19 Haziran 2011 Pazar

Bir Manş Denizi'ne gidemedim, gün akşam oldu...

Çok canım sıkılıyor bugün. Hiç pazar modumda değilim, bugün cumartesi olmalıydı...

Rica ediyorum buna standart bir pazar akşamı sendromu muamelesi yapmayınız. Pazar akşamlarında insan yarın sabah işe gideceğinin bilincinde olur ve bu yüzden keyifsizdir. Kanıksamış olması gereken şeyin hala canını sıktığı gerçeğinin verdiği sıkıntıyı yaşar insan. Benim bu akşamki halim o değil. Yarın işe gidecek olmayı bile algılayabilmiş değilim, zira bugünlerde evde olamamış olmakla ilgili büyük bir sorunum var :) Moda'da daha çok zaman geçirmeliydim.

İlter benim evde zaman geçirmek isteyişimi salt "ev" olarak anlıyor bazen. Dün bana kendi evi için "Burası da ev" dedi, tamam orası da ev ama, hani gavurların "house" ve "home" kavramları var ya, işte ben gavurun "home" dediği şeyin peşindeyim.

Gerçi bu farkı Türkçe'de de ev ve yuva olarak ifade edebiliriz belki... Bilemiyorum. Yuva kavramı "home" denen şeyi tam karşılamıyor benim anladığım şekliyle. Yuva daha ailesel çağrışımları olan bir kavram, ben ise daha bireysel bir yaşama alanından bahsediyorum.

Bir de ev derken hem oturduğum evden hem de Moda'dan bahsediyorum ben. Güzel burası. 3 saate yakın bi süre çay bahçesinde oturup gazete okudum bugün, bu keyfi başka yerde alamazdım.

Anlayacağınız, bir avukatın günlüğünde bugün çamaşır yıkamak, asmak, etraf toplamak, sahilde gazete okumak ve markete gitmek var. Üşenmezsem, bir süre sonra karnıyarık tenceresinde börek yapmak da olacak. Ama kesin üşenirim. Zaten patatesler de daha haşlanmamış.

*
Antep'ten yazdığım blogda İzmir'e gitme ihtimalimden bahsetmiştim. Gittim hamdolsun. Sabah 8.15'le gidip öğleden sonra 14.15'le döndüm. Valla hiç gezmedim, adliyeden çıkıp doooğruca havaalanına gittim, bilgisayarımı bile götürmedim. O kadar bezginim yani. Normalde İzmir'e gittiğimde illa ki bi deniz kenarına gidiyorum. Bu sefer evime dönmek istedi canım. Pegasus'un 14.15 uçağı her defasında rotar yapıyor gerçi, yine yaptı. Ama olsun.

Bu sefer de, havaalanındaki "sistemler" çalışmadığı için hiçbir firma check-in yapamadı, uçaklar da geç kalktı haliyle. Bu "sistemler" lafına da fena hastayım ama konu o değil. Matriks'teyiz sanki anasını satim, "sistem" olmayınca memlekette bi halt becerilemiyor. Neyse diyordum ki, sistem olmadığı için bunlar check-in işlemini "manuel" yaptılar. Eski yöntemle. Muhtemelen hiçbiri bu işin elle yapıldığı zamanları bilmiyorlardır, o ayrı. Efendim tabi dediğim gibi biz Matriks'te yaşadığımızdan ve "sistem" olmayınca hepimiz birer hiç olduğumuzdan, check-in'i "onlayn" yapılmış olan koltuklar sanki boş gibi tekrar verilmiş yolculara. Uçakta "senin yerin neresi - e peki ben nereye oturucam" gibi ufak krizler yaşandı. Allahtan ayakta kimse kalmadı, biz de Easy-Jet gibi geliverdik.

Dün de öğlene kadar yatıp, öğleden sonra Ercan Akyiğit'in "İş Hukukunda Ödünç İş İlişkisi" kitabını okudum. Ha onu da anlatayım, neden okudum...

Perşembe akşamı proje savunmam vardı. Kübra Hoca, Veliye Hoca ve Taner Hoca beni aldılar karşılarına bir güzel sıkıştırdılar. Geçici iş ilişkisi yazmıştım ben, pek üzerinde durulmayan bir konu. Taner Hoca futbol kiralama hadisesinin bu ilişkiyle bağdaşıp bağdaşmadığını sordu. Valla bayağı bir kafam karıştı. Olur mu olmaz mı diye kastırdılar, ben de kanundaki şartları sıralayıp eğer bu şartlara uyarsa olur dedim en son. Onlar da öyle düşünüyorlarmış. Ben hala emin değilim ama hocalar ikna olduysa tamamdır.

Sadakat yükümü bağlamında rekabet yasağı konusunda sıkıştırdılar biraz. Tamam rekabet yasağı devam ediyor etmesine ama, eğer sürekli işveren bunu bile bile rakip firmaya ödünç vermişse ne olacak? O zaman da "Ne yapalım, biliyorduysa artık buna ilişkin talepte bulunamaz" dedim, onu da atlattık.

Geçersizliğe ilişkin bir şeyler soruldu, ilişki geçersiz sayılacaksa geçerli olduğu düşünülen süreye ilişkin işveren sorumluluğu nasıl olacak filan gibi... Bu konuyu yazmıştım zaten, ona da cevap verdim. İyi oldu. Oybirliğiyle kabul edildi projem, hem de imzalandı şükür :)

Yalnız bu Ercan Akyiğit mesele oldu... Ona atıfta bulunmadığım için Veliye Hoca bayağı bir yüklendi. Bana bir hafta süre verdiler, Akyiğit'i de okuyup atıflarımı tamamlamam için. Tamam yaparım da, Akyiğit'in kitabı okunmuyor ki... Valla hocam kusura bakmayın ama, kafası çok karışık olup da her şeyi birden anlatmaya çalışırken karşısındakinin de kafa karıştıran insanları andırmışsınız biraz.

İşte böyle. İşleyen demir ışıldıyorsa gerçekten, ben artık ayna kıvamında olsam gerek.

(Seçim sonuçlarından hiç bahsetmediğimin farkındayım. Ne gereği var, her şey ortada. Ama o 36 vekile gerçekten çok sevindim, bunu belirtmem lazım.)

*
Bugün 3 saate yakın gazete okudum. Önce Radikal'i sonra Hürriyet'i bitirdim. Bu sefer öyle uzuuuun uzun yazacak malzeme çıkaramadım, belki de yazmaya halim olmadığındandır. Bilahare bakarım tekrar, şimdi keyfim yok.

Fakat şu yazıların linkini mutlaka vermeliyim:

1. Çınar Oskay da gitmiş Radikal'den. Gerçekten üzüldüm. Ersin Tokgöz'e de çok üzülmüştüm. Sırada Koray Çalışkan olmazsa sevinirim.

Yıldırım Türker'i göndermeyi (yürekleri) yemez sanıyorum - yani öyle umuyorum. Aslında çizgisi itibariyle Türker'in Radikal'in her tarafına fazla olduğu çok açık, fakat kendisine çok bağlı ve hayran bir okur kitlesi var. Eğer Türker Radikal'den giderse Radikal artık bambaşkalığını okurun gözüne çok fazla sokmuş olur.

Özgür Mumcu kalsın ama o kalır zaten. Tamam üslubunu çok beğeniyorum ama "gelin itiraf edelim", kendisi bir Ersin Tokgöz değil. Yıldırım Türker ile ise son derece farklılar zaten.

Diyorduk ki Çınar Oskay diyorduk. İşte son yazısı:

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1053314&Yazar=ÇINAR OSKAY&Date=19.06.2011&CategoryID=96                                      

Ben "hayatın unsurlarını" hep son dakika yakalayanlardanım. Bir şeyi tam fark edip hayatıma aldığımda, artık o şeyin sonu gelmiş olur. Radikal de öyle olmuştu, Çınar Oskay da öyle oldu. Son birkaç yazısına yetiştim sadece. Son yazıları basın özgürlüğünün ne kadar da yalan olduğuna ilişkindi, derken o yalandan kendisi de nasibini aldı. Almasaydı iyiydi...

Çınar Oskay, Koray Çalışkan, Ersin Tokgöz, Özgür Mumcu ve Yıldırım Türker'in yazdığı, fakat Akif Beki'nin yazmadığı ve Eyüp Can'ın yönetmediği bir gazete istiyorum. Mümkünse.

2. Ne diyecektim ben 2. madde olarak? Aklımdaydı ama unuttum. Hah ya tamam nasıl unuturum, elbette Yıldırım Türker... Ya bu adam nasıl bir adam, ne yiyip ne içiyor, nerede üretiliyor bunlar, Allah'ım Yıldırım Türker'le aynı ülkede yaşıyor olmaktan aynı lisanı kullanmaktan bile feci gurur duyuyorum...

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&Date=&ArticleID=1053318   

Yıldırım Türker, sen nasıl güzel bir insansın...

Bu arada, bu yazıyı okuduktan sonra feysbuk statüs'üme şöyle yazdım, Sezer bile "fazla" buldu:

"İnsan, karşısında hazırolda bekleyen adamlara ne danışabilir?" - Yıldırım Türker bunu RTE icin demis. Bir an bağlamdan kopup, avukat-müvekkil ilişkisini düşünüyor ve diyorum ki, "Müvekkil her zaman haklıdır" diyen avukata kafam girsin. Ağır oldu ama öyle yani napabilirim.

Diyor ve reca ederim bu bahsi kapatıyorum.

3. Allahınızı severseniz bir bakın ne olur: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/18063019.asp?yazarid=10&gid=61

Ertuğrul Özkök... Daha da bir şey demiyorum. Sizi şu satırlarla -ve linke tıklarsınız devamıyla- başbaşa bırakıyorum:

"Mezarlığın kapısındaki çiçekçiden iki kırmızı gül alırken son 48 saatimi düşündüm. Londra’da Barcelona-Manchester United maçını seyretmiştim. Eurostar hızlı treniyle Manş Denizi’nin altından geçerken, iPod’umda en sevdiğim müzikleri dinlemiştim.

Kimbilir kaçıncı defa Dante okuyordum. Arkamda uzunca bir hayat vardı ve kendimle hesaplaşıyordum. Hesabını verdiklerim de vardı, veremediklerim de... Bir gün sonra o mezarlığa gidecektim ve kararımı işte orada, Manş Denizi'nin altında verdim..."

O mezarlık dediği, Ahmet Kaya'nınki.

Dünyayı dünya ligini takip edip ipod dinleyerek idrak etmek nasıl bir şey bilmiyorum. Benim gibi, Moda'da çay içip gazete okumaktan farklı bir şey olsa gerek. Zira kimi kararlar Manş Denizi'nin altında verilirken, biz Türklerin aklı bambaşka yerlerde çalışıyor, malum...

İşte o yüzden bir şey olamıyoruz biz. Toplumsal olarak Manş Denizi'nin altında ipod dinleyebildiğimiz gün, işte bu iş bitmiştir hocam.

Sevgiler,
Göksun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder