13 Şubat 2013 Çarşamba

Hukuk değil, Anayasa Mahkemesi fetvası.

Yazmayı "rölantiye almaya" karar vermekle olmuyor, okumayı da kesmek lazım.

Aşağıda anlatacağım Anayasa Mahkemesi kararını, İsviçre Muhipleri Cemiyeti'ni kurmuşçasına yazdığım yazıyla birlikte düşünün lütfen. O yazıyı yazarken işte böyle şeylerden bahsediyordum ben.

Hukukçu olmayan arkadaşlar için hikayeyi toz ve gaz bulutundan başlatıyorum. Şimdi arkadaşlar, ceza mahkemesi olmayan mahkemelerde, yani hukuk yargısında, işler ayrı bir usûl kanununa göre yürür. Bu kanun 2011 senesine kadar HUMK dediğimiz "Hukuk Usûlü Muhakemeleri Kanunu" idi, 2011'in sonbaharından itibaren HMK, yani Hukuk Muhakemeleri Kanunu.

HMK, iş mahkemelerinde davacı ve davalıya tek bir dilekçe sunma hakkı tanıyor. Yani diyelim ki, siz "bana kıdem tazminatı verilmedi, davacıyım" diye dava açtınız. İşvereniniz ise "tabii ki vermem, çünkü hırsızlık yaptığı için işten çıkarmıştım" diye cevap verdi. İşte siz buna cevap veremiyorsunuz. Çünkü HMK, taraflara ikinci dilekçeyi vermeyi yasaklamış. Bakınız 6100 sayılı Kanun, madde 317, fıkra 3: “Taraflar cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi veremezler.”

Bakırköy 13. İş Mahkemesi, bu fıkrayı iptal talebiyle Anayasa Mahkemesi'ne götürmüş. Özetle, düzenlemenin hak arama ilkesine aykırı olduğunu, cevap dilekçesinde yer alabilecek ithamlara karşı davacıya cevap hakkının mutlaka tanınması gerektiğini, eşitlik ilkesi uyarınca ikinci dilekçe hakkının davalıya da ait olduğunu belirtmiş. Yerel Mahkeme'nin şu ifadelerini ise aynen kopyalıyorum:

"Adaletin gerçekleştirilmesi açısından davaların küçük-büyük, önemli-önemsiz olmasında bir fark yoktur. Yazılı yargılama usulüne tabi dava ve işlerde cevaba cevap verme ihtiyacı var da, basit yargılama usulüne tabi dava ve işlerde cevaba cevap verme ihtiyacı yokmu?"

"Yazılı yargılama usulüne tabi bir davada, örneğin Asliye Hukuk veya Ticaret Mahkemesinde görülen 100.00-TL lik bir davada cevaba cevap dilekçesi verilebilirken sırf İş Mahkemesinde görüldüğü için 1.000.000.00-TL lik bir davada basit yargılama usulüne tabi olduğundan cevaba cevap dilekçesi verilemeyecektir."

HMK'da bu tür yasaklar getirirken "yargı sürecinin hızlandırılması" amacıyla hareket edildiği belirtilmişti. Yerel Hakim özetle diyor ki, "iki duruşma arasında zaten üç ay süre oluyor, o üç ay içinde bir haftalık kesin sürede bir dilekçe daha verilmiş çok mu?" Yani diyor ki, ben üç aydan önce zaten duruşma veremiyorum, sen iki sayfa dilekçeyi yasaklayarak neyi hızlandırıyorsun, neyin peşindesin?

Buraya kadar anlatamadığım bir şey var mı arkadaşlar?

Şimdi, Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karara gelelim. Eğer anlatamazsam benden değil, kararın anlamsızlığından bilin.

Karar, "Hukuk politikasının belirlenmesinde kanun koyucunun takdir yetkisinin bulunduğu açıktır." diyerek başlıyor. Gerisini anlamışsınızdır zaten.

Cevaptan yorumsuz alıntılar yapıyorum:

"Bu nedenle kanun koyucu anayasal sınırlar içinde kalmak koşuluyla yargılama usullerine ilişkin hususlarda takdir yetkisi kapsamında birtakım düzenlemeler yapabilecektir...

...bu tip uyuşmazlıklar açısından yargılama faaliyetinin hızlandırılmasını amaçladığı anlaşılmaktadır...

...yargılamayı basitleştirmek ve hızlandırmak düşüncesiyle cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçelerinin verilemeyeceğine ilişkin düzenleme kanun koyucunun takdir yetkisi içinde kalmaktadır...

...YASA ÖNÜNDE EŞİTLİK, HERKESİN HER YÖNDEN AYNI KURALLARA BAĞLI TUTULACAĞI ANLAMINA GELMEZ. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez...

...Bunun yanı sıra, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçelerine yer verilen yazılı yargılama usulü ile basit yargılama usulü farklı nitelikleri gereği eşitlik karşılaştırmasına elverişli değildir...

...Ancak bu hak, davanın taraflarına her konuda sınırsız konuşabilme veya açıklama yapabilme hakkının tanındığı anlamına gelmemelidir. Zira hak arama hürriyetinin mutlak ve sınırsız bir biçimde uygulanması mümkün değildir...

