14 Ekim 2012 Pazar

2012 Genel Kurulu - Bir "Fotoğrafın" Hikayesi

Merhaba arkadaşlar,

Bugün, yılın son "güzel havalarından" birini geçirdik. Baro genel kurulları zaten çok çekici yerler değil, işin içine güzel hava girince ise iyice cazibesizleşiyor. Haklısınız.

Gelmeyen, ya da gelip de adayları dinlemeyen, veya dinleyip de aklını dışarıdaki havadan salona adapte edemeyen arkadaşlar için, adayların konuşmaları hakkında bir özet geçmek istedim. Yalnız bu özete geçmeden önce, kişisel bir itiraf meselem var, bunu halletmem lazım.

Ruhsatımı aldığım sene KAV'a dahil olup, 2008 ve 2010 seçimlerinde bu grup için çalışmıştım. Bu seneki seçimlerde ise hala KAV'da olmama rağmen, fazla bir çalışma performansını göstermedim. Bunun için elbette -kendime göre- sebeplerim vardı; fakat o sebepleri gözümde bu kadar büyütmesem iyiymiş. Filiz Kerestecioğlu'nu bugün genel kurulda dinleyince, bu sürecin bir parçası ve aktif bir çalışanı olmayı aslında çok isteyeceğimi anladım. Kısmet değilmiş, 2014'e inşallah.

Başkan adaylarını teker teker anlatmak yerine, Ümit Kocasakal üzerinden gitmeyi tercih ediyorum. Aksi takdirde tekrarlarla dolu bir yazı olacak, çünkü zaten konular hep aynı.

Sayın Kocasakal, başkan ve başkan adayı sıfatlarıyla, toplam süresi 1.5 saat kadar olan iki konuşma yaptı. Kendisi -kendi deyimiyle- "akademik alışkanlık" itibariyle süresi kadar konuşmaya alışık, kendisine tanınan zamanı taşırdığını iddia edemeyiz. Fakat, zaten aday olan birinin, bir de başkan sıfatıyla bir saat konuşması nedir? Aday sıfatıyla konuşmasını süresi içinde tamamlamış olması, eğer başkan olarak konuşma süresine ilişkin bir "standart" yoksa, bir anlam ifade eder mi? Bıraksak 3-5 saat daha konuşurdu bence.

Biliyorsunuz, hukuka ilişkin perspektifler muhtelif. İşin esasını önde tutan olduğu kadar, usûlünü önce tutan da var. Benim hukukçuluğum daha çok "esasa yönelik" çalışıyor. Ondan sebep, bugün Sayın Başkan'ın "avukatlığının" baro genel kurulunda onaylanmış olması meselesine bir türlü aklım ermedi.

Başkan Bey, konuşmasına geçen dönemde kendisine başkanlık teklif eden ve kazanmasını sağlayanlara teşekkür ederek başladı. Meğer başkanlık, o zamanlar kendisinin aklından bile geçmiyormuş. Yalnız değilsiniz Sayın Başkan, siz bizim aklımızdan da hiç geçmiyordunuz.

Sözün devamı, "Benim hoca olduğumu, avukat olmadığımı söylüyorlar" diye geldi. Doğrudur, mesela ben de kendisi için tam olarak öyle değilse bile "adliyeye sadece fotoğraf çektirmek için giren hoca" diyorum. Meğersem geçen genel kurulda, bunu nasıl kaçırmışım hayret, kendisinin avukatlığı oylamayla kabul edilmişmiş. Nitekim -yanlış hatırlamıyorsam- 1991'den beri de baroya kayıtlıymış, yani avukatmış bu yüzden. E hocam, peki "esas?" Biz size baroya kayıtlı değilsiniz demedik ki, fiilen avukatlık yapmıyorsunuz dedik. İcraya gidip talep açmışlığınız, aylarca CMK ödemesi alamamışlığınız, saatlerce duruşma beklemişliğiniz, masraf almadan iş yapmaya zorlanmışlığınız, sigortanızı yapmayan bir patronunuz yok dedik. Var mıydı?

Sayın Başkan'ın "Ben de baroya kayıtlıyım!" çığlığını, Burhan Altıntop'un "Ben de Nişantaşı çocuğuyum!" isyanına benzeten olmuş mudur bilemiyorum. Fakat kendisinden bu konuda daha esaslı bir savunma beklerdim.

Bu konudan sonra, baroda "tek adam" devrinin bitmesinden bahsetti biraz. Son iki yılda başkanlık diye bir şey kalmadığından bahsederken, aynı iki yılda kendisinin adeta bir "star" havasına sokulduğunun farkında olmaması dikkat çekiciydi. Cep telefonlarına gelen mesajların altına "Yönetim kurulu adına Av. Doç. Dr. Ümit Kocasakal" yazınca veya baro bültenindeki her makale "Başkanımız Av. Ümit Kocasakal..." diye başlamayınca, kendini bu anlamda Muammer Aydın'dan farklı gördü anlaşılan. Fakat tarih, bu seçim sürecindeki "Budur!" yazılı afişi unutmayacaktır. Algımız, Filiz Hanım'ın çok güzel değindiği üzere, kendisine ait 25 fotoğrafın birden olduğu seçim broşürünü de, başkanın yönetim kurulundan "benim üyelerim" diye söz etmesini de, elbette ki not etti. Son iki yıldır öyle medyatik bir başkanımız oldu ki, baromuzdan çok "başkanımızı" konuşur olduk.

Bu arada kendi seçmenleri, başkanın "Bazı şeyler bana mal ediliyor ama ben kararları tek başıma almıyorum, biz bir ekibiz" demesini nasıl karşılıyor bilemiyorum. Fakat bu sizce de ayıp değil mi? Bu sizce de, tam bir "Ben yapmadım, Miki yaptı" söylemi değil midir? Hele bir de, hemen bu cümleden sonra, "Başarılar ekibime, başarısızlıklar bana aittir" demek, ortada tam bir "çark" varmış izlenimi vermiyor mu?

Bu arada ÇHD ekibi, oturdukları yerden, her kişide bir harf olacak şekilde, "Savunmaya özgürlük" pankartı açtılar - hatta ben de n harfiydim. Salondan elbette ki esaslı bir alkış geldi, hele harflerimizin arka yüzünü çevirip "Suriye'den elini çek" yazısını oluşturunca alkış iyice koptu. Başkan sağolsun birkaç dakika durdu ve alkışımızı kesmedi, fakat konuşmasına aynen kaldığı yerden devam edip, hiçbir şey olmamış gibi davranmış olması da kayıtlardan kaçmadı.

Bu hadiseden -hemen değil- biraz sonra, baroların sosyal sorumluluk meselesini dinledik. Bence tüm adayları ayrıştıran esas hadise budur.

Başkan Bey, baroların Avukatlık Kanunu'ndan doğan sosyal sorumluluğundan bahsetti; bu sorumluluk ülkenin hukukunun geiştirilmesi ve hukuka işlerlik kazandırılmasına yöneliktir. Bahsedilen pek çok şeyi bu başlıkta inceleyebiliriz.

İlk başta değinip "sırasını savacağım" bir husus var. Başkan, sosyal sorumluluk kapsamında Fetus Okey davasında bulunduklarını söyledi. Nasıl bulunduklarını bilmiyorum ama pek fazla ilgilenmedikleri açık, zira mağdurun adı Festus. Fetus deyince, bildiğimiz fetüs gibi oluyor.

Diyarbakır'a gittiklerini söyledi. Peki Sayın Başkan, İstanbul'dan Diyarbakır'a - o da gözlemci olarak- gittiniz tebrikler de, Filiz Hanım'ın ifadesiyle, Beyoğlu'ndan Beşiktaş'a mı inemediniz?

Biliyorsunuz, onlarca meslektaşımız şu an "mesleklerini yaptıkları için" tutuklular. Bu olaya adayların nasıl yaklaştıklarını konuşma sıralarıyla aktarayım:

Ümit Kocasakal: Evet maalesef öyle, biz kendilerini ziyaret ettik, arkalarında olduğumuzu söyledik, ama davaya müdahil olmadık. Çünkü belirli bir fotoğrafın içinde olmak istemedik.

Muammer Aydın: Ergenekon'a gidiyorsan bu davaya da gitmelisin.

Rıza Saka: Tamam, Ergenekon'a gidiyorsan buna da gitmelisin ama bence ikisine de gitme. (Rıza Bey'le başkan arasında geçen darbecilik muhabbetinde bu cevaba tekrar döneceğiz.)

Filiz Kerestecioğlu: Ergenekon'a da, bu davaya da, her türlü adaletsizliğe de elbette müdahale edeceksiniz, sizin fotoğraf seçme şansınız yoktur. Biz haksızlığın olduğu her fotoğrafta yer alırız. Biz sizin hakkınızda soruşturma açıldığında yanınızda olduk ve hep de oluruz, siz neden bizi yalnız bırakıyorsunuz?

Balyoz'da sessiz kalmamakla övünüp "mesleğin onurunu ayaktta tuttuk" diyen bir başkanın, avukatların doğrudan o mesleği yaptığı için tutuklanmasına sessiz kalması, anlamlı bir cümlede yan yana kullanılabilecek unsırlar değil ne yazık ki. Ama oluyor.

Kaldı ki, mesleğin onurunu koruma aracı olarak gördüğü kurumların pek çoğunun, Filiz Hanım'ın mensubu olduğu tarafça oluşturulmuş olması ayrı bir ironi. Adli yardım, insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları ve avukat hakları merkezleri, faili meçhuller, iş hukuku ve mülteci hakları komisyonları, hep o zamanlarda kurulmuş birimler. Hal böyle iken, daha kendisinin ismi bile ortada yokken kurulmuş olan bu komisyonları bu kadar sahiplenmesi tam bir hazıra konmacılık örneği.

Sayın Başkan, "Bize yüksek siyaset yapıyor diyorlar. Alçağını mı yapalım? Hukuka aykırı iktidarlara karşı elbette ki sesimiz çıkar" diyerek salondan esaslı bir alkış aldı, fakat Filiz Hanım'ın "Bütün bu komisyonları, biz daha o zaman ve bütçemiz de yokken kurup çalıştırdık. Biz insan hakları geleneğinden geliyoruz, İşte o 'alçak siyaset' budur" cevabı, Başkan'ın aldığı alkışı ikiye katladı.

Darbecilik meselesine gelirsek... Aslında bunun sırası tam gelmedi ama bağlamdan kopmayayım istedim. Bu konuda Başkan, sahneyi Rıza Saka ile paylaştı. HÜP, broşüründe "darbeci baro" ifadesini kullanmışmış, ne münasebetmiş, ayrıca kendi broşüründe bile kullandığın bir yaftayı nasıl kaldırırmışsın, bunun -amiyane tabirle- ekmeğini yiyormuşsun.

Filiz Hanım bu topa girmedi fakat Rıza Bey'in cevabı bence yeterliydi: "Bunu biz uydurmadık, bu algıyı kendi eylemlerinizle siz oluşturdunuz. Örneğin, 1.5 saatlik konuuşmanızın yarısını Ergenekon ve Balyoz'a ayırdınız. Bu bile bir göstergedir. 12 Eylül davasına 'mahkemeye güvenmiyoruz' diye katılmadınız, böyle bir gerekçe olamaz. Mesele sizin güvenip güvenmemeniz değil, yargılamanın mevcut olmasıdır." kabilinden konuştu.

Bu arada, darbecilik meselesinde fantastik bir gelişme olmuş. Baromuz, kendisine "darbeci" diyenleri dava etmiş ve kazanmış, artık kim darbeci derse ona dava açacakmış.

Hukukun üstünlüğünün ve ifade özgürlüğünün garantör kurumu İstanbul Barosu'ndan dinlediniz.

