21 Kasım 2012 Çarşamba

Bir garip ders çalışsa, kahvesi bitmeden uykusu gelir.

Merhaba yeniden,

Buranın isimini "koridorda" koymamın sebebi, hayatımın o zamanlar adliye koridorlarında geçiyor olmasıydı. Fakat okuyan arkadaşlar biliyorlardır, uzun bir süredir "masa başından" bildiriyorum. Bununla birlikte, koridorlara kısmen de olsa döndüğüm söylenebilir; yalnız bu seferkiler okul koridoru.

Bir süredir doktoradan çok fazla bahsettiğimi fark ettim. Bunu fark eden başkaları da olmuşsa, "öeh artık bu da iyi ki bi okula başladı" diye düşünüyordur. Haklısınız, gerçekten bu konuyla yatıp kalktığım doğrudur, ama izin verin size durumu izah edeyim...

Özetle, ben artık sanırım kafayı yer gibiyim.

Ticaret hukuku bana yabancı bir hukuk, yaşadığım krizi anlatmıştım zaten. Buyrun şurada: http://koridorda.blogspot.com/2012/11/tugceyi-kazyn-altndan-emine-ckar.html Ben Ayşe-Fatma peşindeyken İlayda'nın Ceylinsu'nun meselelerini anlamıyorum, fakat sorun şu ki, bu meseleler hakkında makale yazmam gerekiyor. Peki tamam, anlaşıldı. Nasıl yazılır bu makale, gidersin okulun kütüphanesine, şirketler rafının karşısında durursun. Eline geçen her genel kurul kitabına davranırsın. Eğer bugünlerde Bilgi'nin kütüphanesinde genel kurula veya sadakat yükümüne ilişkin bir kitap arar da bulamazsanız, beni bulun.

Hayır bir de şeytan dürtüyor, diyor ki al bunları yurtdışına kaç. 3-5 kuruş fazla bagaj öderim ama, bir daha katiyen toplayamayacağım kitapları da -çalıntı malıntı- iktisap etmiş olurum. Bugün bir Pulaşlı 100 lira arkadaşım, Tekinalp - Poroy - Çamoğlu'nun yeni baskısı Allah bilir kaça olacak, kaldı ki mesela İmregün'ün 1967 baskısı kitabını ben nereden bulayım? Önemli şeyler bunlar.

İşte hayatın böyle kitaptı kütüphaneydi arasında geçince, valla çok net, resmen gençleşiyorsun. Ben zaten hiçbir zaman takım elbise-topuklu ayakkabı insanı olmadım orası öyle ama, zaten yarım gün okula gideceksen  o öğrencilik "üzerinden akıyor." Bir de ben meyilli olduğumdan tabii... Mesela diğer arkadaşlar da öyle plaza insanı görünümünde değiller ama bir "düzgünlükleri" var. Ben, sefil.

Eve dönerken millet tipime bakıyor, çamur bir surat, kot-kazak, sırt çantası, at kuyruğu, elde Tekinalp filan, lisans öğrencisi sanıyorlar. Doktora dersi için makale hazırlamıyorum da vize için sabahlıyorum sanki. Bana öyle "ablasal bir anlayış" içinde bakanın yüzüne "AKTIENGESETZ!" diye bağıracağım o olacak; siz de lütfen yüzüne baktığınız insanlara az dikkat edin. Üç beş gün sonra uzman görüşü peşine düştüğünüzde, o bir zamanlar vapurda gördüğünüz gözleri yanan ama gururlu gençle karşılaşırsanız, bir şey olmaz da, belki mahcup olursanız diye... (Pardon, genç? Ahah küçülüp cebinize de gireyim mi?)

Yalnız doktoradan bahsederken hep şirketlerden dertlenmem boşuna değil ve bunun tek sebebi de benim temelimin sağlam olmaması değil.

Dersin hocası Gül Okutan çok güzel bir insan ve çok iyi bir hoca tamam mı, şu an kendisi hakkında yarım saat boyunca iyi şeyler anlatabilirim. Güler yüzlüdür, öğrencisini sever, anlatmaktan kaçınmaz, derinlemesine düşünür, ouv neler neler. Gerçekten bak, bunu "politically correct" olmak adına söylemiyorum. Dersini yüksek lisansta da almıştım, yani kendisini oradan da biliyorum, Gül Hoca gerçekten "ayrı" biri.

Fakat gelin görün ki, "o bizi prenses peri sanıyor." Arkadaş, dünkü derse 14.15 filan gibi girdik, 5 dakika ara verelim dediğimizde saat olmuştu 16.50 mi ne. (Dayak yemedim ve sayı saymayı biliyorum.) Bir noktadan sonra o dersten kopmamanın imkanı yok. Kendi adıma, Gül Hoca'nın dersinin ilk saatinde gayet dikkatli ve verimliyim, sonra yavaş yavaş dağılmaya başlıyorum, son yarım saat ise tuvalete gitmeye kalan saniyeleri saymakla geçiyor. Ama öte yandan, hocaya bakıyorsunuz, sanki derse daha yeni başlamışız. Öyle bir heyecan, öyle bir aktif hal.

Bence Gül Hoca'nın kök hücresinden Pharmaton filan üretilebilir. Bir de hem hızlı anlatıyor hem de bir sürü detaya giriyor, o dersten isteseniz de kopamıyorsunuz. Yani, beynin artık glikoz bulamaz hale gelse bile gerekirse beynini bayır aşağı vurdurup o dersi yine dinleyeceksin, bunun başka yolu yok. Paşalar gibi dinliyorsun tabii, ama olan başta beynine, sonra mesanene oluyor.

Gül Hoca'dan ders almayı düşünen arkadaşlara nacizane tavsiyem, evet, o dersi alın. Gül Hoca'dan ders almak insanın ufkunu açar, doğrudur. Fakat siz siz olun, dersin sonrasına bir plan yapmayın ya da randevu vermeyin.

Bir kere, siz dersin 5'te biteceğini düşünerek 5.30'ta randevu vermişseniz, kesinlikle geç kalırsınız. Çünkü ders zaten 6'ya doğru bitecek.

Bunu düşünerek 7'ye mi verdiniz, yine olmaz, çünkü haliniz kalmayacak. Gerçi bu kişisel bir mesele olabilir, diğer arkadaşları bilemem ama benim halim kalmıyor. Savaştan çıkmış gibi oluyorum. Ders çıkışında ha bana konuşmuşsun ha 3 ayküu'lu bir embesile; aynı şey. O an bana ne desen, "tamam peki" deyip senin susmanı sağlamaya çalışacağım.

Yalnız dünkü ders arasından sonra hoca hepimize "Sizi yordum madem, besleyeyim o zaman" diyerek kuru kaysı ve fındık ikram etti, o iyi geldi işte. Güzel de neymiş, bayağı ilaç gibi geldi, çok net.

Peki benim şirketler ödevim nasıl gidiyor - ahah bu konuya mutlaka değinmem lazım.

Şimdi benim konum, şirketler topluluğunda hakimiyetin genel kurul kararları yoluyla kötüye kullanılması. Yani özetle, TTK md.202/2'yi çalışıyorum. Ama ticarete aşina olmadığımdan, okuduğum herhangi bir şey beni herhangi bir yere sürükleyebiliyor. Mesela geçenlerde oturup "ne lan bu nama yazılı pay?" diye bakındım. Yine mesela, "iyi de şirketin kendi payını satın alması neden bu kadar önemli ki" diye açtım Pulaşlı okuyayım dedim, Hoca bir yazmış ki sağolsun, anladığım iki zerre varsa onlar da yalan oldu. Neyse sonradan İlyas Çeliktaş'ın tezini okudum da algım açıldı. Allah kendisinden razı olsun.

Dün derste, hissedarın genel kuruldan çıkan karara güvenerek gidip bankadan kredi alması yönünde bir örnek verildi, iyi de ben bunu kurgulayamam ki, bir şirketin hissedarına kredi aldıracak türde nasıl bir kararı olabilir, bu konuda hiçbir fikrim yok. Sermaye artırımı olabilirmiş mesela, hissedar buna iştirak etmek için kredi almak zorunda kalabilirmiş. Çok güzel de, sermaye artırımı ne ki? Of kafayı yemek üzereyim.

Yani bu ticaret ödevlerini başka arkadaşlar 5 birim çalışarak yapabiliyorsa, benim 15 birim çalışmam gerekiyor. Bu tamamen kişisel bir yetersizlik, kimseye bir şey dediğim yok. Yalnız ben gece çalışmalarına alışık değilim, lisans öğrencisiyken bile sabahlamışlığım yoktur. Efendi gibi, sabah başlar yatma vakti bitiririm. Gece 2.30'a kadar çalıştığım tek ders lisedeki analitik geometri idi, onun da hocasından çok korkuyordum ve zaten sınavına da giremedim. Ateşim çıkmıştı, meğer suçiçeği olurmuşum. (Evet lise, evet yaş 16.) Geçenlerde bir gece çalışayım dedim, aldım elime bir kahve, oturdum masanın başına... Fakat alışmadık bünyede ders durmuyor, daha kahvem bitmeden uykum bastırdı. Saat 1 olmadan ben yatmıştım.

Tabii -kendine göre- bu kadar çok çalışmak gerekince tüm algın da belli bir yönde gelişiyor. Geçen gün demokrasi konusunda düşünüyorum tamam mı, çoğunluğun azınlığı ezemeyecek olmasını nasıl anlatacağımı bulmaya çalıştım. Dedim ki "Şimdi bak, sen hakim şirketsin, bağlı şirketin genel kuruluna geldin. Bağlı şirketin vereceği kararı, sırf sen hakimsin diye, kendi istediğin gibi yapabilir misin, hayır. Yaparsan başına 202/2 gelir." Ama o zaman da şu oldu, "E tamam işte, ben küçük ortağın paylarını satın alırım, iyice hakim olurum, çıkıp giden ortak n'aparsa yapsın." İşte sana "Ya sev ya terk et."

Çalışma masasının üzerindeki ikinci şişe suyu da mı bitirdin, işte gitti sana yedek akçe.

Herkesin ihtiyacı olan birini ya da bir şeyi herkesten fazla mı meşgul ettin, al sana haksız rekabet.

Bu doktoraya en çok annen baban mutlu olsun diye mi başladın, buyrun sadakat yükümü.

Bazen çıldıracak gibi olup kendini uysallaştırman mı gerekiyor, hoşgeldin basiretli öğrenci.

Bu arada, dün gece Füsun Nomer'in doktora tezi olan Anonim Ortaklıkta Pay Sahibinin Sadakat Yükümü kitabını okuyorum, hoca sadakat yükümü kavramını anlatıyor... "Bu yüküm farklı sözleşme türlerinde de bulunur" diye örnekler verdikten sonra alta dipnot koymuş, "evlilikte de bulunur" diye. Yani evet tabii bulunur ama, ben yine de kendimi bir an, hocanın özel hayatına girmiş gibi hissettim.

Yazılmış tezlere bakıyorum, iki yüz tane kaynak kullanılmış, bunların 3-5 tanesi Türkçe, gerisi hep Almanca. O bambaşka bir mesele ve nasıl çözüleceğine dair hiçbir fikrim yok.

Diğer derslerimden neden bahsetmediğimi sorarsanız, ticaret kadar zorlanmıyorum da ondan. İş hukukunda esaslı bir sorunum yok ve zaten Kübra Hoca da insanı savaştan çıkmış bir hale getirmiyor. Akşam 6-9 dersi olmasına rağmen, Gül Hoca'nın 2-5 (5?) dersi kadar yorucu geçmiyor. Sakin, başı-sonu belli, yavaş ama sağlam adımlar atılarak işlenen bir ders oluyor. Örneğin, Kübra Hoca'nın dersinde hafif ve rahatlatıcı bir "beyin meltemi" yaşanırken, Gül Hoca'nın dersi, açık alanda on Sandy gücünde geçiyor. Ama tekrar ediyorum, bunun bir sebebi Gül Hoca'nın hiperaktif tarzı ise, diğer sebebi benim temelimin zayıf olması. İş hukuku kadar rahat anlayabiliyor olsam, bu kadar yorulmayacaktım.

Hukukta yöntem ise, Rona Hoca'nın dersleri için konuşuyorum, zaten ders değil keyif. Lisansta alamadığım -ve zaten almam gerektiğinin bilincinde bile olmadığım- Rona Serozan dersini doktorada yakaladığım için çok şanslıyım. Yalnız geçen hafta Kerem Cem Sanlı girmişti, ben o derste yoktum. Bugün de yine o gelecek, bu derste de olasım yok. Fakat bu kadar tembellik yeter.

Ayağımın Kerem Hoca'nın dersine gitmek istememesinin sebebi, dersinden kalmış olmam değil. Aksine, dersinden zaten bu ayak isteksizliği yüzünden kaldım.

Son olarak, yüksek lisansta dersini aldığım Kerim Atamer ne güzel hocaydı... Şimdiki yerini bilmiyorum fakat her neredeyse kulakları çınlasın.

Şimdi artık gideyim de sadakat yükümü okuyayım.

Kolay gelsin,
Göksun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder