olduğu son derece net olarak ifade edilmiştir. Tekrardan kaçınmak adına, kişileri yaftalamak ve itham etmek bağlamında yukarıdaki beyanlara atıf yapmakla yetinilmektedir.


4.      Şikayet Konusu İfadelerin 129 sy. Genel Kurul Kararı Kapsamında Değerlendirilmesi

195 sy. Kanun’un 49. maddesinde yer alan Basın Ahlak Esasları, 18/11/1994 tarihli ve 129 sy. Genel Kurul Kararı ile belirlenmiştir. Bu esaslar ilgili kararın 1. maddesinde 17 bent halinde sıralanmış olup, şikayet konusu yazılar 5 tanesini doğrudan ihlal eder niteliktedir.

129 sy. Genel Kurul Kararı’yle belirlenen ilkelerden,

-          md.1/1-c’ye aykırı olarak suçsuzluk ilkesi ihlal edilmiş,
-          md.1/1-e’ye aykırı olarak şiddet özendirilmiş ve meşru gösterilmiş,
-          md.1/1-h’ye aykırı olarak ahlaka aykırı yayın yapılmış,
-          md.1/1-ı’ya aykırı olarak aşağılayıcı sözcükler söylenmiş, hakaret edilmiş, sövülmüş, iftira ve haksız isnatta bulunulmuş,
-          md.1/1-k’ya aykırı olarak kişiler kınanmış, aşağılanmış, vicdan düşünce ve anlatım özgürlükleri hukuka aykırı şekilde sınırlanmış, sarsıcı veya incitici yayın yapılmıştır.

Hal böyle olunca, anılan yazılara ilişkin olarak kurumunuza başvurmak zorunlu hale gelmiştir.


Sonuç ve İstek           :

Yukarıda gerekçesi açıklandığı üzere, Yeni Akit gazetesinde yukarıda belirtilen tarih ve başlıklarla yayınlanmış ve www.yeniakit.com adresinden de hala ulaşılabilir olan yazılar sebebiyle, şikayet edilen Yeni Akit gazetesinin 195 sy. Kanun’un 49. maddesinde yer alan Basın Ahlak Esasları Hakkında Genel Kurul Kararı’nın md.1/1-c, e, h, ı ve k’ya aykırı yayın yaptığının kabulü ile şikayet edilen hakkında 49. maddede yazılı en ağır yaptırım kararının uygulanmasına karar verilmesini saygı ile talep ederim. 08/07/2013

Şikayetçi
.......................




4 Temmuz 2013 Perşembe

Karakaya konusunda gelen eleştirilere cevaplar

Selam herkese,

Üç gündür Hasan Karakaya'ya takmış durumdayım, hukuk yollarını kurcalayıp duruyorum. Aklımdakiler başka hikaye şimdi ona girmeye gerek yok, ben dün baroya yazdığım yazının hesabını vereyim...

Önce, hala okumayanlar varsa, yazıların linki aşağıda. Bu yazıya, HK'yı okuduktan sonra devam edin.

- Embesil, pezevenk, kaltak vs: http://www.yeniakit.com/turkiye-brezilya-misir-her-soruya-bir-cevabim-var-2006yy.htm

- Psikopat: http://www.yeniakit.com/anac-domuz-ve-yavrularinin-arasinda-koyun-yasar-mi-2020yy.htm

Embesil kelimesinin bir iltifat gibi kaldığı yazısından sonra, aklıma ilk olarak Orhan Pamuk içtihadı geldi. Madem "Bir milyon Kürt öldürüldü" ifadesi sebebiyle her bir TC vatandaşı olarak tazminat talep edebilme hakkımız vardı, o zaman Gezi eylemlerine katılan her bir vatandaş olarak HK'ya da dava açabilmeliydik.