Molierac olmasaymış, bağımsızlık sanrısı kendinden menkul avukatlar ne yaparlarmış bilmiyorum. "Avukatlar köle kullanmadılar, fakat efendileri de olmadı" sözünün artık ancak bir hukuk tarihi dersi vecizesi olduğunu birilerinin bu avukat milletine anlatması lazım. Evet avukatlar belki hala dışarıya karşı efendi-köle görünümünde olmuyorlar, zira artık bu ilişki "endogamik" bir şekilde yürüyor. Avukatlar yine kendi meslektaşlarının efendisi ya da kölesi oluyorlar ve kırılan kolu yen içinde aramak kimsenin işine gelmiyor.

Böylelikle işçi avukatlık konusuna geliyoruz. Benim hep düşündüğümü Filiz Kerestecioğlu çok çok güzel ifade etti; bu kadar büyük bir oy potansiyeli haline gelene kadar kimse işçi avukatları düşünmemişti. Başkan tip sözleşmeden, ofis açacak olanlara kredi vermekten filan hep bahsetti ama, bunları neden iki sene boyunca yapmadıkları konusuna hiç girmedi. Seçime beş gün kala bir tip sözleşme mi hazırlamışlar ne, ben görmedim. Onu söylüyor, ancak yetişti diye. Sayın Başkan, din kardeşiyiz.

Bu tip sözleşme konusunda kendileri karar mercii olamazlarmış, TBB'nin genel kurulunda bir meslek kuralı haline getirilmesi gerekiyormuş. Konuyu TBB'ye iletmişler. İşine gelince ÖYM'leri kendisinin kaldırttığını iddia edecek kadar ileri gidebilen bir zihniyetin, altı üstü bir tip sözleşme için girdiği hallere bakınız. Binlerce dansöz var adeta.

Evet, Sayın Başkan bir yerde özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasında payları olduğunu söyledi.

Biri lütfen Sayın Başkan'a ara sıra günlük gazete okutsun. Gerçi Filiz Hanım çok güzel söyledi zaten, "Ne kaldırılması, yetkileri daha bile artırıldı, fakat ismi değiştirildi" diye. Ama Başkan anlamamış olabilir.

Tekrar "genç avukata yardım" konusuna dönüp hemen Muammer Aydın'a bağlanıyoruz. Kendisi diyor ki, meğer iki veya daha fazla avukatın ofis açmak istemeleri halinde kendilerine uygun şartlarda kredi verilmesi meselesi, te kendisinin başkanlığının son zamanlarında kararlaştırılmış. Resmi bir karar haline gelmekten söz ediyorum. Bu kararın, iki senedir neden uygulanmadığını ise bilmiyoruz. 

Karar diyince, bir de kararların şeffaf olması meselesi var. Sayın Başkan öyle güzel, ama öyle güzel bahane üretiyor ki, birazcık "sorgulayıcı" biri olmasam vallahi kendisine inanacağım. ("Bahane üretiyor" yerine "boş konuşuyor" yazmıştım sildim. Darbeci diyemiyormuşuz, demagog da diyemiyor olabiliriz.)

Efendim, kararları sitede açıklamak isterlermiş, ama disiplin kararlarının açıklanması kişilik haklarına zarar verebilirmiş, o yüzden o iş olmazmış. E o zaman disiplin kararlarını açıklamayın tamam, peki diğerleri?

Bütçeyi de şeffaf yapmak istemişler ama çok fazla hesaplama yöntemi varmış, karışıyormuş. E o bizim sorunumuz? "Biz bunu şuna göre hazırladık" diyin, anlayıp anlamamak bizim sorunumuz olsun. Bu mudur gerekçeleriniz?

Bunun dışındaki konuları şöyle özetleyelim... Baro'nun bir Anayasa hazırlığının olmaması, bence çok önemli bir konuydu ama buna sadece Filiz Kerestecioğlu değindi. "Baro 'istemiyorum' diyemez, öncü olur" ifadesi olması gerekeni çok güzel özetliyordu. Öte yandan, hutbesinin "hukuksuzluğun karşısında durmayalım mı" kısmında "TÜSİAD bile konuşuyor, biz konuşmayacak mıyız" diyen bir baro başkanının, Anayasa konusunda TÜSİAD kadar sözünün olmaması da yine, kaçırılmayacak bir noktaydı. Ayrıca, yanlış not almışsam lütfen düzeltin ama, "TÜSİAD bile konuşuyor" diye bir şey olmaz, ama "Baro bile konuşmuyor" diye bir şey olur ve maalesef olmaktadır.

Bu genel kurul bence, adayların KCK tartışması ile birlikte, Baro Bahçe'de kaç tane çay içildiği meselesi ile hatırlanacaktır. Zira biz binlerce avukat, sabah evlerimizden çıkıp te Haliç Kongre Merkezi'n gidip, saatlerce Baro Bahçe'yi konuştuk. Muammer Aydın bu tesisten çok rahatsız mesela, avukata değil çevre sakinlerine hizmet verildiğini ve safi zarar olduğunu söylüyor. Şahsen benim için sorun değil. Rıza Saka, bunun hizmet bile sayılmayacağını, elbette ki olması gerektiğini ifade ediyor. Bu arada, bir gün kendi grubu seçilirse o bahçenin Beltur olacağından emin olan bir tek ben miyim?

Hasılı, bahçe konusunda kafalar karışık ve bu konu gerçekten çok fazla konuşuldu. Başkan uzun uzun, aslında ne kadar iyi bir fiyata aldıklarını filan anlattı. Bir de, üşenmemiş, bahçenin eylül ayı z raporunu almış getirmiş. Açtı okudu, efendim şu kadar çay bu kadar tatlı tüketilmiş diye. Oturduk bunu konuştuk. Bu konuda Filiz Kerestecioğlu'nun yaklaşımına geçmeden hemen belirteyim, Rıza Saka bu z raporu restini gördü ve anında cevap verdi: Kendisi de başkana dair bir z raporu hazırlamış. Şunları şunları yapacaktı ama yapmadı diyerekten. Uzun hikaye, not aldım ama aktarmayayım. Neyse, Filiz Hanım konuyu çok güzel bağladı: "Sayın Başkan, eğer siz tüm bu hesapları şeffaf bir şekilde yapsaydınız, baroda katılım ve temsili sağlayabilseydiniz, şu an z raporuna filan gerek kalmazdı."

Unutmadan, Baro Bahçe'de "1. Geleneksel Kültür Sanat Festivali" başlayacakmış. Ben demiyorum, Kocasakal diyor. Aynen bu şekilde.

Kocasakal daha çok Rıza Saka'ya yüklendi. Bu tavrını, geçen seçimde ulusalcıların fark atmasının HÜP korkusundan kaynaklandığını bilmesine yoruyorum. Fakat bunu öyle gereksiz, öyle kof, öyle anlamsız bir milliyetçilik üzerinden yaptı ki, "Yıl olmuş 2012..." noktasına geldik. Efendim Rıza Saka, broşüründe "Türk milleti" bile diyemeyen, "Türkiye halkı" diyen biriymiş de falan filan. Sanırsınız Muhsin Yazıcıoğlu konuşuyor.

Fakat bu başlangıç tüm ırkçılığına rağmen, inanılmaz ama gerçek, mantıklı görünen bir yere bağlandı. "Daha 'Türk milleti' diyemiyorsunuz, ama işinize gelince 'milli irade' demeyi biliyorsunuz."

Yalnız Sayın Başkan'ın iyice milliyetçi cepheye seslenen bu konuşmasındaki asıl trajedi, söylediği şeyin salonda gayet yüksek bir alkış koparmasıydı. Tamam, "anaakım" vatandaş bakımından şaşırtıcı bir tablo değil, fakat ben meslek grubumdan biraz daha izan görmek isterdim.

Bu tip söylemleri olan Başkan'ın, Halit Çelenk'ten söz etmesi enteresan oldu, Sayın Çelenk üstadımızın ismi Başkan'ın ağzında sakil durdu. Sanki Halit Çelenk, kendilerine "el vermiş" gibi bir edayla anlattıkları şey de şu; yönetim olarak Sayın Çelenk'e bir ödül vermişler, o da teşekkür etmiş. Teşekküründe, baronun insan hakları savunuculuğu sıfatından söz edip bunun unutulmaması gerektiğini ifade etmiş. Bu yani. Ama Başkan'a baksan, tamam Halit Çelenk'in sözlerini çarpıtmıyor belki ama öyle bir yansırıyor ki, sanki baroyu Çelenk bunlara emanet etmiş.

Bunun dışında, Rıza Saka Bakanlık'la olan sıcak ilişkilerinden ve Arabuluculuk Kanunu'nda "kendilerinden olan bir milletvekilinin" rolünden sözetti. İşte asıl propaganda budur. "Ben iktidara yakınım, o yüzden dediğini yapabilecek olan da benim. Yani mühür bendeyse, Süleyman da benim." Bu propaganda Kocasakal'ın konuşmasından sonra olduğu için kendisinin cevabını alamadık, fakar Filiz Kerestecioğlu - tabii ki yine ve her zamanki gibi- çok güzel konuştu: "Bizim hükümetle böyle yakın ilişkilerimiz yok, bu şekilde iş yapmaya çalışmıyoruz. Kaldı ki, böyle bir hükümetin bakanıyla olan ilişkiden bahsederek oy istemek ne demek?"

Rıza Bey'in bir de değişim söylemi vardı. "Biz baro yönetiminde hiç söz sahibi olmadık, değişim zamanı sizce de gelmedi mi" diye konuştu. Filiz Kerestecioğlu'nun buna da bir yanıtı vardı: "Sizin nüveniz olan Boğaziçi Hukukçular Derneği'nin kendisi bile 'ÖYM'ler işe yarıyor aslında...' diyor, siz misiniz değişimden bahseden?"

Adayların konuşmasından sonra, Av. Ercan Kanar kürsüye çıkıp tutuklu meslektaşları anlattı. Ben kendisinin bütün konuşması sırasında yine "savunmaya özgürlük" pankartının bir harfiydim, o yüzden not alamadım. Salonun her yerinde, tutuklu meslektaşların portre fotorğaflarını tutan arkadaşlarımız vardı. En sonunda, Sayın Kanar'ın okuduğu metnin, tutuklu bir meslektaşın mektubu olduğunu öğrendik.

Netice olarak, barodaki durum şudur:

- Bir "Türk milleti" lafzı fetişli, darbeci sıfatını reddeden ama bu sıfatı taşır gibi davranan, ama yine de hakkında böyle söyleyenleri dava eden, avukat hakları diyen ama tutuklu meslektaşlarla ilgilenmeyen Önce İlke,

- HÜP - Bir AKP sevdalısı,

- Sadece Ergenekon'da değil KCK'da da muhalefet eden, ama 28 Şubat'a da muhalif olan, '80 darbesini de dibine kadar yaşamış, "konu insan haklarıyla gerisi teferruattır" noktasında bir ÖHP-KAV-ÇAG var.

Bunların mesleki söylemleri, söylem düzeyinde hep aynı aslında. Ama baktığınız zaman, Önce İlke'nin "uygulamamaları" ortada. HÜP'ün ise "uygulaması" için Bakan'la sizin de iyi geçinmeniz gerekiyor. ÖHP-KAV-ÇAG için ise, tekrar ediyorum, konu insan haklarıyla, gerisi teferruat.

Çok sevgiler,
Göksun.

2 yorum:

  1. Çok açıklayıcı bir yazı olmuş. ÇAG-KAV-ÖHP bloğunun eğer bu bloğun siyasal hedefleri varsa, politikayı "konu insan haklarıysa gerisi teferruat" soyutluğundan çıkartıp önüne bakabilmesi lazım. Yoksa ittifaka katılan grup sayısı artsa dahi kan kaybı devam edecektir.

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim :) Evet önümüze ve artık yeni bir açıdan bakmamız lazım gerçekten. Umarım herkes için olumlu sonuçlar çıkar.

    YanıtlaSil