11 Kasım 2010 Perşembe

Genel Kurul S2E3 Part2 - Son

Çok yorgunum,
Beni bekleme kaptan...
Seyir defterini
Başkası yazsın...

Çabuk pes etmiş gibi görünüyorum ama gerçekten çok yorgunum ve hiçbir şey yapmadan "mal mal" oturmayı gerçekten çok özlüyorum. Bugün İzmir'deydim, salı Ankara'daydım, yarın sabah yine Ankara'ya gidip duruşmaya girdikten sonra öğlen Adana'ya doğru yola çıkmış olacağım. Evi yine süpüremedim.

Biraz önce Betül Abla Feysbuk'tan "Günlük tut. Bir gün yazacak gibi bir tipin var" dedi. Yalnız bu günlük tutma işi gerçekten zor bir hadise, resmen işinin gücünün bu olması lazım. Bugün çok net gördüm bunu.

Şimdi aslında ben bu bloga şöyle bir şey yapmak istiyorum, hem koridorlarda olanı biteni anlatayım, hem baronun yaptığını ettiğini eleştireyim, hem de gazetede okuduklarımı gelip burada anlatayım filan... Ama bunun için feci bir gündem takibi, not alma sistemi, bunları kafada evirip çevirip bütünleştirme ve üstüne bir de aktarma disiplini gerekiyor. Bu da benim gözümü çok korkutan, ama bir o kadar da yapmak istediğim bir şey. Tabi bunu yaparsam evi hiçbir zaman süpüremeyebilirim. Bunun için "profesyonel yardım" alamıyor oluşum ise tamamen kaderin cilvesi...

Bugün Radikal okurken sanardınız ki ders çalışıyorum! Elimde kalem, bişeylerin yanına bi notlar alıyorum filan. Ama allahaşkına, şimdi Tayyip Erdoğan ilköğretimde türban meselesinde Hayrünnisa Hanım'dan farklı düşündüğünü söylüyorsa, bunu görmeyelim mi?

Fakat benim öncelikle şu genel kurul meselesini bitirmem lazım...

Bi Kemal Aytaç bir de Mustafa Kemal Abi kaldı zaten, diğer konuşmacılar hakkında toparlanamayacağım şimdi.

Ya bence baro başkanları Kemal Aytaç'ı kendilerine yardımcı ya da danışman yapmalılar. Sayın Aytaç, bir gün başkan olursam size buradan söz veriyorum, sizi özel danışmanım ya da bir şeylerden sorumlum yapacağım. Avukatlıkta sadece 30 aylık bir geçmişim var, kendisini iki seçimde izleyebildim, ama o performans boşa gitmemeli... Sayın Aytaç'ı o kadar paralanırken görüp sonunda seçim alamadığını da görünce yemin ederim üzülüyorum, içim parçalanıyor, adalet duygum zedeleniyor... 2012 seçimlerinde de aday olup kazanamazsa, 2014'te kapı kapı dolaşıp kendisi için oy isteyeceğim, "Yahu 8 yıldır kürsülerde can paralıyor şu Kemal Aytaç, hiç mi vicdanınız yok sizin a dostlar" diyeceğim.

ÇAG'ın içinde hiç bulunmadığım için, kendisini şahsen tanımam. Ama 2008 seçimlerinde, ÇAG broşürlerinin üzerine kendi internet sitesini yazdığını gördüğüm an notumu vermiş bulundum. O not, bu seçimlerde sonbahar renklerinin önünde uzaklara romantik ama kararlı bakışlar atan Kemal Aytaç fotoğrafıyla iyice perçinlendi. "Ben bu ittifak toplantılarına nezaketen katılıyorum zaten" dediği zaman bile o kadar perçinlenmemişti.

Bu arada hakikaten aklıma geldi şimdi, "Nezaketen katılıyorum" nedir ya hu? Şimdi bu, "Çağırdınız geldik, maksat farklı sesleri duyup bir açılım yakalamak, samimiyseniz bir orta yol buluruz..." demek midir, yoksa "Üzgünüm, madem siz benim adımda birleşmiyorsunuz ben de işi böyle yokuşa sürüyorum işte" demek midir? Aslında ben yakın zamana kadar ikinci ihtimali düşünmemiştim bile, o kadar iyi niyetli olabiliyorum yani. adaletbiz.com'da Sayın Aytaç'ın "Gelin hepiniz ÇAG'da birleşin" demecini okuyunca ancak düştü benim jeton. Daha farkında olmadığım ne kadar çok şeyin olduğunun bile farkında olmamak ne acı, insana kendini ne kadar cahil hissettiriyor...

Kaldı ki, kendisinin kürsüde tamamen HÜP'ü hedef almış olması da son derece antipatik bi görüntüydü. Tamam, orada herkesin amacı seçimi kazanmak, ama tek derdin koltuk meselesi olduğu bu kadar belli edilmez ki. Sayın Aytaç kendine bir rakip belirlemiş, diğer herkesi o rakibe karşı durmak adına kendi kanatları altına davet ediyor. Yani o konuşmada yönetime dair bir eleştiri yok, yapılacak edilecek yenilikler yok, hukuk sistemi yok, anca HÜP aslında neymiş n'apacakmış... Bu arada, Kemal Bey'in konuşmasını gerçekten çok dikkatle dinledim, ama aradan bir hafta geçti, benim "yok" dediğim şeyleri söylemiş de olabilir. Fakat bir tavır için önemli olan, hedefindeki insanların aklında nasıl kaldığıdır. O konuşma benim aklımda baştan aşağı bir HÜP karşı söylemi olarak kaldı, hakkında başka da hiçbir şey hatırlamıyorum. Gerçi o da bir şey, Muhittin Köylüoğlu'nun ne dediği hakkında o kadarcık da fikrim kalmadı mesela.