Fakat malumunuz, artık dava açmak sadece parası olana tanınmış bir ayrıcalık haline geldi. Bilmeyenlere açıklayayım, eskiden dava açmak pahalı bir şey değildi. Talep ettiğiniz tazminat nispetinde bir nisbi harç öderdiniz, çok yüksek olmayan ayrı bir standart harç da vardı, davanız böylece açılmış olurdu. Eğer tanık, bilirkişi, keşif vs. gibi masraf kalemleriniz olacaksa, bunlar yargılama sürecinde ayrıca ödenirdi. Eğer ödenemezse hakim size yeniden süre verebilirdi, yine ödenmezse ancak o zaman sıkıntı olurdu. İki duruşma arasının ayları bulabildiği düşünülürse, size verilen süre de hiç yetersiz sayılmazdı.

Yeni Hukuk Muhakemeleri Kanunu bunu değiştirdi. Artık davaları açarken, müstakbel masraflarınızın tümünü bir defada vermeniz gerekiyor. Yani 5-10 liralık bir dava için bile, tanık masrafı, bilirkişi ücreti, davetiyeler bilmem ne derken 800 lira filan ödemekle yükümlü oluyorsunuz. "Şimdi elim dar, ben davayı açayım da, bilirkişi ücretini dava o aşamaya gelince yatırırım" diye bir dünya kalmadı. Bilirkişi aşamasına ise davayı açtıktan 1 sene sonra filan gelindiği düşünülürse, siz önümüzdeki tüm senelerin parasını daha ilk günden yatırmış oluyorsunuz yani. Saçma ama evet.

Ben de düşündüm ki, eğer HK'ya tazminat davası açılacaksa bunu biz yapamayız. Çünkü hiç kimse o kadar masrafa girebilecek durumda değil. O zaman dedim, bunu Baro yapsın. İşi bu değil mi, vatandaşın hukukunu korumak? Bunu şimdi yapmayacaksa ne zaman yapacak? (Baronun Gezi sürecindeki durumun eleştirisi için lütfen bakınız: http://koridorda.blogspot.com/2013/06/gezi-olaylarnda-barosuzluk.html

Baroya dilekçe yazdım. Özetle dedim ki, böyle bir sıkıntı var ve bunu giderin. Buyrun o dilekçeyi de şuradan indirebilirsiniz: http://dosya.co/download.php?id=51D439B51

Konuyu Katılımcı Avukatlar'la ve Yoğurtçu Hukuk'la da paylaştım. KAV'dan Akın Abi (Atalay) bana başka bir yol önerdi ve o yoldan da gideceğim, bilahare konuşuruz. Fakat mail grubundan, o yazıların da özgürlük kapsamında değerlendirilmesi gerektiği, Aziz Nesin'in daha bile ağır konuşmuş olduğu gibi yönlerden eleştiriler geldi.

Yoğurtçu mail grubunda ise, Orhan Pamuk kararının kullanılmasının meşruiyetini sorgulandı ki doğrudur, bunu ben de düşünmedim değil.

Gelen tüm eleştirilere cevap verirsem, hukuk yolunu neden bu kadar önemsediğimi de ifade etmiş olurum diye düşünüyorum.

1. Orhan Pamuk kararını kullanmak uygun mu gerçekten? O zaman bu kararı meşru kabul etmiş olmaz mıyız?

Yerinde bir endişe, bu benim de aklıma geldi. Fakat madem böyle bir karar var, madem hukuk bu şekilde kullanılabilen bir şey, bu kullanımı neden yandaşa da doğrultmayalım? Egemen, kendi silahıyla vurulmuş olmaz mı? Hatta belki içtihatın değişmesine yol açar ve hayırlara vesile oluruz.

2. Fikir özgürlüğüne inanan insanlar olarak bunu dava konusu etmeli miyiz?

Fikir özgürlüğü soyut bir şey, sınırını hiçbirimiz spesifikleştiremeyiz diye düşünüyorum. Fakat eğer bu yazı özgürlük kapsamında kalacaksa, o zaman TCK'daki bir sürü suç tanımının kalkması ve medeni hukuktaki tazminat sebeplerinin değişmesi lazım. Hakaret, sövme, suç isnadı, nefret söylemi, halkı kin ve düşmanlığa tahrik... Bunları tümden kaldıralım. Kişiliğin korunması hükümlerini elden geçirelim. Haksız fiilleri sadece fiziki zarar verenlere indirgeyelim. Ondan sonra bana diyin ki bu yazı hukuka uygundur.

İnsanların insanlara pezevenk deme hakkı vardır ve olmalıdır, bir Adanalı olarak inanın ki bu hakkımın tamamen peşindeyim. Fakat bir gazete köşesinden toplumun başka bir köşesine kin kusulması da karşılıksız kalmamalı. Ne yapayım şimdi, madem "Allah kitap çekmek" benim yerel kültürümün bir parçası, ben de bir gazetede köşe edinip çeviklere mi saydırayım mesela? "Biz Adana'da sinirlenince böyle şeyler söyleyebiliyoruz, gerçekten yapacağımızdan değil ama işte lafın gelişi..." mi diyeyim? Eheh harbiden diyeyim mi la, çok eğleniriz :)

Eğer bu adam bize ettiği küfürleri yine saklamadığı ama bunu düzgün ifade ettiği başka bir yazı yazmış olsaydı, bu kadar konuşmuyor olabilirdik. "Adamın biri apır sapır konuşmuş işte..." denip geçilebilirdi. Fakat resmen üzerine kusulmuş durumdayız, ortada susup oturmamızı gerektirecek bir yazı göremiyorum. Kaldı ki HK adamın biri de değil, akil insan. Gerçi akil'in başında bir harf eksik gibi ama...

Hep şikayet ediyoruz ya, "hukuku silah olarak kullanıyorlar" diye. Bu yapılan da işte o. Adam, biliyor ki fikir özgürlüğü vesaire filan, al o zaman diyor. Al sana özgürlük. Biz ise hukuku hep savunma aracı olarak kullandık, belki de hatamız buydu.

3. Aziz Nesin daha da fenasını söylemişti.

Söylesin, ne yapayım? Aziz Nesin ya da "sevdiğimiz" başka biri de diyorsa, o laf illa ki doğru mudur?

Malum yüzdeli ifadesinin geçtiği beyanın tümünü bilmiyorum. Nasıl bir bağlam ve üslup kapsamında olduğunu değerlendiremem. Fakat ister fikir beyanı diyelim ister nefret söylemi, açıkçası ben o sözü şimdi duysam ona da tepki verirdim. Ama bu tepkim elbette ki otel yakmak şeklinde olmazdı, efendi gibi gider ihtar çekerdim:

"Sayın Aziz Nesin,

İfadenizde belirtmiş olduğunuz yüzdelerin nasıl belirlendiği ve kimin hangi kısma dahil olduğunun belirlemesinin nasıl yapıldığı konusunda kamuoyuna derhal bilgi vermenizi ve tarafımın hangi yüzdelik dilimde olduğunun gerekçeleriyle açıklanmasını talep eder, aksi halde aleyhinizde her türlü hukuki yola başvurulacağını saygı ile ihtar ederim."

Nasıl? :)

Yani ben sorunu tepki göstermekte değil, bunun şeklinde buluyorum. Adamın biri hepimize embesil deyip ortaya pezevenk, kaltak filan gibi sözler sallıyorsa, buna elbette ses çıkarmalıyız.

4. Adam pezevenk diye sana dememiş ki, polise taş atanlara demiş. Bu gocunmak nedir, yoksa yaran mı var?

Ne münasebet? Bir kere,

a. Taş molotof vs. olaylarını gördük arkadaşlar, kimin ne yaptığının takdirini size bırakıyorum.
b. Velev ki molotof atıldı... Bu başka bir suçtur, küfretmek başka. Burada karşı olunan şey, molotoftan bağımsız olarak, basın organlarının küfür ve aşağılama amaçlı kullanılamaması.
c. Yine diyelim ki molotof atıldı. Ne yapalım, bu insanları pezevenk ve kaltak diye küfrederekten tecrit mi edelim? Polise taş atan çocuk kimin çocuğu? Neden yaptı bunu? Taş atılması "kendiliğinden" mi gelişti? Polis bizim dostumuz arkadaşımızdı da biz mi kıymet bilmedik? Polis dediğin adam, kendisine uzattığın karanfile bile bakamayıp gaz bombasıyla cevap veren biri değil mi?
d. Kaldı ki hepimiz Taksim'deydik, yüzümüzü hepimiz kapattık çünkü o esnada gaz yiyorduk. Biz birtakım psikopat pezevenkler ve kaltaklar.

Benim bu konuda söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Bugün bu konuda birtakım dilekçeler yazacağım, sonuçtan haberdar ederim.

Hörmetler,
Göksun.

2 Temmuz 2013 Salı

Muhalefetin işimize yarayacak kanun teklifleri

Arkadaşlar selam,

Gündemde olan MİT Kanunu'nun metnini görmek için tbmm.gov.tr'ye geçen hafta baktığımda, öyle bir teklif/tasarı görünmüyordu. Biraz önce tekrar baktım, yine göremedim. Öncelikle şunu belirteyim, eğer varsa ama ben görememişsem, lütfen haber verir misiniz? O kadar haber oldu, bir bakalım neymiş ne değilmiş.

Teklif/tasarı listesinde takip etmek isteyeceğim bazı değişiklikler buldum. Geçtiğimiz günlerde bunlara dair karar verilmiş de internet sitesi güncellenmemişse onu bilemem; fakat şimdilik durum şudur:

1. Terörle Mücadele Kanunu

Sezgin Tanrıkulu imzasıyla sunulan teklifte, TMK'nın 10/e bendinin kaldırılması öngörülüyor. Gerekçe, savunma hakkının kutsallığı ve avukatlık onurunun korunması.

Kaldırılması istenen bent: "e) Gözaltındaki şüphelinin müdafi ile görüşme hakkı, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine, hakim kararıyla yirmidört saat süre ile kısıtlanabilir; bu zaman zarfında ifade alınamaz."

13 Haziran itibariyle adalet komisyonuna havale edilmiş.

2. Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu

Sezgin Tanrıkulu, Gürsel Tekin, Atilla Kart, Ensar Öğüt ve Veli Ağbaba tarafından sunulmuş. TMK 6 ile TCK 215, 218, 220/6 ve 220/8, 285, 288, 301 ve 308'in kaldırılması öneriliyor. 28 Haziran'da adalet komisyonuna gönderilmiş.

"TMK 6: "İsim ve kimlik belirterek veya belirtmeyerek kime yönelik olduğunun anlaşılmasını sağlayacak surette kişilere karşı terör örgütleri tarafından suç işleneceğini veya terörle mücadelede görev almış kamu görevlilerinin hüviyetlerini açıklayanlar veya yayınlayanlar veya bu yolla kişileri hedef gösterenler bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Terör örgütlerinin; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösteren veya öven ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik eden bildiri veya açıklamalarını basanlar veya yayınlayanlar bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Bu Kanunun 14 üncü maddesine aykırı olarak muhbirlerin hüviyetlerini açıklayanlar veya yayınlayanlar bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Yukarıdaki fıkralarda belirtilen fiillerin basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde, basın ve yayın organlarının suçun işlenişine iştirak etmemiş olan yayın sorumluları hakkında da bin günden beş bin güne kadar adli para cezasına hükmolunur."

(Başlığı açıklayıcı olan maddelerin sadece başlığını vereceğim kusura bakmazsanız, yoksa çok uzayacak.)

TCK 215: Suçu ve suçluyu övme

TCK 218 - Kamu barışına karşı suçlarda ortak hüküm: "Yukarıdaki maddelerde tanımlanan suçların basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranına kadar artırılır. Ancak, haber verme sınırlarını aşmayan ve eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz."

TCK 220/6 - Suç işleme amacıyla örgüt kurma maddesi: "Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi, ayrıca örgüte üye olmak suçundan da cezalandırılır. Örgüte üye olmak suçundan dolayı verilecek ceza yarısına kadar indirilebilir. Bu fıkra hükmü sadece silahlı örgütler hakkında uygulanır."

(Kişisel not: Bu nasıl maddeymiş harbiden ya? O zaman direkt örgüt üyesi olunsun madem. Hem aynı cezayı al hem üye olma, var mı la öyle üç kuruşa beş köfte?)

TCK 220/8 - "Örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır."

(Bir kişisel not daha: Ahah şimdi siz "Bundan ne istemişler ki?" diyecek olabilirsiniz. Cevap vereyim. Şimdi biz Geziciler örgütüz ya hep, eğer bizim tweet'leri rt ederseniz siz de örgütten alınmayın diye.)

TCK 285: Soruşturmanın gizliliğini ihlal (Kendi hakkınızdaki dosyayı görebilmeniz açısından.)

TCK 288: Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs (Bu konu hassas, üzerinde düşünmek lazım ama şu an düşünemiyorum kusura bakmayın.) (Acıktım çünkü.)

TCK 301: Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama (Suç bulamayınca üretilecek bahanelerin temel dayanak maddesi.)

TCK 308: Düşman devlete maddi ve mali yardım (Bu madde durdukça sen savaşta olunan ülkedeki kuzenine selam bile veremeyeceksin.)

3. Emniyet Teşkilatı Kanunu

On milletvekilinin imzasıyla sunulmuş. Özetle deniyor ki, çevik kuvvetlerin sicil numaraları, üniformalarının sırt ve göğüs tarafında 15*25 cm, kol ve bacakların ön ve arkalarında 5*8 cm, kasklarda ise 8*15 boyutlarında yazılsın.

28 Haziran'da içişleri komisyonuna gönderilmiş.

4. Gezi Parkı'na anıt yapılması hakkında kanun:

Süleyman Çelebi imzasıyla sunulmuş. Özetle, direnişte ölen kardeşlerimiz için parka bir anıt yapılması öneriliyor.

28 Haziran'da milli eğitim, kültür gençlik ve spor komisyonuna havale edilmiş. Bu da ne güzel komisyonmuş böyle, şeyi andırıyor, yer bulunamayan küçük şeyleri bir kutuya itelersiniz ya. Öyle.

5. İş Kanunu'nda mobbing değişikliği:

Erol Dora diyor ki, mobbing'i artık İş Kanunu'na da alalım. İşveren, bunu takip etmek ve önlemekle yükümlü olsun. (Metin ctrl c'ye uygun değil, o yüzden alamadım kusura bakmayın.) 21 Haziran'da sağlık, aile, çalışma ve sosyal işlere gönderilmiş. Bir İkea kutusu komisyon daha.

Yalnız teklife bir eleştirim var, zira son derece doğru olmakla birlikte eksik. Mobbing, işçi açısından haklı fesih sebebi olarak açıkça düzenlenmeli (yani 25. maddedeki ifadeyi daha bir açmak düşünülebilir) ve ayrıca fesih öncesi bir tazminat sebebi de olmalı. Bunun için Borçlar Kanunu'na veya feshe gitmeden, sözleşme devam ederken ve direkt İş Kanunu'ndan çözüm bulabilmeliyiz. Ayrıca mahkeme kararı akabinde işverene idari yaptırımlar da olmalı vs vs.

6. Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu

Teklif Ertruğrul Kürkçü'den. 19 Haziran'da içişlerine gönderilmiş.Gözyaşartıcı gaz ve tozların yasaklanmasını öngörüyor.

*
Listede sayyyfalar dolusu tasarı ve teklif var fakat gündem itibariyle bizim işimize yarayacak olanlar bunlar.

Yanılmıyorsam, yukarıda adı geçenler arasında bir AKP'li yok. Nelerle uğraşıyorlarsa artık...

Sevgiler çok,
Göksun.