...Hak arama hürriyeti Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenmiş ve anılan maddede bunun için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş ise de mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usullerinin kanunla düzenleneceğini öngören Anayasa’nın 142. ve davaların mümkün olan süratle sonuçlandırılmasını ifade eden Anayasa’nın 141. maddelerinin, hak arama hürriyetinin kapsamının belirlenmesinde gözetilmesi gerektiği açıktır...

...cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi sunma imkanı tanınmamış olmakla, basit yargılama usulüne tabi davaların basit ve hızlı bir şekilde sonuçlanmasını sağlayarak adil yargılanma hakkına ve bireyin menfaatine hizmet ettiği açıkça anlaşılan bu sınırlandırmanın hakkın özüne dokunduğu ve hakkı anlamsız kılacak dereceye vardığı söylenemez."

Yukarıda altını çizdiğim alıntılar yönünden siz zaten uygun yorumları yapmışsınızdır. Benim anladığım, hukuk kavramını tamamen, en baştan, her şeyiyle yanlış anladığım oldu. Üstelik yalnız da değilim, "insanlık onuru" kavramından anlayan şimdiye kadar var olagelmiş tüm insanlar olarak biz hepimiz yanlış anlamışız.

Fakat "hak arama hürriyeti" ile başlayan paragrafla ilgili ayrıca söyleyeceklerim var. Sayın Anayasa Mahkemesi bu paragrafı, kapsam ve usûl kavramlarının farkını bilemeyecek değil tabii ama, belki ihmal etmiş olduğundan yazmış olsa gerek.

Ben kendilerine anlatayım.

*
Sayın Anayasa Mahkemesi üyeleri - Celal Mümtaz Akıncı hariç,

"Kapsam" kavramı, yöneldiği öze ilişkin bir sınırlayıcılık içerir. Esasa ilişkindir. Bir şeyin "ne olduğunu" ifade eder.

Pozitif hukuk sisteminde, kapsamı belirleyen norm Anayasa'dır. Anayasa, Kelsen'in "normlar hiyerarşisi" piramitinin en üst katmanını oluşturur. Hiçbir norm, Anayasa'ya aykırı olamaz, zaten o yasanın varlık amacı odur.

Anayasa'nın altındaki normlar, üzerindekilere aykırı olmamak kaydıyla, "nokta atışı" yapmaya yöneliktir.  Anayasa soyut kavramı belirlerken, somut normlar kanunların alanına girer. Yani, Anayasa yukarıda belirttiğimiz gibi bir şeyin "ne" olduğunu belirlerken, kanunlar o şeyin "nasıl" görüneceğini veya kullanılacağını düzenler.

Anayasa'da belirlenen bir hak veya kavramın kapsamının kanunlar tarafından belirleneceğini ifade etmek, hukukla alakası olmayan bir şeyden söz etmeyi gerektirir. Kanunlar hakkın kapsamını değil, görünme şekilleri ve kullanılma usûllerini gösterir. Anayasal hakkın kapsamının Kanun tarafından belirleneceğini ifade etmenin, Hegel'in beyninin sınırlarını Sarı Çizmeli Mehmet Ağa'ya çizdirmekten hiçbir farkı yoktur.

Saygılarımla.
Av. Göksun Gökçe Göndermez, İstanbul Barosu 36148
*

Sayın Akıncı'yı neden hariç tuttuğumu da izah edip konuyu kapatayım; kendisi tek karşı oyun sahibi.

"Diğer yandan sözlü olarak yapılan bir savunma veya iddianın duruşma zaptına aynı ile geçirilemediği, hâkimin iddia ve savunmayı kendi ifade ve anlayışına göre zapta derç ettirdiği de bir gerçektir. Sözlü beyanın aynı ile dosya arasına alınmadığı, alınamamasının bir gerçeklik olduğu yahut alınamamasının her zaman ihtimal dahilinde olduğu bir zeminde yazılı olarak replik ve düplik hakkı verilmemesi hak arama hürriyetini tahdittir.

Çabuk yargılama yapma bahasına hak arama hürriyetinin etkinliği ortadan kaldırılamaz. Çabukluk ihtiyacı, etkin hak arama özgürlüğünü takviye etmek için ortaya çıkmıştır. HAKKINI ETKİN OLARAK ARAYAMAYABİLECEĞİNDEN ENDİŞE EDEN ŞAHSA, UYUŞMAZLIKLARIN HIZLA ÇÖZÜME BAĞLANMASININ SAĞLAYABİLECEĞİ BİR YARAR YOKTUR.

İtiraz konusu kural, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi verme hakkını yasaklayarak hak arama hürriyetine sınırlama getirmektedir. 

itiraz konusu yasaklayıcı kuralın doğurduğu sakıncalar, davaların sadece çabuk bitmesi neticesini verebilmek faydasından daha fazladır."

Haklı. Tek kelime ekleyip çıkarmıyorum.

Buyrun, bu ülkede bu bilgiler ışığında yaşamaya, mesleğinizi bu kurallar dahilinde yapmaya çalışmaya devam edin.

Öperim,
Göksun.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder