26 Haziran 2011 Pazar

"Bildiğin Gibi Değil"

Daha bugün, İlter'le konuşurken "Benim dünyaya bakışım son yıllarda çok değişti, çok farklı şeyler algılar oldum. Ama öte yandan, hala aşamadığım şeyler yok değil. Dur bakalım bunu nasıl aşıcaz..." diyip, bunun açıklamasını da 90'ların başında çocuk olmak diyerek getirmiştim.

90'ların başında çocuk olmak, atari salonları ve Parliement Pazar Gecesi Sineması olduğu kadar, yoğun bir "ulusalcı" gündeme maruz kalmak da demek. Sokakta "bilmediğin dilleri" duyunca uzaylı görmüş gibi hissetmek, en yakın çevrende "Gitsinler evlerinde nece konuşurlarsa konuşsunlar" dendiğini duymak demek. Pazartesi sabahı İstiklal Marşı'nı okuduktan sonra müdürün talimatıyla PKK'yı yuhalamak, doğudan sanki başka bir evrenmiş gibi bahsetmek, aynı apartmanda yaşadığın insanlar hakkında fısır fısır "Onlar Kürtmüş..." diye konuşulması ve bunun çok acayip bişey olduğuna inanmak, apartmanın arkasındaki gecekondu mahallesinde yaşayıp düğünlerini Kürtçe halaylarla yapan insanlara inat, tam onlara bakan balkona Türk bayrağı asmak demek...

Budur olay. Bir de ben istisnasız her gün gazete okuyan bir çocuktum, gündemi şimdi bile o zamanlardaki kadar sıkı takip etmiyorum. Babam da zaten bizimle siyaset konuşmayı sever, yani gündem evde konuşulan da bir şeydi aynı zamanda.

Böyle geçti benim 90'larım. Kürtçe sözlük görünce dumura uğradığım bir çocukluk geçirdim. Çünkü öyleydi, her gün televizyonda ve gazetelerde terör haberleri vardı. PKK diye bir şey vardı, Kürtler ülkeyi bölmek istiyordu ve Kürt olmak direkt PKK sempatizanı olmak demekti. Zaten bu Kürtler de bildiğin Türktü aslında da, işte ABD oyunu filandı her şey. Oysa hepimiz kardeştik, bunu bozan Kürtlerin kendisiydi. Çok istiyorlarsa başka yere gitsinlerdi. Ben buna yürekten inandım.

İlkokulda bir gün, dersi stajyer öğretmenler yapmıştı. Kürtler ya da PKK hakkında bir şeyler sormuştu, ben de biliyorum ya, kalkıp "Onlar bu ülkeyi bölmek ve başka bir devlet kurmak istiyorlar" demiştim. "Yok öyle değil" diye bozmuştu beni, "Öyle ayrı devlet filan değil o" demişti. Nasıl bozulmuştum, o öğretmenin de "onlardan" olduğunu düşünüp çok feci sinirlenmiştim.

Aynı anlamazlık türbanlı kadınlar için de geçerliydi ama şu an bundan bahsetmiyorum.

İlter'e bunlardan bahsedip dedim ki, benim Kürt algım üniversitede oluşmaya başladı. Kürt arkadaşlar, Yurtsever Cephe'den arkadaşlar, kantinde çay içerken konuşulan arkadaşlar, yan masadan duyulanlar, basından okunanlar... Derken Ekşi Sözlük girdi hayatıma, 2004'te. Entry'ler, yorumlar, değişen solculuk, Atatürk'ü gayet rahat eleştirebilen insanlar... Ki ben Atatürk'ü beğenmeyen insanları hayatıma almamak üzere yetiştirilmişim...

Derken Katılımcı Avukatlar, bu avukatlarla içilen rakılar, bu arada sürekli daha çok Kürt arkadaş ve hala Sözlük... Gazeteler, haber siteleri, değişen algı, açılım saçılım, Ersin Tokgöz, Yıldırım Türker ve Dilek Kurban.

Şu gün itibariyle, oyunu Sebahat Tuncel'e vermiş ve bundan sonra da aday olduğu her seçimde yine kendisine verecek biri olarak bu kararımdan gayet eminim. (Ama Sırrı Süreyya Önder'e vermeyebilirdim, kendisinden adını koyamadığım bir tedirginlik hissi alıyorum... "I feel a disturbance in the force")

Lafı bu kadar uzatmamın sebebi, 90'lardaki çocukluğun algıya olan etkisini paylaşmak. Bilin yani, karşınızdaki insan şu an 20'lerinin sonuna geliyorsa ve bugüne kadar Kürtler hakkında hiçbir olumlu his edinememişse, bunun sebebi daha ilkokuldayken gözüne sokulan bebek fotoğrafıdır. Hoş, mechul muhayyil'in şimdi bulamadığım bir entry'sinde geçiyordu, Ayhan Çarkın "O bebeği biz öldürdük" demiş... İşte bunu 10 değil 27 yaşında öğrendim ben.

Bu uzun girizgahtan sonra konuya ancak gelebiliyorum. Biliyorsunuz, kısa yazamıyorum.

Adana'da böyleyken, Diyarbakır'da mutlaka böyle değildi. Benim yaşımdaki çocukların babaları, gözlerinin önünde öldürüldü. Abileri kayboldu. Anneleri dayak yedi. Kayıplarını ya bulamadılar, ya da bir yerlerde bulduklarında o kayıplar çoktan ölmüşlerdi. Benim güle oynaya okula gittiğim saatlerde yaşıtlarım, köyleri yakıldığı için bilmedikleri bir hayata doğru büyüklerinin peşlerindeydi.

Benim duyunca inanamadığım dilden başka dil bilmedikleri için, insanlar cezaevindeki oğullarıyla konuşamadılar.

Benim yerden yüksek oynadığım saatlerde başka bir çocuk, mayına basıp parça parça oluyordu. Benim eve sağ salim gelmem için annemin seslenmesi yeterliyken, o çocuğun annesi belki de çocuğunun parçalarını topluyordu.

Neler olduğunu bilmiyorum, bilemem de. Zaten bana anlatılsa da aklım almaz muhtemelen. Hala Beyaz Türk'üm ben. Hayattan ne kadar şikayet edersem edeyim, hiçbir zaman etnik ya da dini olarak "öteki" olmadım. Benim derdimin kaynağı hemen her zaman "tatminsizlik" oldu, fakat orada bir yerlerde insanlar dillerini konuşamıyorlardı. Ben bunu bilemem. Biliyor gibi görünmek de istemem, insanların acılarını sahiplenmek bir tür rol çalmaktır. Hicap duyarım.

Fakat artık, o çocuklarla empati kurmayı denemek için çok sağlam bir kaynak var elimizde. Yıldırım Türker bugün köşesinde, "Bildiğin Gibi Değil" isimli bir kitap tanıtmış. 90'larda çocuk olan iki Kürt kadın, kendi yaş gruplarından 19 kişinin çocukluğunu anlatmış. Bizler evcilik oynarken oralarda neler olduğunu bilelim diye. Bizim babamız her akşam aynı saatlerde manava uğrayıp eve gelirken, onların babalarının başına ne gelmiş bilelim diye. Her akşam masaya hep beraber oturmak geleneğiyle büyürken biz, onların her gün biraz daha eksildiğini okuyalım diye.

Bu kitap öncelikle bizlerin, yani 90'larda çocuk olanların okuması gereken bir kitap. Biz 90'ların ortalarında ergenliğe girip ilk bulduğumuz yakışıklıya aşık olurken, hayattaki en büyük derdimiz bu ümitsiz aşkımız ve ÖSS iken, tabii "ailemizin bizi bir türlü anlamamasını" ve "dünyanın en mutsuz insanı olma" durumunu saymıyorum, bir yerlerde bambaşka şeyler oluyordu.

Çocuk yetiştirenlerin de mutlaka okuması gerekiyor. Çünkü o çocuğu dünyada sadece "onun gibiler" varmış gibi yetiştirmek, dünyadan haberi olmayan ve kof insanlar ortaya çıkarmak demektir. İnsan, aynı zaman diliminde başka nelerin olabildiğini görmeli ki çocuğuna da görmeyi öğretebilsin.

Nihayet, bu kitabın tüm TC vatandaşlarınca ama özellikle biz Beyaz Türkler'ce kutsal bir kitap gibi okunması lazım.

"Gibi" demesem de olurdu aslında.

Göksun.

5 yorum:

  1. Bu yazı için kendi adıma çok teşekkür ederim. Büyük bir zevkle okudum.

    YanıtlaSil
  2. selam kaleminize saglik konuya farklı pencereden bakmışsınız ama çok başarili bi yazi gerçektende keşke sizin gibi insanlarin sayisi çok olsaydi bu memlekete keşke.... bana dokunmayan bin yaşasin demeseydiler.. ölen biz öldürülen biz acılarla terbiye edilen biz barişi isteyen yine biz dünyada ölen ve bariş isteyen bence tek millettiz ama bariş gelecekmi bir gün bu acili cografyaya bence tek derdimiz bu olmamli amedden(diyarbakır) selam ve saygilarla..serkeftin...(başarilar)

    YanıtlaSil
  3. Merhaba,
    Uzun zamandır blog'la ilgilenmiyordum, yorumlarınızı yeni gördüm. Gerçekten çok teşekkür ederim :)
    Artık güzel şeyleri paylaşmak dileğiyle, çok sevgiler :)
    Göksun.

    YanıtlaSil
  4. Göksun ellerine sağlık.
    Ben de çocukluğumu yoğun siyasetle hem sağ, hem solla yani topyekün faşizmle geçirdim. Ama sonunda ailemdeki herkes, annem babam da dahil doğru yolu buldu.

    Babam hala durur durur "Bundan x yıl önce, asker köy yakıyormuş deseler inanmazdım, ne kadar safmışım" der.

    YanıtlaSil
  5. Teşekkür ederim, senin de ellerine sağlık :)

    90'ları (herhangi bir tarafta) faşizm içinde geçirmemek zaten pek mümkün değildi. Tam atlatıyoruz derken, fark ettik ki aslında hala ipin üzerindeyiz. Umarım birkaç nesil sonra da olsa herkes doğru yolu bulur.

    Çok sevgiler :)

    YanıtlaSil