Ay Muhittin Köylüoğlu da neydi ama hakikaten ya... Kendisindeki tezcanlılığı ve heyecanlılığı samimiyetle takdir ediyorum, iki dakika sakin olsa çok daha anlaşılır ve hak verilir de olabilir. Fakat bu tarz bu üslup nedir üstadım... Gerçi Sayın Köylüoğlu ve Sayın Aytaç olmasa genel kurulumuz iyice renksiz geçecekti, cumartesimizi kendileri kurtardılar sağolsunlar.

Mustafa Kemal Abi'me gelince...

Gülsün Abla böyle durumlarda ilk konuşmacı olmanın iyi bir şey olduğunu söylüyor, fakat ben katılmıyorum. Bence bizim başkanın şanssızlığı, ilk konuşmacı olmasıydı. Diğer adaylar ne güzel beslendiler birbirlerinden, HÜP'çü Satılmış Şahin bile öncekilere cevap vermek bağlamında nasıl coşarak konuştu... Bizim öyle bir şansımız olmadı maalesef. Olabilseydi, başkanımızın konuşması oylar üzerinde düşündüğümüzden de fazla etkili olabilirdi.

Bizim KAV olarak 6000 oy alamamamızın iki büyük sebebi daha var. Birincisi, kürsüyü sağa sola saldırmak ve insanları korkutmak için kullanmıyor oluşumuz. Mustafa Kemal Abi'nin konuşması çok içerikli ve iyi hazırlanmış bir konuşmaydı. Mesela o metni Kemal Aytaç okusaydı, Hababam Sınıfı'nda bir öğretmen var ya çocukların gaza getirip Kurtuluş Savaşı'nı anlattırdıkları, aynen öyle bir hava oluşabilirdi. (Haha bu arada bu benzetmemi çok tuttum) Çünkü amaç o zaten, gaza gelip gaza getirmek, kitleleri sürükleyip kendini "lider" hissetmek, falan filan. Ama bizde hiçkimsenin öyle bir egosu yok ki. Özellikle Kemal Aytaç ve Muammer Aydın hep "kendi adlarına" takılır ve başkanlık iddiasından hiç kopamazlarken, KAV Mustafa Kemal Abi'nin kapısında yattı resmen "Allahını seversen bi aday ol" diye. KAV böyle bir ekipken, "Coşuyor muyuz gençler" tarzı konuşmacılık diye bir şey olabilir mi? KAV bu kadar "koltukçu" ve nezaketten uzak olmamalı.

Ama Mustafa Kemal Abi'nin heyecanı da çok fazla belliydi öte yandan, bunu bir köşeye not edelim.

Diğer büyük sebep, insanların demokrasiyi belli siyasi argümanların tekelinden ayrı düşünememeleridir. Demokrasi bir "üst" kavramdır, siyasetlerin üzerindedir ve demokrat olan birinin bir siyasete ağırlık vermesi diye bir şey olamaz. Her -izm kendisi dışındakine çamur atarak var olur, belki de bu yüzden kelime "demokrasizm" değildir.

KAV kendini hiçbir tarafa angaje etmedi, çünkü keskin ayrımların demokrasi kavramına aykırı olacağını düşündü. Haklıdır, doğrudur, fakat böyle bir algı şu an zamanının çok ötesinde. Ulusalcılar, Pennysylvania'cılar, solcular sağcılar tekmili birden "demokrat" bu ülkede, ama herkesin söz söyleme özgürlüğü ancak kendi siyasi fikrinin egemenliğinde mümkün...

KAV bu saçmasapan algının tamamen dışında olduğu için kaybetti ve yine bu sebeple kaybetmeye devam edecektir. Çünkü İstanbul Barosu, demokrasi algısına ancak "Mustafa Kemal demiyorsan konuşmayalım arkadaşım" diyecek kadar hakim. Sözkonusu 26bin insanın 10küsür biri, sadece bu isme oy verdi. Kalanların da bir kısmı, yine demokrasiden bahseden ama mesela -bunu tamamen atıyorum, ilgili bir beyanları olduğundan değil yani- eşcinselleri "hasta bunlar" diye tecrit edebilecek bir zihniyete oy verdi. Diğer bir kısmı, "Gelin hepiniz benim adaylığımda birleşin" diyebilen birine oy verdi, ki bunlar bir de "baronun solcusu, demokratı, çağdaşı" olma iddiasında olanlardı.

Bu insanlardan mı bize oy gelecek? Biraz gerçekçi olalım.

*
Genel kurul faslını bu şekilde kapatıyorum nihayet. Pazartesiden beri koridorlarda paylaşacak şeyler tabii ki oldu, fakat artık valiz hazırlamalıyım. Uyumamış olursam daha Radikal'in yebni hali hakkında atıp tutacağım...

Sevgiler,
Göksun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder